"And I have found both freedom and safety in my madness, the freedom of loneliness and the safety from being understood, for those who understand us enslave something in us. But let me not be too proud of my safety. Even a Thief in a jail is safe from another thief. "

Khalil Gibran (How I Became a Madman)

Lübnan Marunîleri / Yasin Atlıoğlu

NEWS AND ARTICLES / HABERLER VE MAKALELER

Saturday, March 12, 2005

Beşşar Esad Suriyesi'nin Geleceği

Yasin Atlıoğlu

Suriye, son iki yıldır gerek iç politikada gerekse dış politikada zorlu şartlarla mücadele etmek zorunda kaldı. 12 Mart 2004’te Kürtlerin yaşadığı kuzey bölgesinde çıkan muhtemelen dış kaynaklı bir Kürt isyan hareketi (Kamışlı Olayları adıyla dünya kamuoyuna yansıdı) Beşşar Esad yönetimini tehdit etmişti. 2005 yılına gelindiğinde ise 14 Şubat günü Beyrut’ta Lübnanlı muhalif lider Refik Hariri’nin bir suikast sonucu öldürülmesi ile uluslararası kamuoyu, Lübnan’daki Suriye siyasi ve askeri gücü üzerine yoğunlaştı. Bu defa Beşşar yönetimine tehdit dış politikadan geliyordu.

ABD Suriye’den Ne İstiyor?

Suriye, Irak işgalinin ardından dünyada hegemonyasını pekiştirmeye çalışan ABD’nin siyasi ve ekonomik tecrit politikasına hedef oldu. Amerikan dış politika yapıcılarına göre terörizmi destekleyen, kitle imha silahlarına sahip, antidemokratik ve otokratik iktidar yapısının hakim olduğu Beşşar Suriyesini demokratik değişime uğratmanın yolu sert bir diplomatik baskı ve tehdit politikası olmalıydı. Bu bağlamda ABD, 2003 yılı sonundan itibaren demokratikleşmesi gereken Suriye üzerinde gücü günden güne artırılan bir uluslararası baskı politikasını uygulamaya koydu. Bu baskı ve tehdit çerçevesinde iç politikada, demokratikleşme, insan hakları ve azınlık hakları gündeme getirilerek mevcut rejime karşı gruplar harekete geçirilip rejim dönüşüm ve değişime zorlanmak istenmektedir.

ABD’nin baskı politikası, Amerikan Kongresi’nin 2003 Aralık ayında çıkardığı “Suriye'nin Sorgulanması ve Lübnan'ın Saygınlığı Yasası” ile başladı ve 2004 Mayıs ayında Suriye’ye uygulanmaya başlayan Amerikan ambargosu ile ekonomik boyuta taşındı. ABD ambargosundan iki ay önce ise Beşşar rejiminin iç politikadaki gücünü ölçen ve Suriye tarihinde hiç görülmemiş bir olay gerçekleşti. Kürtler’le Araplar arasında Türkiye sınırındaki Kamışlı kasabasında çatışmalar başladı ve kısa sürede geniş çaplı bir Kürt isyanına dönüştü. 12 Mart’ta başlayan ve onlarca kişinin öldüğü Kamışlı Olayları, Beşşar rejiminin siyasi gücünü ve meşruiyetini test eden ilk olaydır. Suriyeli Kürtler Kuzey Irak’taki Kürt kazanımlarından aldıkları ilhamla ilk defa rejime karşı bir tehdit oluşturken, olayları fırsat bilen bazı Sünni subayların Esad’a karşı darbe hazırladıkları söylentileri de ortalıkta dolaşıyordu. Beşşar aşırı askeri güç kullanmamaya özen göstererek ülke içi asayişi ve sukunet ortamını kısa sürede sağlamayı başardı. Beşşar’ın bu tavrı, yönetici kimliğiyle babası Hafız’dan ne kadar farklı olduğunu ortaya koymaktadır. Böylece ülkedeki siyasi ve askeri organları denetim altında tutabildiğini gösteren Beşşar için Kamışlı Olayları önemli bir tecrübe oldu.


Kamışlı Olayları’ndan yaklaşık bir yıl sonra Lübnan üzerinden Suriye’ye baskısını artırmayı amaçlayan Amerikan planı, Hariri suikasti ile uygulamaya kondu. Eylül ayında BM Güvenlik Konseyinin kabul ettiği 1559 nolu kararın çıkarılmasıyla planın hazırlık aşaması başlatıldı ve altı ay içinde kontrollü bir şekilde tırmandırılan kriz ve gerilim ortamının enerjisi ani bir suikastle Suriye’ye yöneltildi. 14 Şubat’tan itibaren Suriye’ye uygulanan yoğun uluslararası baskı ve Lübnan’da Suriye karşıtı gösteriler, öncelikle Lübnan Başbakanı Karami’nin istifa etmesine daha sonra da Beşşar’ın Lübnan’dan çekilme kararı ile sonuçlandı. Suriye yönetimi, Lübnan Krizi başladığından beri ABD ve Avrupalıların siyasi ve diplomatik sıkıştırmalarına karşı ne Arap dünyasından ne de Rusya, Çin gibi bölgesel güçlerden istediği desteği alamadı. Türkiye ise ABD baskısını üzerinde hissettiği bu günlerde, Lübnan krizine bir denge politikasıyla yaklaştı ve krizi en az zararla atlatmak istedi. Suriye ile ilişkilerini krizden bağımsız düşündü. (1)

Uluslararası alanda yalnızlık içine düşen Esad Suriyesi Irak işgalini gözönüne alarak öncelikle varlığını koruma kaygısına kapıldı. Beşşar Esad’ın ve Suriye yönetiminin devletin varlığını korumaya yönelik savunmacı anlayışı, Suriye’yi Lübnan ile ilgili ABD isteklerini karşılamaya yöneltti. Şu anda Suriyelilerin gerek halk gerekse yönetici sınıf düzeyinde ABD ile diyalog ve işbirliğine razı olduğu söylenebilir. Beşşar, Lübnan krizi devam ederken Saddam Hüseyin’in üvey kardeşini Irak’a teslim ederek ve Lübnan’dan Suriye Ordusunu çıkaracağını açıklayarak iyi niyetini ve işbirliği isteğini somut olarak ortaya koydu. Amerikalı yetkililerin bu diyalog imkanını iyi kullanması ve Beşşar Esad gibi Batıyı iyi tanıyan, ılımlı ve ülkesinin şartlarında modernizmin öncüsü olabilecek bir liderden (ki Orta Doğu’da bu tarz lider yok denecek kadar azdır) diplomatik yollar kullanılarak faydalanılması ABD’nin Orta Doğu’daki kalıcılığı açısından akıllıca bir dış politika davranışı olacaktır. Fakat Amerikan dış politika uygulayıcıları ve kamuoyu, Suriye’ye Lübnan baskısından sonra uygulanacak dış politika davranışı konusunda kararsızdır. Yeni Muhafazakarlara yakın bazı çevreler, Lübnan’daki olayları bir sivil demokratik devrim olarak sunmaya çalışırken, devrim hareketinin Irak’taki ABD işgali ile başladığını ve devam edeceğini iddia etmektedir. Hatta Irak İşgalini Berlin Duvarı’nın yıkılmasına bile benzetenler vardır. Bu iddia muhakkak ki işgali meşrulaştırmaktan başka bir anlam ifade etmemektedir. Orta Doğu’nun demokratikleştirilmesi sürecinin gerçekleşmesi için başta Suriye ve İran olmak üzere Amerikan baskı politikasının devam etmesi gerektiği ve kesinlikle taviz verilmemesini istenmektedir. Bir kısım Amerikan kamuoyu ise Esad rejimiyle iletişime geçilmesi yanlısıdır ve rejimin şiddet kullanmadan dönüşebileceğini savunmaktadır.

Bence ikinci grubun fikri, bölgede uygulanacak ABD politikalarının adil ve inandırıcı olabilmesini sağlayabilir. Fakat Suriye ile ABD arasında oluşacak diplomatik iletişim imkanları tek başına nihai sonuç için yeterli değildir. ABD, bir Pax Americana (Amerikan Barışı) yaratmak istiyorsa öncelikli olarak sistemi düzenleyen küresel güç olarak Orta Doğu’daki şiddete dayalı politikalarına bir son vermeli, adaletli ve kalıcı bir barış ortamı hazırlamalıdır. ABD’nin Suriye ile kuracağı diplomatik iletişimin olumlu sonuçlanması, İsrail’in işgal ettiği Suriye topraklarından (Golan Tepeleri) ve Lübnan’daki Şiba Çiftliklerinden acil bir şekilde çıkarılmasına bağlıdır. ABD’nin, Lübnan konusundaki isteklerini kabul edecek bir Suriye’ye karşı askeri bir operasyona başvurmayacağı ve baskısını siyasi/ekonomik boyutta sürdüreceği kanısındayım. Bununla birlikte İsrail’in işgal ettiği topraklardan çıkması konusunda ABD fazla ısrarcı olamayacaktır. Çünkü Orta Doğu’daki Amerikan politikasının temel taşlarından biri, İsrail’in varlığını ve çıkarlarını korumaktır. ABD’nin sürekli stratejik ortağı İsrail’i karşısına alması çok zor bir manevradır ve ancak Amerikan devlet sisteminde ve dış politika mekanizmasında yapılacak radikal dönüşümlerle olabilir.

Askeri Müdahale Bir Seçenek mi?

Peki bunlardan hiçbiri olmaz ve ABD askeri müdahale yoluyla Suriye’yi demokratikleştirmek isterse ne olur? Olası bir ABD askeri müdahalesi ve iktidarın yıkılması, iç siyasetinde hassas dengeler barındıran Suriye’de, şu an “Suriyelilik Kimliği” çerçevesinde devlet sistemine entegre olmuş azınlıkların (Dürzilerin ve Kürtlerin) ve Sünni çoğunluğun iktidar, güç ve çıkar mücadelelerini, belki de tarihsel düşmanlıkları tekrar ortaya çıkaracaktır. Siyasi ve askeri yapılanması zayıf olan Suriyeli Kürtlerin Irak’ta oldukları kadar etkin olabileceğini düşünmüyorum. Fakat Suriyeli Kürtlerin yaşadığı coğrafya, her zaman Kuzey Irak merkezli Kürt milliyetçiliğinin ve ABD’nin kullanabileceği hareket merkezi olabilir. Ulus-altı kimlikleri kışkırtılan Suriye, etnik ve dini aidiyete dayalı bir iç savaşa sürükleyebileceği gibi Filistin, Lübnan ve Ürdün’ü doğrudan, Türkiye ve İran’ı dolaylı yollardan olumsuz etkileyecektir. Irak’taki siyasi durumun aynısının Suriye’de oluşması bölge güvenliği açısında tehdit edici bir unsurdur. Hatta denebilir ki Orta Doğu’nun siyasi dengeleri, kronikleşen iki belirsizlik alanından (Filistin ve Irak) sonra Suriye’de de bir belirsizlik alanı ortaya çıkmasını kaldıramaz, muhtemelen böyle bir durum geniş çaplı bir kaos ve çatışmanın (Genişletilmiş Orta Doğu Krizi diyebiliriz) ilk habercisi olacaktır.

Beşşar Esad’ın ve Suriye’deki iktidar odaklarının, Suriye için bölgede oluşan zorlu dış politika şartları ve ABD, İsrail ve Kürt gruplarından gelen baskılara, içe kapanarak ve geleneksel siyasi yapıları muhafaza ederek karşı koyması imkansızdır. Beşşar’ın öncelikli olarak yapması gereken Suriye’nin siyasi ve ekonomik liberalleşmesini kararlı bir şekilde sürdürmek olmalıdır. Bu çerçevede öncelikli olarak ülkedeki toplumsal grupların artan ölçüde siyasal yaşama katılmaları sağlanıp, Baba Esad’ın oluşturmaya çalıştığı Suriyelilik kimliğini bütün etnik ve dini grupları kapsayacak şekilde genişletmek ve tarihsel-kültürel ortaklıklara dayalı bir vatandaşlık kimliği geliştirilmek zorundadır. Bürokratik-otokratik bir devlet yapısına sahip olan Suriye’de elit yönetici sınıf ile halk arasındaki uçurum ancak demokratik özgürlüklerin fırsat eşitliği içinde tanınması sayesinde kapatılabilir ve ortak gelecek umutları olan bir Suriye oluşturulabilir. Anayasal tecrübeleri ve laik bir devlet yapısı ile Suriye, demokratikleşme açısından Orta Doğu’nun en avantajlı ülkelerinden biridir. Suriye, etnik ve dini çeşitliliğine rağmen milli devlet oluşturmak ve ulusal düzeyde entegrasyon sağlamak açısından tarihsel ve entelektüel birikime sahiptir ve diğer Arap ülkelerinden bir adım öndedir. Beşşar Esad’ın, radikal dönüşümleri ülke içi dengeleri ve siyasi meşruiyetini koruyarak nasıl gerçekleştireceği sorusu aynı zamanda güçlü ve karizmatik lider kimliğine ne kadar sahip olduğunu da ortaya koyacaktır.

Son olarak yakın gelecekte Suriye’yi ve Beşşar Esad’ı iç ve dış politikada zor günler beklediği görülmektedir. Beşşar Esad yönetimi dış baskıları ortadan kaldırmadığı sürece her yıl özellikle Şubat ve Mart aylarını gergin ve rahatsız geçirecektir. Suriye rejimi için 12 Mart’ta Kamışlı Olayları’nın ve 16 Mart’ta Halepçe Katliamı’nın yıl dönümleriyle başlayan ve Nevruz kutlamalarına uzanan günler, dış etkilerin tesirinde kalabilecek Suriyeli Kürt grupların tehdit kaynağına dönüşebilir. Hariri’nin öldürüldüğü 14 Şubat günü ise Suriye halkı için Lübnan’ın kaybedildiği gün olarak akıllarda kalacak ve psikolojik bir huzursuzluğa yolaçacaktır.

(1) Hariri suikastinin yarattığı kriz ortamından uzak durmaya ve ABD ile ilişkileri germemeye özen gösteren Türkiye Hükümeti’nin pasif dış politika tavrına karşılık sivil toplum örgütleri olarak “Doğu Konferansı Girişimi” öncülüğünde Türk entelektüellerin Suriye’yi uluslararası baskıya karşı destek vermek için ziyaret etmesi Türk kamuoyunda olmasa da Arap basınında ve halk düzeyinde önemli tesirler bırakmıştır. Türkiye, Batılıların demokratikleştirmeden ve özgürlükten bahsettiği Orta Doğu coğrafyasında demokrasinin önemli koşullarından biri olan sivil toplum örgütlerini dış politikada etkin olarak kullanmıştır. “Doğu Konferansı Girişimi” nin eylemi, Türk dış politikasının küçük bir yönetici elit sınıfın tavrıyla sınırlı kalmadığını ve STA’ların önemini Arap ülkelerine gösteren başarılı bir girişimdir.