Yasin Atlıoğlu
Son günlerde Irak’ta bir “iç savaş” çıkma olasılığı, dünya kamuoyunda en çok konuşulan konulardan biri olarak yeraldı. ABD’nin direnişçilerin önemli merkezlerinden biri olduğu gerekçesiyle Telafer’de başlattığı askeri operasyon ile tırmanan gerginlik terör örgütü El Kaide’nin Irak temsilcisi Ebu Musab El Zarkavi’nin Şiilere topyekün savaş açtığını ilan etmesiyle iç savaş olasılıklarının tartışıldığı bir ortamı ortaya çıkardı.
ABD’nin 2003 yılındaki askeri müdahalesinden günümüze Irak’ta 200 bine yakın insanın ölümü ve birçok olumsuzluğa rağmen komşu ülkelerin de içine çekilebilecek bir Sünni-Şii savaşının çıkmaması olumlu bir durum olarak görülüyordu. Fakat son altı ayda yaşanan gelişmeler bu olumlu durumun, Irak Anayasasının hazırlanma süreci ile paralellik arz eder biçimde ortadan kalkmakta olduğunu ve Irak’ın ciddi bir kaosa sürüklendiğini veya öyle gösterilmek istendiğini görmekteyiz. Bu bağlamda Telafer’de olan olayları, Irak’ın yeniden yapılandırılması sürecinin bir parçası olarak değerlendirmemiz konunun daha iyi anlaşılmasını sağlayacaktır.
Irak’ta Güvenlik ve Demokrasi
Genelde Orta Doğu ile özelde ise Irak ile ilgili söylemlerde son yıllarda en çok kullanılan iki kavram, güvenlik ve demokrasi olmaktadır. Bu iki kavram, zaman zaman bölge dışından gelen siyasi ve askeri müdahalelere meşruluk zemini hazırladığı gibi güvenliğin sağlanamadığı bir ortamda demokrasi yönünde çabalar ortaya koymak sonuçsuz eylem biçimleri olmanın ötesine geçemeyecektir. ABD’nin 2003 yılında askeri müdahaleyle Saddam’ın Baas rejiminı yıkması, eski rejimin siyasi, ekonomik ve sosyal yapılanmalarının da tamamen ortadan kalkmasına yol açmıştır. Bu tarihten sonra ABD öncülüğünde yeni bir Irak devletinin yapılandırma süreci başlatıldı. ABD öncelikle Sünni Arapların Irak iktidarında sahip olduğu gücü kırıp klasik siyasi dengeleri ortadan kaldırmayı amaçladı. Böylece çoğunluğa sahip olan Şiiler ve ayrıcalıklı bir azınlık konumuna yükselen Iraklı Kürtler, Irak’ın yeni siyasi aktörleri olarak ortaya çıktı. Günümüzde hala devam etmekte olan yeniden yapılandırma süreci içinde, Irak’ta devlet kavramından ve güvenlikten bahsedilememekle beraber ABD askeri müdahalesinin de işgale dönüştüğü görülmektedir.Bu noktada sorulması gereken soru, Irak’ta güven ortamının ortaya çıkmasını engelleyen direnişin boyutunun ne olduğu ve direnişin ABD işgalini meşrulaştırıcı bir rolünün olup olmadığıdır.
Irak’ta ABD işgaline karşı başını Baascı ve İslamcı grupların başını çektiği bir direnişin olduğu açıktır. Irak’ta düzensiz ve münferit yapılan saldırılarla başlayan direniş hareketi, gittikçe bir gerila savaşı haline gelmiştir. Baasçı gruplar bu saldırıları ulusal kurtuluş savaşı, İslamcılar ise Cihad olarak tanımlarken, ABD kararalıcılarıyla Iraklı Şii (Sadr hariç) ve Kürt otoritelere göre saldırıları düzenleyenler topyekün Irak’ın huzurunu bozmak isteyen ve demokrasi düşmanı teröristlerdir. Bu çerçevede ABD birlikleri, direnişçileri yok etme adına zaman zaman sivilleri de hedef alan büyük çaplı operasyonlara girişmiştir. Felluce’de ve Telafer’de katliam boyutlarına ulaşan bu operasyonlara, Eylül başından beri devam eden Telafer Operasyonu ile biri yenisi daha eklendi. Güvenliği sağlama adına yapılan operasyonların ABD’nin Şii ve Kürtleri destekleyen planlamalarına hizmet ettiği görülmektedir. Yine elimizdeki veriler, ABD’nin Irak’ta “kontrollü bir gerginlik” ortaya çıkarıp çıkarları doğrultusunda kullandığını da göstermektedir. Örneğin 30 Ocak Seçimleri öncesinde direnişcilerin artan saldırıları, seçimin olduğu gün katılımı engelleme adına artış göstermesi beklenirken aksine normal bir güne göre azalış göstermiş, 13 ciddi eylem olmuş ve 37 kişi ölmüştür. Bu sayılar Irak’taki günlük saldırı ve ölü ortalamasının oldukça altındadır. Seçim günü güvenliğin kısmen sağlanması seçimlere katılım oranının %59 gibi yüksek bir oranda gerçekleşmesine yol açan önemli nedenlerden biri oldu. Bu durum ve buna benzer pek çok örnek ABD’nin direnişi olduğundan daha fazla abarttığını ve gerektiğinde denetleyebildiğini göstermektedir. ABD’nin şu an ki kararalıcıları en az beş yıl daha Irak’ta kalmayı ulusal çıkarlarına uygun bulmaktadır ve ABD Irak’ta olduğu sürece direniş hareketini ülkedeki askeri varlığını ve eylemlerini meşrulaştırıcı bir etken olarak kullanacaktır.
Telafer Operasyonu ve 15 Ekim Anayasa Referandumu
ABD askerleri ve Irak ulusal güçleri, Eylül başından beri kuşatma altında tutukları Telafer’e 10 Eylül gecesi askeri bir operasyon başlattılar. Telafer Amerikan uçakları tarafından havadan bombalandıktan sonra kentin içine tank ve ağır silahlarla girildi. Operasyonun amacı, 15 Ekim’de yapılacak anayasa referandumundan önce ülke genelinde güvenliği sağlamak için Telafer’deki direnişçileri yok etmek olarak açıklanıyordu. Irak’ın Şii Başbakanı İbrahim Caferi, Irak halkına karşı suç işleyen teröristleri yok etmek için Telafer operasyonunun başladığını söyleyerek askeri operasyona tam destek ve onay vermiştir. Telafer’e yapılan saldırı sonucu, kentte siviller dahil pekçok kişinin öldüğü haberleri gelirken halkının büyük bir kısmı da kenti terk ederek zorunda kaldı. Şu an kenti terk eden Telafer halkı kent dışındaki çadır kentlerde yaşamaya mahkum edilmiş durumdadır. Telafer’de bu gelişmeler olurken Irak Savunma Bakanı Sadun el Duleymi, Telafer operasyonunun ardından Ramadi, Samarra, Rave ve Suriye sınırındaki Kaim kentlerinde de direnişçilere karşı operasyonlar yapılacağı söyleyerek operasyonun Irak geneline yayılacağına işaret etmiştir.
Bu operasyonlar ile Irak’ın geleceğini belirleyecek hukuki metin olan yeni Irak anayasası arasında ilişkiye biraz daha yakından bakalım. Sünnilerin katılmadığı 30 Ocak seçimleriyle Şii ve Kürt ağırlıklı oluşan Irak Ulusal Meclisi’nden çıkan hükümet, 55 kişilik bir Anayasa Hazırlama Komisyonu oluşturdu ve 15 Ağustos’a kadar yeni anayasa taslağı hazırlamakla görevlendirdi. 15 Sünni üyenin yer aldığı komisyonun hazırladığı taslak metin, Sünni üyelerinin itirazlarına rağmen Ağustos sonunda Ulusal Meclis tarafından kabul edildi. Bu durum Şiiler ve Kürtlerin, Sünnilerin siyasal sürece katılmaları konusunda pek de istekli olmadıklarını tekrar gösterdi. Anayasa taslağının kabulünden sonra Anayasa Komisyonu’nun üst düzey Sünni müzakerecisi Salih El Mutlak, bu anayasa taslağının Irak’ı parçalanmaya götürüceğini söylemişti. Irak Cumhurbaşkanı Celal Talabani ise Sünnilerin anayasa taslağına karşı çıkışlarını demokrasinin bir parçası olarak değerlendirerek Şiilerin ve Kürtlerin kazanımlarını yine “demokrasi” kavramıyla meşrulaştırmak istemektedir. Şiiler ve Kürtler tarafından ABD’nin kontrolünde hazırlanan Anayasa taslağınının ilk maddesi, yeni Irak’ı demokratik, federal ve parlamenter bir rejim olarak tanımlamaktadır. Böylece öncelikle Kürtlerin ve Şiilere tam bağımsızlık isteklerini teşvik edecek özerklikler verilerek ülkede etnik ve dini yerelleşmenin ve parçalanmanın önü açılmıştır. Yine “İslami Terörizm” terimini sık sık kullanan ABD’li kararalıcılar, Afganistan Anayasası’nda olduğu gibi Irak anayasa taslağına da İslam’la ilgili atıfların girmesini engellememiştir. İslamı yasamanın önde gelen kaynağı ve devletinin resmi dini olarak gören taslak, teokratik bir yönetim tarzına zemin hazırlamaktadır. Anayasa taslağında eski rejimin izlerini silmeye yönelik olarak Saddam Hüseyin’in Baas Partisiyle ilişkili kişilerin, yeni dönemde siyaseten tecrit erdilmesiyle ilgili bir maddede sözkonusudur. Bu maddenin bir yönüyle Baas yönetiminde iktidara yakın olan Sünnilerin siyasete katılmalarını engellemeyi amaçladığı söylenebilir. Sünni Arapların ve bölgedeki Arap ülkelerinin en fazla tepki gösterdikleri maddelerden biri “Irak İslam dünyasının bir parçasıdır, Irak Arapları da Arap Ulusunun bir parçasıdır” diyerek Arap Birliği’nin kurucuları arasında yer alan Irak’ın artık bir Arap devleti olmadığının ortaya konmasıdır. Arap Birliği Genel Sekreteri Amr Musa da yeni anayasa taslağında yer alan bu ifadesiyi sert bir şekilde eleştirdi. Bununla birlikte federal Irak’ın resmi dilinin Arapça ve Kürtçe olması, yani %18’lik bir etnik azınlığın dilinin resmi dil olması gerek Irak’ın parçalanma tehlikesini ortaya koymakta gerekse bölgedeki diğer ülkelere örnek teşkil etmesi açısından tehdit olarak algılanmaktadır. Anayasa taslağının birkaç ana maddesine bakmak bile Salih El Mutlak’ın sözlerinde ne kadar haklı olduğunu ortaya koymaktadır. Son tahlilde hazırlanan anayasanın Sünnileri ve Türkmenleri siyasal sürecin dışında bırakmakla birlikte iktidarı aralarında paylaşan Şii ve Kürtlerle diğer gruplar arasında düşmanlıkları arttırdığı söylenebilir. Bu kadar antidemokratik ve adaletsiz olan ve belli gruplara ayrıcalıklı statü kazandıran bir anayasa karşısında Sünnilerin ve Türkmenlerin tek fırsatları, Irak Geçici Devlet Yasasına göre, 15 Ekim’de yapılacak anayasa referandumunda 18 vilayetten en az üç tanesinde 3/2 çoğunlukla anayasa taslağını reddetmektir. Eğer bu durum sağlanırsa Anayasa yapım süreci tekrar baştan başlayacak ve yeniden yapılacak seçimlerle oluşan ulusal mecliste Sünnilere ve Türkmenlere temsil edilme yolu açılacaktır. Normal şartlarda en az dört vilayette çoğunluk olan Sünniler, birlikte hareket edip referanduma yüksek bir oranda katılım sağlarlarsa anayasa taslağını rahatlıkla reddedebilirler. Hatta Şiiler içerisinde, siyasal süreçten dışlanan ve Arap etnik kimliği güçlü olan Muktada Es Sadr da, ABD askerleri Irak’tan çıkmadan hazırlanacak her metne karşı olduğunu söyleyerek referandumda red oyu kullanacağının sinyalini vermiştir. Tabi ki bunların hepsi güvenliğin olduğu bir ortam sağlanabildiği ve adil bir referandum yapılması halinde söz konusu olabilecektir.
Yeni anayasa taslağını ve siyasi süreci gördükten sonra Sünniler ve Türkmenler için 15 Ekim referandumunun ne kadar önemli olduğu daha iyi anlaşılmaktadır. Şu an ABD ve Irak ulusal güçlerinin Telafer başta olmak üzere yaptıkları saldırılar, Sünnileri ve Türkmenlerin yoğun oldukları bölgelerdeki gücünü kırmayı amaçlamakta ve siyasal sürecin işlemesinde stratejik önem arz etmektedir. Bu durumda, zor şartlarda çadırlarda yaşayan Telafer halkının, en azından kısa dönemde siyasete yabancılaşacaklarını ve ilgisizleşeceklerini söyleyebiliriz. Demokrasinin ilk ilkesi olan “Yaşama Hakkı”nın kullanılamadığı Telafer’de 15 Ekim’deki referandumda katılımın yüksek olmasını beklemek gerçekçi değildir. Bununla birlikte yoğun Türkmen nüfusun yaşadığı Telafer’de, Sünni Türkmen gücü kırılarak demokrafik yapının Şii Türkmenler ve Kürtler lehine değiştirilmesi tehdidi de sözkonusu olabilir. Yine yakın bir gelecekte Suriye ve Türkiye’ye açılacak Sincar ve Ovaköy sınır kapıları, Telafer’i stratejik ve kontrol edilmesi gereken bir kent haline getirmektedir. Sonuç olarak Telefar’de operasyona katılan Irak ulusal güçlerinin içinde yoğun olarak Kürt peşmergelerin yer alması ve Telafer’deki Şii Türkmenlerin istihbarat amaçlı kullanılması, bu operasyonun kentteki Sünni Arap ve Sünni Türkmenleri hedef aldığını doğrulamaktadır.
Irak’ta İç Savaş Olasılığı
Anayasa taslağının Sünniler ve Sünni Türkmenler üzerinde yarattığı olumsuzluklar ve Telafer’de sivil halkı da kapsayan ve katliam boyutundaki askeri operasyon, aşırı İslamcı El Kaide terör örgütünün Irak sorumlusu Ebu Musab El Zerkavi’nin Şiileri hadef alan ve Irak’ta Sünni-Şii çatışmasını başlatması için gerekli ortamı sunmuştur. 2005 yılı başından beri Şii camileri hedef alan saldırılar düzenleyen Zerkavi önderliğindeki İslami gruplar, Zerkavi’nin yaz başında Şii El Hakim Ailesi’nin Bedr Tugaylarına karşı savaşmak üzere Ömer Tugayları isimli yeni bir örgüt kurduğunu açıklamasıyla Şiilere karşı saldırgan tutumunu somutlaştırmıştır. Zerkavi, 11 Eylül’de yaptığı açıklamada, Telafer saldırılarının intikamını almak için Şiiler karşı topyekün savaş ilan ederken Irak’ta başlayacak bir Sünni-Şii savaşını bölgeye yayma istediğini ortaya koymuştur. Bu açıklamadan sonra Amerikan isthbarat kaynaklarının Irak’ta iç savaş tehditinden bahsetmesi ise Zerkavi’nin açıklamalarını, işgali meşrulaştırmak için ABD’nin kullanmak istemesi olarak algılanabilir. Irak’ta Zerkavi gibi Sünni radikaller ve yönetimde bulunan bazı Şii radikal gruplar, tarihsel düşmanlıklar ve ön yargıyla hareket ederek Irak’ı kan gölüne çevirecek ve istikrarsızlığa sürükleyecek bir iç savaşa neden olabilirler. Hatta bu iç savaşa bölge ülkeleri de doğrudan müdahil olup Sünni-Şii çatışması, sınırları içinde Şii azınlık bulunduran Suudi Arabistan, Lübnan gibi ülkelere yayılma potansiyeli taşıyabilir. Fakat modern Irak’ın kurulmasından sonra gerek Arap milliyetçiliğinin tesiriyle oluşan Iraklı Arap kimliği gerekse Sünni ve Şiiler arasında evlilik, ticaret gibi yollarla sağlanan entegrasyon, iki toplum arasındaki mezhepsel uçurumu giderek kapatmıştır. Bu durum, radikaller arasında başlayacak bir savaşın çok kolay bir şekilde Irak geneline yayılmasını engelleyecektir. Yine Irak’ta mezhepsel birliktelikler güçlü olsa da aşiret ve aile tarzı daha küçük sosyal birliktelikler ve çıkarlar mezhepsel bağlara ağır basabilmektedir. Gerilimin artığı şu günlerde Irak’taki Sünni ve Şii liderlerin sağduyulu davranıp radikal unsurların şiddeti artırma çabalarına karşı koyması birleşik ve istikrarlı bir Irak’ın devam edebilmesi açısından çok önemlidir.
Irak’taki Son Gelişmeler Karşısında Türkiye’nin Tutumu
Günümüzde Türk dış politikasının en zayıf halkalarından birini Irak politikası oluşturmaktadır. Uzun süre Irak politikasını sadece Kuzey Irak politikası, Türkmen politikasını da Sünni Türkmenler politikası olarak algılayan Türk karar alıcılar, yapılan ABD askeri müdahalesi sonrası Irak’ta ortaya çıkan değişken dengeler üzerinde yeterince etkili olmayı becerememiştir. Bunun uluslararası konjonktürden kaynaklanan nedenleri olduğu gibi Türk dış politikasının Irak’la ilgili planlama ve vizyon eksikliği de sözkonusudur. Türkiye’nin Irak politikasında temel iki söylem, “kırmızı çizgilerin korunması” ve “Irak devletinin toprak bütünlüğünün korunması” olmuştur.
Seçimler sonucu Irak’ta oluşan Şii ve Kürt ağırlıklı siyasi dengeler ve anayasa taslağında belirtilen federalizm kavramı çerçevesinde Kuzey Irak’ta yakın bir gelecekte bir Kürt devletinin kurulacak olması, Türkiye’nin iki temel dış politika söyleminin etkisiz hale gelmesine neden olmuştur. Bununla birlikte Irak anayasa taslağında dinin ön plana çıkarılması, Türkiye’nin laik yapısı için önemli bir tehdit oluşturacağı gibi bölgede dini refarans alan radikal siyasi akımları harekete geçirecektir. Bu yüzden hazırlanan anayasa taslağının 15 Ekim referandumunda kabul edilmemesi Türkiye açısından önem arz etmektedir ve yeniden başlayacak siyasal sürece Sünniler ve Türkmenlerin aktif olarak katılması Türk karar alıcıları bir süre için rahatlatabilir. Bu çerçevede Telafer’de yapılan operasyona Türkiye’nin tepkisiz kalması uzun vadede bölgesel çıkarlarını olumsuz etkileyecektir. Yine yeni açılacak sınır kapısından dolayı stratejik önemi olan Telafer’in Kürtler ve Şii Türkmenlerin kontrolüne geçmesi, Türkiye’nin siyasi ve ticari planlamalarına darbe vuracaktır. Buna rağmen Türk hükümeti, 2005 başından beri gergin olan Türk-Amerikan ilişkilerini düzeltme adına Telafer’deki operasyona ciddi tepkisini gösteren üst düzey resmi bir açıklama yapmamayı tercih etmiştir. Türkiye, hiçbir insani yardım kurumunun bulunmadığı Telafer’e Kızılay İnsani Yardım Ekibi’ni göndererek bölgede varlığını hissettirmek istese de ABD askerleri ve Kürt peşmergeler tarafından insani yardımın ulaştırılması engellenmiş ve bir kısmı yağmalanmıştır. Her ne kadar Türk Kızılay Ekibi Türkmenler tarafında büyük bir çoşku ve sempatiyle karşılansa da siyasi söylemle desteklenmeyen insani yardım girişimi amacına tam olarak ulaşamamıştır. 30 Ocak seçimleriyle Kerkük’ü büyük ölçüde Kürt varlığına teslim eden Türkiye, 15 Ekim öncesi referandum kayıtlarının sürdüğü bir dönemde Kuzey Irak’taki önemli Türkmen kenti Telafer’de olan olaylara tepki göstermeyerek dış politikada önemli bir stratejik hata yapmak üzeredir.
Eğer 15 Ekim’de bu anayasa taslağı kabul edilirse Türkiye’nin federal ve dini referans alan bir Irak yönetimiyle ilişkiler kurmasını sağlayacak yeni bir Irak politikasına ihtiyacı olacaktır. Aynı zamanda Türkiye için yeni dönemde en önemli bölgesel tehditler, aşırı Kürt milliyetçiliği ve radikal İslam ideolojileri yoluyla Irak fedarasyonu merkezli oluşacaktır. Belki de Irak’ta Sünnileri dışlayan yapı, iç savaşa dönüşüp bölgesel istikrarsızlıklara ve genel bir Orta Doğu krizine yol açacaktır.
ABD’nin 2003 yılındaki askeri müdahalesinden günümüze Irak’ta 200 bine yakın insanın ölümü ve birçok olumsuzluğa rağmen komşu ülkelerin de içine çekilebilecek bir Sünni-Şii savaşının çıkmaması olumlu bir durum olarak görülüyordu. Fakat son altı ayda yaşanan gelişmeler bu olumlu durumun, Irak Anayasasının hazırlanma süreci ile paralellik arz eder biçimde ortadan kalkmakta olduğunu ve Irak’ın ciddi bir kaosa sürüklendiğini veya öyle gösterilmek istendiğini görmekteyiz. Bu bağlamda Telafer’de olan olayları, Irak’ın yeniden yapılandırılması sürecinin bir parçası olarak değerlendirmemiz konunun daha iyi anlaşılmasını sağlayacaktır.
Irak’ta Güvenlik ve Demokrasi
Genelde Orta Doğu ile özelde ise Irak ile ilgili söylemlerde son yıllarda en çok kullanılan iki kavram, güvenlik ve demokrasi olmaktadır. Bu iki kavram, zaman zaman bölge dışından gelen siyasi ve askeri müdahalelere meşruluk zemini hazırladığı gibi güvenliğin sağlanamadığı bir ortamda demokrasi yönünde çabalar ortaya koymak sonuçsuz eylem biçimleri olmanın ötesine geçemeyecektir. ABD’nin 2003 yılında askeri müdahaleyle Saddam’ın Baas rejiminı yıkması, eski rejimin siyasi, ekonomik ve sosyal yapılanmalarının da tamamen ortadan kalkmasına yol açmıştır. Bu tarihten sonra ABD öncülüğünde yeni bir Irak devletinin yapılandırma süreci başlatıldı. ABD öncelikle Sünni Arapların Irak iktidarında sahip olduğu gücü kırıp klasik siyasi dengeleri ortadan kaldırmayı amaçladı. Böylece çoğunluğa sahip olan Şiiler ve ayrıcalıklı bir azınlık konumuna yükselen Iraklı Kürtler, Irak’ın yeni siyasi aktörleri olarak ortaya çıktı. Günümüzde hala devam etmekte olan yeniden yapılandırma süreci içinde, Irak’ta devlet kavramından ve güvenlikten bahsedilememekle beraber ABD askeri müdahalesinin de işgale dönüştüğü görülmektedir.Bu noktada sorulması gereken soru, Irak’ta güven ortamının ortaya çıkmasını engelleyen direnişin boyutunun ne olduğu ve direnişin ABD işgalini meşrulaştırıcı bir rolünün olup olmadığıdır.
Irak’ta ABD işgaline karşı başını Baascı ve İslamcı grupların başını çektiği bir direnişin olduğu açıktır. Irak’ta düzensiz ve münferit yapılan saldırılarla başlayan direniş hareketi, gittikçe bir gerila savaşı haline gelmiştir. Baasçı gruplar bu saldırıları ulusal kurtuluş savaşı, İslamcılar ise Cihad olarak tanımlarken, ABD kararalıcılarıyla Iraklı Şii (Sadr hariç) ve Kürt otoritelere göre saldırıları düzenleyenler topyekün Irak’ın huzurunu bozmak isteyen ve demokrasi düşmanı teröristlerdir. Bu çerçevede ABD birlikleri, direnişçileri yok etme adına zaman zaman sivilleri de hedef alan büyük çaplı operasyonlara girişmiştir. Felluce’de ve Telafer’de katliam boyutlarına ulaşan bu operasyonlara, Eylül başından beri devam eden Telafer Operasyonu ile biri yenisi daha eklendi. Güvenliği sağlama adına yapılan operasyonların ABD’nin Şii ve Kürtleri destekleyen planlamalarına hizmet ettiği görülmektedir. Yine elimizdeki veriler, ABD’nin Irak’ta “kontrollü bir gerginlik” ortaya çıkarıp çıkarları doğrultusunda kullandığını da göstermektedir. Örneğin 30 Ocak Seçimleri öncesinde direnişcilerin artan saldırıları, seçimin olduğu gün katılımı engelleme adına artış göstermesi beklenirken aksine normal bir güne göre azalış göstermiş, 13 ciddi eylem olmuş ve 37 kişi ölmüştür. Bu sayılar Irak’taki günlük saldırı ve ölü ortalamasının oldukça altındadır. Seçim günü güvenliğin kısmen sağlanması seçimlere katılım oranının %59 gibi yüksek bir oranda gerçekleşmesine yol açan önemli nedenlerden biri oldu. Bu durum ve buna benzer pek çok örnek ABD’nin direnişi olduğundan daha fazla abarttığını ve gerektiğinde denetleyebildiğini göstermektedir. ABD’nin şu an ki kararalıcıları en az beş yıl daha Irak’ta kalmayı ulusal çıkarlarına uygun bulmaktadır ve ABD Irak’ta olduğu sürece direniş hareketini ülkedeki askeri varlığını ve eylemlerini meşrulaştırıcı bir etken olarak kullanacaktır.
Telafer Operasyonu ve 15 Ekim Anayasa Referandumu
ABD askerleri ve Irak ulusal güçleri, Eylül başından beri kuşatma altında tutukları Telafer’e 10 Eylül gecesi askeri bir operasyon başlattılar. Telafer Amerikan uçakları tarafından havadan bombalandıktan sonra kentin içine tank ve ağır silahlarla girildi. Operasyonun amacı, 15 Ekim’de yapılacak anayasa referandumundan önce ülke genelinde güvenliği sağlamak için Telafer’deki direnişçileri yok etmek olarak açıklanıyordu. Irak’ın Şii Başbakanı İbrahim Caferi, Irak halkına karşı suç işleyen teröristleri yok etmek için Telafer operasyonunun başladığını söyleyerek askeri operasyona tam destek ve onay vermiştir. Telafer’e yapılan saldırı sonucu, kentte siviller dahil pekçok kişinin öldüğü haberleri gelirken halkının büyük bir kısmı da kenti terk ederek zorunda kaldı. Şu an kenti terk eden Telafer halkı kent dışındaki çadır kentlerde yaşamaya mahkum edilmiş durumdadır. Telafer’de bu gelişmeler olurken Irak Savunma Bakanı Sadun el Duleymi, Telafer operasyonunun ardından Ramadi, Samarra, Rave ve Suriye sınırındaki Kaim kentlerinde de direnişçilere karşı operasyonlar yapılacağı söyleyerek operasyonun Irak geneline yayılacağına işaret etmiştir.
Bu operasyonlar ile Irak’ın geleceğini belirleyecek hukuki metin olan yeni Irak anayasası arasında ilişkiye biraz daha yakından bakalım. Sünnilerin katılmadığı 30 Ocak seçimleriyle Şii ve Kürt ağırlıklı oluşan Irak Ulusal Meclisi’nden çıkan hükümet, 55 kişilik bir Anayasa Hazırlama Komisyonu oluşturdu ve 15 Ağustos’a kadar yeni anayasa taslağı hazırlamakla görevlendirdi. 15 Sünni üyenin yer aldığı komisyonun hazırladığı taslak metin, Sünni üyelerinin itirazlarına rağmen Ağustos sonunda Ulusal Meclis tarafından kabul edildi. Bu durum Şiiler ve Kürtlerin, Sünnilerin siyasal sürece katılmaları konusunda pek de istekli olmadıklarını tekrar gösterdi. Anayasa taslağının kabulünden sonra Anayasa Komisyonu’nun üst düzey Sünni müzakerecisi Salih El Mutlak, bu anayasa taslağının Irak’ı parçalanmaya götürüceğini söylemişti. Irak Cumhurbaşkanı Celal Talabani ise Sünnilerin anayasa taslağına karşı çıkışlarını demokrasinin bir parçası olarak değerlendirerek Şiilerin ve Kürtlerin kazanımlarını yine “demokrasi” kavramıyla meşrulaştırmak istemektedir. Şiiler ve Kürtler tarafından ABD’nin kontrolünde hazırlanan Anayasa taslağınının ilk maddesi, yeni Irak’ı demokratik, federal ve parlamenter bir rejim olarak tanımlamaktadır. Böylece öncelikle Kürtlerin ve Şiilere tam bağımsızlık isteklerini teşvik edecek özerklikler verilerek ülkede etnik ve dini yerelleşmenin ve parçalanmanın önü açılmıştır. Yine “İslami Terörizm” terimini sık sık kullanan ABD’li kararalıcılar, Afganistan Anayasası’nda olduğu gibi Irak anayasa taslağına da İslam’la ilgili atıfların girmesini engellememiştir. İslamı yasamanın önde gelen kaynağı ve devletinin resmi dini olarak gören taslak, teokratik bir yönetim tarzına zemin hazırlamaktadır. Anayasa taslağında eski rejimin izlerini silmeye yönelik olarak Saddam Hüseyin’in Baas Partisiyle ilişkili kişilerin, yeni dönemde siyaseten tecrit erdilmesiyle ilgili bir maddede sözkonusudur. Bu maddenin bir yönüyle Baas yönetiminde iktidara yakın olan Sünnilerin siyasete katılmalarını engellemeyi amaçladığı söylenebilir. Sünni Arapların ve bölgedeki Arap ülkelerinin en fazla tepki gösterdikleri maddelerden biri “Irak İslam dünyasının bir parçasıdır, Irak Arapları da Arap Ulusunun bir parçasıdır” diyerek Arap Birliği’nin kurucuları arasında yer alan Irak’ın artık bir Arap devleti olmadığının ortaya konmasıdır. Arap Birliği Genel Sekreteri Amr Musa da yeni anayasa taslağında yer alan bu ifadesiyi sert bir şekilde eleştirdi. Bununla birlikte federal Irak’ın resmi dilinin Arapça ve Kürtçe olması, yani %18’lik bir etnik azınlığın dilinin resmi dil olması gerek Irak’ın parçalanma tehlikesini ortaya koymakta gerekse bölgedeki diğer ülkelere örnek teşkil etmesi açısından tehdit olarak algılanmaktadır. Anayasa taslağının birkaç ana maddesine bakmak bile Salih El Mutlak’ın sözlerinde ne kadar haklı olduğunu ortaya koymaktadır. Son tahlilde hazırlanan anayasanın Sünnileri ve Türkmenleri siyasal sürecin dışında bırakmakla birlikte iktidarı aralarında paylaşan Şii ve Kürtlerle diğer gruplar arasında düşmanlıkları arttırdığı söylenebilir. Bu kadar antidemokratik ve adaletsiz olan ve belli gruplara ayrıcalıklı statü kazandıran bir anayasa karşısında Sünnilerin ve Türkmenlerin tek fırsatları, Irak Geçici Devlet Yasasına göre, 15 Ekim’de yapılacak anayasa referandumunda 18 vilayetten en az üç tanesinde 3/2 çoğunlukla anayasa taslağını reddetmektir. Eğer bu durum sağlanırsa Anayasa yapım süreci tekrar baştan başlayacak ve yeniden yapılacak seçimlerle oluşan ulusal mecliste Sünnilere ve Türkmenlere temsil edilme yolu açılacaktır. Normal şartlarda en az dört vilayette çoğunluk olan Sünniler, birlikte hareket edip referanduma yüksek bir oranda katılım sağlarlarsa anayasa taslağını rahatlıkla reddedebilirler. Hatta Şiiler içerisinde, siyasal süreçten dışlanan ve Arap etnik kimliği güçlü olan Muktada Es Sadr da, ABD askerleri Irak’tan çıkmadan hazırlanacak her metne karşı olduğunu söyleyerek referandumda red oyu kullanacağının sinyalini vermiştir. Tabi ki bunların hepsi güvenliğin olduğu bir ortam sağlanabildiği ve adil bir referandum yapılması halinde söz konusu olabilecektir.
Yeni anayasa taslağını ve siyasi süreci gördükten sonra Sünniler ve Türkmenler için 15 Ekim referandumunun ne kadar önemli olduğu daha iyi anlaşılmaktadır. Şu an ABD ve Irak ulusal güçlerinin Telafer başta olmak üzere yaptıkları saldırılar, Sünnileri ve Türkmenlerin yoğun oldukları bölgelerdeki gücünü kırmayı amaçlamakta ve siyasal sürecin işlemesinde stratejik önem arz etmektedir. Bu durumda, zor şartlarda çadırlarda yaşayan Telafer halkının, en azından kısa dönemde siyasete yabancılaşacaklarını ve ilgisizleşeceklerini söyleyebiliriz. Demokrasinin ilk ilkesi olan “Yaşama Hakkı”nın kullanılamadığı Telafer’de 15 Ekim’deki referandumda katılımın yüksek olmasını beklemek gerçekçi değildir. Bununla birlikte yoğun Türkmen nüfusun yaşadığı Telafer’de, Sünni Türkmen gücü kırılarak demokrafik yapının Şii Türkmenler ve Kürtler lehine değiştirilmesi tehdidi de sözkonusu olabilir. Yine yakın bir gelecekte Suriye ve Türkiye’ye açılacak Sincar ve Ovaköy sınır kapıları, Telafer’i stratejik ve kontrol edilmesi gereken bir kent haline getirmektedir. Sonuç olarak Telefar’de operasyona katılan Irak ulusal güçlerinin içinde yoğun olarak Kürt peşmergelerin yer alması ve Telafer’deki Şii Türkmenlerin istihbarat amaçlı kullanılması, bu operasyonun kentteki Sünni Arap ve Sünni Türkmenleri hedef aldığını doğrulamaktadır.
Irak’ta İç Savaş Olasılığı
Anayasa taslağının Sünniler ve Sünni Türkmenler üzerinde yarattığı olumsuzluklar ve Telafer’de sivil halkı da kapsayan ve katliam boyutundaki askeri operasyon, aşırı İslamcı El Kaide terör örgütünün Irak sorumlusu Ebu Musab El Zerkavi’nin Şiileri hadef alan ve Irak’ta Sünni-Şii çatışmasını başlatması için gerekli ortamı sunmuştur. 2005 yılı başından beri Şii camileri hedef alan saldırılar düzenleyen Zerkavi önderliğindeki İslami gruplar, Zerkavi’nin yaz başında Şii El Hakim Ailesi’nin Bedr Tugaylarına karşı savaşmak üzere Ömer Tugayları isimli yeni bir örgüt kurduğunu açıklamasıyla Şiilere karşı saldırgan tutumunu somutlaştırmıştır. Zerkavi, 11 Eylül’de yaptığı açıklamada, Telafer saldırılarının intikamını almak için Şiiler karşı topyekün savaş ilan ederken Irak’ta başlayacak bir Sünni-Şii savaşını bölgeye yayma istediğini ortaya koymuştur. Bu açıklamadan sonra Amerikan isthbarat kaynaklarının Irak’ta iç savaş tehditinden bahsetmesi ise Zerkavi’nin açıklamalarını, işgali meşrulaştırmak için ABD’nin kullanmak istemesi olarak algılanabilir. Irak’ta Zerkavi gibi Sünni radikaller ve yönetimde bulunan bazı Şii radikal gruplar, tarihsel düşmanlıklar ve ön yargıyla hareket ederek Irak’ı kan gölüne çevirecek ve istikrarsızlığa sürükleyecek bir iç savaşa neden olabilirler. Hatta bu iç savaşa bölge ülkeleri de doğrudan müdahil olup Sünni-Şii çatışması, sınırları içinde Şii azınlık bulunduran Suudi Arabistan, Lübnan gibi ülkelere yayılma potansiyeli taşıyabilir. Fakat modern Irak’ın kurulmasından sonra gerek Arap milliyetçiliğinin tesiriyle oluşan Iraklı Arap kimliği gerekse Sünni ve Şiiler arasında evlilik, ticaret gibi yollarla sağlanan entegrasyon, iki toplum arasındaki mezhepsel uçurumu giderek kapatmıştır. Bu durum, radikaller arasında başlayacak bir savaşın çok kolay bir şekilde Irak geneline yayılmasını engelleyecektir. Yine Irak’ta mezhepsel birliktelikler güçlü olsa da aşiret ve aile tarzı daha küçük sosyal birliktelikler ve çıkarlar mezhepsel bağlara ağır basabilmektedir. Gerilimin artığı şu günlerde Irak’taki Sünni ve Şii liderlerin sağduyulu davranıp radikal unsurların şiddeti artırma çabalarına karşı koyması birleşik ve istikrarlı bir Irak’ın devam edebilmesi açısından çok önemlidir.
Irak’taki Son Gelişmeler Karşısında Türkiye’nin Tutumu
Günümüzde Türk dış politikasının en zayıf halkalarından birini Irak politikası oluşturmaktadır. Uzun süre Irak politikasını sadece Kuzey Irak politikası, Türkmen politikasını da Sünni Türkmenler politikası olarak algılayan Türk karar alıcılar, yapılan ABD askeri müdahalesi sonrası Irak’ta ortaya çıkan değişken dengeler üzerinde yeterince etkili olmayı becerememiştir. Bunun uluslararası konjonktürden kaynaklanan nedenleri olduğu gibi Türk dış politikasının Irak’la ilgili planlama ve vizyon eksikliği de sözkonusudur. Türkiye’nin Irak politikasında temel iki söylem, “kırmızı çizgilerin korunması” ve “Irak devletinin toprak bütünlüğünün korunması” olmuştur.
Seçimler sonucu Irak’ta oluşan Şii ve Kürt ağırlıklı siyasi dengeler ve anayasa taslağında belirtilen federalizm kavramı çerçevesinde Kuzey Irak’ta yakın bir gelecekte bir Kürt devletinin kurulacak olması, Türkiye’nin iki temel dış politika söyleminin etkisiz hale gelmesine neden olmuştur. Bununla birlikte Irak anayasa taslağında dinin ön plana çıkarılması, Türkiye’nin laik yapısı için önemli bir tehdit oluşturacağı gibi bölgede dini refarans alan radikal siyasi akımları harekete geçirecektir. Bu yüzden hazırlanan anayasa taslağının 15 Ekim referandumunda kabul edilmemesi Türkiye açısından önem arz etmektedir ve yeniden başlayacak siyasal sürece Sünniler ve Türkmenlerin aktif olarak katılması Türk karar alıcıları bir süre için rahatlatabilir. Bu çerçevede Telafer’de yapılan operasyona Türkiye’nin tepkisiz kalması uzun vadede bölgesel çıkarlarını olumsuz etkileyecektir. Yine yeni açılacak sınır kapısından dolayı stratejik önemi olan Telafer’in Kürtler ve Şii Türkmenlerin kontrolüne geçmesi, Türkiye’nin siyasi ve ticari planlamalarına darbe vuracaktır. Buna rağmen Türk hükümeti, 2005 başından beri gergin olan Türk-Amerikan ilişkilerini düzeltme adına Telafer’deki operasyona ciddi tepkisini gösteren üst düzey resmi bir açıklama yapmamayı tercih etmiştir. Türkiye, hiçbir insani yardım kurumunun bulunmadığı Telafer’e Kızılay İnsani Yardım Ekibi’ni göndererek bölgede varlığını hissettirmek istese de ABD askerleri ve Kürt peşmergeler tarafından insani yardımın ulaştırılması engellenmiş ve bir kısmı yağmalanmıştır. Her ne kadar Türk Kızılay Ekibi Türkmenler tarafında büyük bir çoşku ve sempatiyle karşılansa da siyasi söylemle desteklenmeyen insani yardım girişimi amacına tam olarak ulaşamamıştır. 30 Ocak seçimleriyle Kerkük’ü büyük ölçüde Kürt varlığına teslim eden Türkiye, 15 Ekim öncesi referandum kayıtlarının sürdüğü bir dönemde Kuzey Irak’taki önemli Türkmen kenti Telafer’de olan olaylara tepki göstermeyerek dış politikada önemli bir stratejik hata yapmak üzeredir.
Eğer 15 Ekim’de bu anayasa taslağı kabul edilirse Türkiye’nin federal ve dini referans alan bir Irak yönetimiyle ilişkiler kurmasını sağlayacak yeni bir Irak politikasına ihtiyacı olacaktır. Aynı zamanda Türkiye için yeni dönemde en önemli bölgesel tehditler, aşırı Kürt milliyetçiliği ve radikal İslam ideolojileri yoluyla Irak fedarasyonu merkezli oluşacaktır. Belki de Irak’ta Sünnileri dışlayan yapı, iç savaşa dönüşüp bölgesel istikrarsızlıklara ve genel bir Orta Doğu krizine yol açacaktır.