"And I have found both freedom and safety in my madness, the freedom of loneliness and the safety from being understood, for those who understand us enslave something in us. But let me not be too proud of my safety. Even a Thief in a jail is safe from another thief. "

Khalil Gibran (How I Became a Madman)

Lübnan Marunîleri / Yasin Atlıoğlu

NEWS AND ARTICLES / HABERLER VE MAKALELER

Thursday, November 17, 2005

Mehlis Raporu Sonrası Suriye

Yasin Atlıoğlu


Birleşmiş Milletler (BM) Hariri Suikastı soruşturma komisyonunun başkanı Alman savcı Detlev Mehlis, suikastla ilgili raporunu 21 Ekim’de Güvenlik Konseyi’ne sundu. Yayınlanan raporda Suriye ve Lübnan istihbaratının suikasttan sorumlu tutulmasıyla Beşşar Esad yönetimi üzerindeki uluslararası baskı daha da arttı. 31 Ekim’de Güvenlik Konseyi’nin dışişleri bakanları düzeyindeki toplantısından ABD’nin Suriye’ye yönelik istediği yaptırım kararı çıkmazken 15 Aralık’ta açıklanacak ikinci rapora kadar Suriye yönetimine işbirliği çağrısı yapıldı. Türkiye hükümeti ise Suriye ile ilişkilerinde, en azından siyasal anlamda, uyguladığı geri çekilme politikasıyla birlikte son gelişmeleri uzaktan izlemeyi ve beklemeyi tercih etti.

Mehlis Raporu

Alman savcı Detlev Mehlis, Nisan ayında başlattığı Hariri suikastı soruşturmasında, içinde Lübnan ve Suriye üst düzey devlet görevlilerinin de bulunduğu 400 civarında kişiyi sorgulayarak raporunu hazırladı. Mehlis Raporu, biri Güvenlik Konseyi’ne sunulan son hali (resmi hali) ve biri de daha önce basına sızdırılan ilk hali (gayri resmi hali) olmak üzere iki ayrı metinden oluşmaktadır. Bundan dolayı işlev olarak birbirini tamamlayan iki metin göz önünde bulundurularak raporun etkileri değerlendirilmelidir. Mehlis raporunda dikkat çeken hususlardan biri de yazım şekli ve kullandığı sert üsluptur. İddialar genellikle varsayımlara dayandırılmakla birlikte metinde muğlâk ifadelere sık sık yer verilmiştir.

Mehlis’in raporunun son hali, 21 Ekim’de Güvenlik Konseyi’ne sunulmakla birlikte raporun ayrıntıları 25 Ekim’de savcı Mehlis tarafından Konsey’e sözlü olarak anlatıldı. Raporda suikastın çok kapsamlı örgütlenmeye sahip olan bir grup tarafından ve uzun bir planlama süreci sonunda gerçekleştirildiğinin altı çizilirken böyle profesyonel bir eylemin Suriye ve Lübnan istihbarat kurumlarının bilgisi dışında gerçekleşemeyeceği vurgulandı. Suriye ve Lübnan yönetimlerinin suikasta müdahil olduklarına yönelik kanıtların olduğu da ifade edildi. Rapora göre Hariri suikastı sonrası El Cezire televizyonunda yayımlanan görüntülerinde saldırıyı “Suriye ve Lübnan’da Cihad ve Zafer Örgütü” adına üstlenen Ahmed Teysir Ebu Ades’in suikastle ilgisine dair kanıt bulunamadı. Bununla birlikte Asef Şevket’in, Ebu Ades’e Şam’da suikasttan 15 gün önce zorla suikastı üstlendiğine dair bir video kaset doldurttuğu iddia edildi. Böylece Mehlis raporu, Beşşar’ın eniştesi ve suikast konusunda en fazla suçlanan isim olan Asef Şevket’e bir kez atıfta bulunmuş oldu. Raporda zanlı olarak ön plana çıkan İslami El-Ahbaş örgütü üyesi Ahmed Abdel-Al’ın kardeşi Mahmud Abdel-Al’ın suikasttan birkaç dakika önce Lübnan’ın Suriye yanlısı devlet başkanı Emil Lahud’la telefonda konuştuğu iddiası ise raporun bir hedefinin de Lahud olduğu gerçeğinin ortaya koymaktadır (Mahmud Abdel-Al 23 Ekim’de Lübnan’da tutuklandı). Savcı Mehlis, Suriyeli yetkililerin kendisiyle tam işbirliğinden kaçındığını, sorgulanan birçok yetkilinin eksik ve yanlış bilgi verdiğini belirtti. Mehlis ayrıca Suriye Dışişleri Bakanı Faruk El Şara’yı da soruşturmayı saptırmaya çalışmakla suçladı.

Yayınlanan raporun BM’deki İngiliz delegasyonunca basına sızdırılan ilk halinde Beşşar Esad ile birlikte birçok üst düzey yetkili (Mahir Esad, Asef Şevket, Hasan Halil, Behçet Süleyman) yer alıyordu. Mehlis, Suriyeli yetkililerin masum olma ihtimallerinin olmasından dolayı raporda değişiklik yaptığını söyledi. Yine ilk raporda adı verilmeyen bir Suriyeli tanığa (bu kişinin Muhammed Züheyr El Sıddık olma ihtimali yüksektir) dayandırılarak suikastı planlayanların Beşşar’ın kardeşi Mahir ve eniştesi Asef Şevket olduğu ifade ediliyor. Bu iddialar resmi raporda olmasa da Suriye yönetimini zor durumda bırakmayı amaçlamaktadır. Bu açıdan Mehlis raporunun Güvenlik Konseyine sunulan son halinden çıkarılan kısımların basına sızdırılması raporun siyasileştiğinin önemli bir göstergesi olmuştur. Mehlis’in hazırladığı raporun en önemli dayanaklarından biri olarak görülen Muhammed Züheyr El Sıddık'ın bir sahtekâr olduğu iddiaları ise raporun inandırıcılığına gölge düşürmektedir. El-Saddık, Paris’te Fransız Gizli Servisi’nin yakalanan ve kendinin El-Muhaberat adına çalıştığını öne süren bir Suriyeli’dir. Savcı Mehlis’le El-Saddık arasındaki iletişimin Beşşar’ın amcası Rıfat tarafından sağlanması tanığın güvenilirliğini daha da azaltmaktadır.

Rapora Gelen Tepkiler

Suriyeli yetkililerden gelen ilk tepkilerde Mehlis raporunun taraflı ve ön yargılı olduğunu ifade edildi. Suriye Enformasyon Bakanı Mehdi Dahlallah raporun Suriye'ye karşı siyasi bir manifesto olduğunu söylerken Suriye Dışişleri Bakanlığı hukuk danışmanlarından Riyad el Davudi de raporun varsayımlara dayandığını ve ifade veren Suriye karşıtı Lübnanlı yetkililerin güvenilir olmadığını belirtti. Suriye Devlet Başkanı Beşşar Esad da Mehlis raporu konusunda Güvenlik Konseyi üyelerine içeriği açıklanmayan bir mektup gönderdi. Suriyeli yetkililer suikastla ilgili işbirliğini sürdüreceklerini her ortamda dile getirirken Suriye halkı da 24 Ekim’de Şam’da büyük bir gösteri düzenledi. Devletin kontrolündeki meslek örgütleri öncülüğünde yapılan gösteride Suriye’ye yönelik suçlamalar reddedilirken ABD ve Bush yönetimi protesto edildi. Bu tür gösteriler her ne kadar devlet kontrolünde olsa da Beşşar’ın ülke içindeki gücünün ve halk düzeyindeki sempatisinin bir gösterisi olarak algılanabilir. Suriye yönetimi, Mehlis raporuyla kendisine yöneltilen ağır bir suçlamayı topyekün reddederken ılımlı ve işbirliğine yatkın tavrını da göstermeyi ihmal etmemektedir. Bu hareket tarzının nedenleri arasında Suriye yönetiminin üzerinde hissettiği uluslararası tehditin etkisi olduğu gibi Beşşar Esad’ın ılımlı kişilik yapısıyla radikal davranışlardan kaçınmasının etkisi de oldukça fazladır. Rapora Lübnan’dan gelen en önemli tepki Saad Hariri’nin, suikasta karışanlar için uluslararası bir mahkeme kurulmasını önermesidir. Bölgeden rapora en ilginç tepkiyi gösteren ülke ise Suriye’nin topraklarını 30 yıldan fazla bir süredir işgal altında tutan İsrail oldu. İsrail Başbakan Yardımcısı Şimon Perez, İsrail radyosuna yaptığı açıklamada Hariri raporundan sonra Suriye Devlet Başkanı Beşar Esad'ın değiştirilmesi gerektiğini söyledi. Perez’in bu tavrı Suriye’yi güçsüz bırakma siyasetinin bir uzantısı olarak değerlendirilmelidir. Hariri suikastı çerçevesinde gelişen olayların dışında duruyor gibi görünse de İsrail, Suriye üzerinde artan uluslararası baskıdan en fazla memnuniyet duyan ülkelerin başında gelmektedir.

ABD ve Batılı ülkelerde de Mehlis raporu memnuniyetle karşılanmıştır. Başkan Bush, yaptığı açıklamada, raporu kaygı verici olarak nitelendirdi ve BM Güvenlik Konseyi’nin raporu görüşmek üzere en kısa sürede toplanması gerektiğini söyledi. Dışişleri Bakanı Condoleezza Rice Suriyeli yetkilileri hesap vermeye çağırken 23 Ekim’de Sky News televizyonuna açıklamada bulunan İngiltere Başbakanı Tony Blair da, '”Suriye'ye karşı yaptırımların göz ardı edilemeyeceğini düşünüyorum” diyerek ABD yönetiminin yaklaşımına tam destek vermiştir. Nitekim bu açıklamaların ardından İngiltere Dışişleri Bakanı Jack Straw konuyla ilgili 31 Ekim’de Güvenlik Konseyi toplanma kararı aldığını açıkladı. Bu gelişmeler ABD yönetiminin Suriye’ye karşı baskı politikasında BM çatısı altında uluslararası toplumla birlikte hareket etme isteğini ortaya koyuyordu. Özellikle Irak’a yapılan askeri müdahale sonrası düzenin sağlanamaması ABD’nin bölgedeki gücünü ve etkinliğini olumsuz etkilemiştir.

Bu gelişmelerle birlikte Fransa’nın Suriye’ye ve Hariri suikastına bakışını ayrı olarak ele almak yararlı olacaktır. ABD ve İngiltere’nin Suriye karşıtı politikasına 2004 Eylülünden beri destek veren Fransa, son gelişmelerde de bu iki ülkeyle birlikte hareket etmiştir. Orta Doğu’ya bakışı çoğu zaman ABD’nin bakış açısından farklılık arz eden ve Kıta Avrupasında Amerikan karşıtlığının başını çeken Fransa’nın Suriye politikasındaki değişim dikkate değerdir. 20 yy. boyunca Fransa’nın Orta Doğu’da ilgilendiği ve etkin olmak istediği ülkelerin başında Doğu Akdeniz’e kıyısı olan üç ülke gelmektedir: Suriye, Lübnan ve İsrail (Filistin). Hafız Esad’ın 2000 yılındaki cenazesine devlet başkanı düzeyinde katılan tek Batılı ülke olarak Fransa, Suriye’de yeni döneme verdiği önemi ve etkili olma arzusunu açıkça gösteriyordu. Bu bağlamda Fransa’nın bölgedeki tarihsel tecrübesini kullanarak Beşşar Esad döneminde Suriye’nin en önemli siyasi ve ekonomik destekçilerinden biri olması bekleniyordu. Fransa Devlet Başkanı Chirac, Beşşar’ın 2001 ve 2002 yılında gerçekleştirdiği yönetimsel ve hukuki reformlarını desteklemiş ve Avrupa Birliği ile Suriye arasındaki ekonomik ilişkileri geliştirmek istemiştir. Fakat ABD’nin 2003 Irak müdahalesi sırasında ve sonrasında, Fransa’nın ve Avrupa Birliği’nin siyasi bir karşı duruş veya alternatif bir politika geliştirememesi, Fransa’nın Orta Doğu’daki manevra alanını oldukça daraltmıştır. Fransa Haziran 2004’te Lübnan politikasında olağanüstü bir değişim göstermiş ve Fransa Devlet Başkanı Chirac, Lübnan’daki Suriye askeri varlığının acil bir şekilde çıkarılması konusunda Güvenlik Konseyi’nden karar çıkarmak için ABD Başkanı Bush’a bir öneride bulunmuştur. Ağustos 2004’te Emil Lahud’un görev süresinin uzatılması ile başlayan kriz ve 1559 sayılı kararın Güvenlik Konseyinden çıkarılması, Fransa’nın Lübnan üzerinden Orta Doğu’da etkinliğini artırabileceği yeni bir fırsat sunmuştur. Bu gelişmeler, Fransa’nın hiç anlaşamadığı küresel güç ABD ile işbirliği içinde ne kadar kolay bir şekilde hareket edebildiğini göstermiştir. Bu birlikteliği bölgede demokratik değerleri yayma gibi bir misyonla açıklamaksa inandırıcı olmaktan çok uzaktır. Hariri suikasti sonrası Fransa’nın artan ilgisinde Lübnan’da Hariri aracılığıyla geniş yatırım ve ortaklık imkânı bulan Fransız sermayesinin etkisi büyüktür. Bununla birlikte BM soruşturmasının en önemli tanığı olduğu söylenen Muhammed Züheyr El Sıddık’ın Fransa’da yakalanmasını ve Rıfat Esad’ın Fransa’da barındırılmasını tesadüflerle açıklamak zordur. Kısacası Fransa’nın ABD ile işbirliği içinde olması, ancak sömürgeci mantıkla bölgede yeni fırsatlar ve etkinlik alanları oluşturmaya çalıştığı şeklinde yorumlanabilir.

BM Güvenlik Konseyi Toplantısı

31 Ekim 2005 tarihinde BM Güvenlik Konseyi dışişleri bakanları düzeyinde bir araya geldi. Güvenlik Konseyi daimi üyelerinden ABD, Fransa ve İngiltere, toplantı öncesi Suriye'ye yönelik yaptırımlar öngören ortak bir karar tasarısı hazırlamıştı. Karar tasarısı yoğun tartışmalardan sonra kabul edildi. Fakat ABD yönetiminin ısrarla istediği Suriye’ye yönelik sert bir ekonomik veya siyasi yaptırımın çıkması Çin, Rusya ve geçici üye Cezayir’in muhalefeti sayesinde engellendi. Güvenlik Konseyi, oy birliği ile aldığı kararda, Suriye’ye suikastla ilgili BM soruşturma komisyonuyla “tam işbirliği” yapma çağrısında bulundu. “Tam işbirliği” teriminin içi ve sınırları net çizmese de bu terim Suriye’nin ulusal egemenliğini zedeleyecek pek çok isteği barındırmaktadır. Kararda 15 Aralık’ta yayınlanacak ikinci Mehlis raporuna kadar suikastla ilgili Suriyeli yetkililerin BM soruşturma komisyonu tarafından yurtdışı da dâhil olmak üzere sorgulanmasına izin verilmesi ve komisyonunun bu kişilere karşı mal varlığının dondurulması ve seyahat yasağı gibi engellemelere sahip olması istendi. Kararda, Suriye’nin terörü kınaması ve terör örgütlerine verdiği desteği kesmesi istenerek ABD’nin baskısına hukuki zemin de hazırlanmaktadır. BM karar tasarısı, ülkeleri siyasi, ekonomik ve askeri olarak zorlamayı öngören BM Andlaşmasının VII. bölümü çerçevesinde hazırlandı. Güvenlik Konseyi’nin uluslararası barış ve güvenliği korumak amacıyla kullanabileceği yetkiler BM Andlaşmasının VII. bölümünde (madde 39–51) düzenlenmiştir. BM Andlaşmasının VII. bölümü “Barışın tehdidi, bozulması ve saldırma fiili halinde yapılacak hareket” başlığını taşımaktadır. Buna göre zorlama tedbirleri, silahlı kuvvetlerin kullanılmasını gerektirmeyen tedbirler (41. madde) ve silahlı kuvvetlerle yürütülecek tedbirler (42. madde) olmak üzere iki kategoriye ayrılmıştır. Muhtemelen bölgesel barışı tehdit ettiği iddiasıyla Suriye’ye karşı 41. madde kullanılarak ekonomik bir ambargo uygulamaya konabilir. Bu maddeye dayanarak Güvenlik Konseyi’nin alacağı ekonomik bir ambargo kararı, BM üyeleri için zorunlu ve uymayı önceden yükümlendikleri bir karar olacaktır.

Güvenlik Konseyi’nin bu kararıyla Hariri suikastının bölge ülkelerine gösterdiği en önemli sonuçlardan biri de, küresel güçlerin dış politikadaki hedeflerini gerçekleştirmede bir suikastı ne kadar ustalıkla kullanabildiğidir. Özellikle küresel güç ABD’nin uluslararası sistemin her köşesinde doğru ve yanlış tanımlamalarını kendi kıstaslarına göre şekillendirebilmesinden dolayı İsrail’in Filistinli liderlere karşı uyguladığı suikastlar zinciri ABD yönetimi için hiçbir anlam ifade etmezken Hariri suikastı bu kadar çok siyasal sonuç doğurabilmektedir. Hariri suikastı emsal teşkil etmek suretiyle yakın gelecekte olabilecek siyasi suikastlar bölgedeki diğer ülkeler üzerinde bir baskı unsuru olarak kullanılma potansiyelini taşıyacaktır.

Peki, bundan sonra ne olacak? 6 Kasım’da savcı Mehlis Hariri suikastıyla ilgili olarak altı Suriyeli yetkiliyi sorgulama talebinde bulundu. Sorgulanması istenen kişilerin isimleri açıklanmasa da Beşşar’ın kardeşi Mahir Esad ve eniştesi Asef Şevket’in isimlerinin yer aldığı tahmin ediliyor. Suriye yönetimi bu isteğin değerlendirileceğini açıkladı. Beşşar Esad’ın Güvenlik Konseyi kararına karşı özellikle sorgulama sürecinde bazı tavizler vermesi söz konusu olabilir. Fakat BM komisyonunun, suikastı gerçekleştiren grubun başı olduğu iddia edilen Asef Şevket’in veya Mahir Esad’ın teslim edilmesi konusunda ısrarcı bir tavır takınması durumunda Beşşar’ın bu iki kişiyi teslim etmesi düşük bir olasılık olarak görülüyor. İki isimde Beşşar’ın yeni oluşturduğu iktidar yapılanmasının önemli dayanakları olmakla birlikte aralarındaki akrabalık bağları da Suriye gibi toplumlarda oldukça önemlidir. Bununla birlikte Beşşar Esad, Suriye iç politikasındaki dengelerle çok fazla oynandığında iktidarını kaybedebileceğinin ve Suriye’nin bir kaosa sürüklenebileceğinin farkındadır.

Suriye merkezli gelişmeleri bölgesel ve küresel gelişmelerden de bağımsız düşünmemek gerekmektedir. Suriye siyasi, ekonomik ve askeri olarak zayıf bir ülke olarak görülse bile Hafız Esad döneminin dış politikasının temel unsuru uluslararası güç dengelerini iyi kullanması idi. Günümüzdeki uluslararası sistem bu tarz denge siyasetine Soğuk Savaş dönemi kadar müsait olmasa da, Beşşar bölgesel ve küresel anlamda destek bulma umutlarını yitirmemiştir. 15 Aralık’a kadar olan dönemde İran, Rusya ve Çin’den alacağı siyasi destek Beşşar iktidarının uluslararası baskı karşısında direncini artıracak ve vereceği tavizlerin boyutunu sınırlayacaktır. Suriye’nin toprak bütünlüğü özellikle komşu ülkeler (Türkiye, İran, Lübnan, Ürdün) için büyük önem arz etmektedir. Beşşar Esad’ın iktidarda olmadığı bir Suriye’nin bölgede büyük bir güvenlik boşluğu doğuracağı gibi radikal İslamcı ve Kürtçü akımların hareket sahasının genişlemesine imkân sağlayacağı bölge ülkeleri tarafından iyi bilinen bir gerçektir. ABD yönetiminin Suriye üzerinde uluslararası baskı ve tecrit politikasını arttırma eğilimi göstermesi de bölgesel gelişmelerle ve Amerikan iç politikasındaki krizlerle doğrudan bağlantılı olacaktır. Bush yönetimi iç politikada ve dış politikada bir meşruluk sorunuyla karşı karşıyadır. Bu meşruluk sorununu gidermeden en azından tek başına Suriye üzerinde siyasi veya askeri planlamalarını uygulamaya geçirmesi zordur. Bununla birlikte ABD’nin Hariri suikastı üzerinden Suriye’ye baskı politikası BM çatısı altına kaydırılarak devam ettirebileceği söylenebilir. ABD yönetimi, Suriye’ye karşı politikasını içinde kararsızlıklar barındıran sürekli bir kriz yönetimine dönüştürmüştür. Önümüzdeki dönem büyük olasılıkla Beşşar Esad iktidarda kalmakla birlikte ABD-Suriye arasındaki krizler var olmaya devam edecektir.

Hariri Soruşturmasında Türkiye’nin Tavrı

Hariri suikastı soruşturmasıyla gelişen siyasal süreç karşısında, Türkiye Hükümeti uzun süre tepkisiz kalarak, etkisiz bir dış politika davranışı sergilemiştir. Türkiye Hükümeti ancak Güvenlik Konseyi’nin Suriye’ye yönelik son kararından sonra bir açıklama yapma gereğini duymuştur. Bu açıklamada Dışişleri Bakanı Abdullah Gül, Mehlis raporu sonrası gelişmeleri yakından takip ettiklerini ve Suriye’yi savcıyla yakın işbirliği içinde olmaya davet etmiştir.

Aslında son altı aydır Türkiye-Suriye ilişkilerinin Türk-Amerikan ilişkilerinin bir parçası haline getirildiği söylenebilir. Cumhurbaşkanı Sezer’in Nisan ayında gerçekleştirdiği Şam ziyareti sonrası Türk-Amerikan ilişkilerinde artan gerginlikler ve kriz, Türkiye Hükümetini ABD yönetimine karşı yeni bir hareket tarzı geliştirmeye zorladı. Türkiye’nin ABD’ye yönelik başlattığı yoğun diplomatik hamleler ve verilen siyasi tavizlerin bir parçası olarak Türkiye-Suriye ilişkilerinde en azından siyasi anlamda bir duraklama dönemi yaşanmaktadır. Haziran ayında ABD’nin Suriye muhalefet adayı olarak sunduğu Ferid Gadiri’nin Türkiye’ye muhalif kimliğiyle gelmesi, Beşşar’ın yaz tatili için Türkiye’ye gelmesi konusunda Türk tarafının isteksiz davranması ve Birleşmiş Milletler zirvesinde yapılması planlanan zirve toplantısının Beşşar’ın zirveye katılmamasında dolayı gerçekleşmemesi gibi olaylar ilişkilerdeki soğumanın somut göstergesi olarak tarihe geçmiştir.

Tüm bunlara rağmen sınır komşusu Suriye’nin yönetim ve toprak bütünlüğünün tehdit altında olduğu bir geçiş döneminde Türkiye’nin bu kadar etkisiz bir dış politika izlemesi, Irak’tan sonra Suriye politikasında da ABD’ye karşı teslimiyetçiliğin bir ifadesi olarak algılanabilir. Oysaki bölgesel bir güç olma iddiasındaki Türkiye’nin sıradan bir bölge ülkesi gibi hareket etme lüksü yoktur ve Beşşar Suriyesi’nin içinde bulunduğu olumsuz durumdan çıkmasına yardımcı olabilecek diplomatik girişimleri acil bir şekilde başlatması gerekmektedir. Anadolu’nun tarihsel ve kültürel uzantısı olan Suriye coğrafyası, siyaset, ekonomi ve güvenlik bağlamında Türkiye’nin Orta Doğu’daki yaşamsal çıkar alanının önemli bir parçasını oluşturmaktadır. Suriye’nin toprak bütünlüğünü koruması ve istikrarlı siyasal yapısı Türkiye’nin güvenliği ve bölgesel etkinliği için birinci dereceden önemlidir. BM Güvenlik Konseyi’nin Suriye’ye yönelik alacağı bir ekonomik ambargo kararı ise bölgede en fazla Türkiye’yi etkileyecektir. Ekonomik ambargo, Türkiye-Suriye arasında hızla gelişen ekonomik ilişkilere büyük bir darbe indireceği gibi sınır bölgesinde yıllar sonra iki kardeş halk arasında yakalanan kültürel ve ticari etkileşimi de bir anda sona erdirebilir. Beşşar iktidarının merkezi otoritesini yıpratmayı ve zayıflatmayı amaçlayan ekonomik ambargo, Kuzey Suriye’de bir otorite boşluğuna ve PKK terör örgütüyle birlikte aşırı milliyetçi Kürt grupların örgütlenmesine fırsat verebilir (Irak’ta 1990 sonrası olduğu gibi). Bu durumda Türkiye, Kuzey Irak’taki PKK varlığından sonra Kuzey Suriye’de de aynı sorunla ve PKK terör örgütünün saldırılarıyla baş başa kalabilir. Görünen o ki Hariri suikastı sonucunda gelişen olaylar, Türkiye’yi oldukça yakından ilgilendirmekte ve direkt tehdit etmektedir. Türkiye Hükümeti, bağımsız ve kişilikli bir dış politika yaklaşımı ile kendi Suriye gerçeğini tanımlamak ve Beşşar Suriyesi ile işbirliği politikasına devam etmek zorundadır. Son beş yıldır Türkiye tarafından uygulanan etkili Suriye politikası, ne Türkiye’nin ekonomik zafiyetlerine ve iç politikadaki çekişmelere ne de ABD’nin çıkardığı diplomatik krizlere kurban edilmelidir. Türk siyasileri, yakın geçmişte Irak’ta yapılan hataları Suriye politikasında tekrar ederlerse Suriye’de yeni bir Irak görmeleri çok uzun bir zaman almayacaktır.