"And I have found both freedom and safety in my madness, the freedom of loneliness and the safety from being understood, for those who understand us enslave something in us. But let me not be too proud of my safety. Even a Thief in a jail is safe from another thief. "

Khalil Gibran (How I Became a Madman)

Lübnan Marunîleri / Yasin Atlıoğlu

NEWS AND ARTICLES / HABERLER VE MAKALELER

Monday, December 19, 2005

İkinci Mehlis Raporu Ne Getirdi?

Yasin Atlıoğlu

Birleşmiş Milletler (BM) Hariri Suikastı Soruşturmasını yürüten Alman Savcı Detlev Mehlis, dünya kamuoyunun merakla beklediği raporu, 12 Aralık Pazartesi günü BM Genel Sekreteri Kofi Annan’a sundu ve bir gün sonra konseye rapor hakkında bir brifing verdi. Suriye’yi işbirliğinde yavaş davrandığı için eleştiren 25 sayfalık yeni raporda Viyana'da sorgulanan beş Suriyeli yetkili dahil olmak üzere 19 şüphelinin gözaltına alınması istendi. Savcı Mehlis konseye verdiği brifingte ise şu ana kadar toplanan kanıtların Suriye’ye yönelik ilk raporda yer alan suçlamaları desteklediğini söyledi ve soruşturmanın devamı için altı aylık ek süre istedi. Mehlis’in isteği, Fransa, İngiltere ve ABD’nin hazırladığı bir tasarının konseyde kabul edilmesiyle karşılandı ve Hariri Soruşturması 15 Haziran 2006 tarihine kadar uzatıldı. İkinci Mehlis raporu, konseye sunulan metnin içeriğindeki iddialardan çok, iki rapor arasındaki dönemde gerçekleşen gelişmelere bakılarak değerlendirilmelidir.

Savcı Mehlis’in Tanıkları ve İstihbarat Örgütlerinin Rolü

BM Güvenlik Konseyi’nin 1636 nolu kararının yayınlandığı 31 Ekim’den ikinci Mehlis raporunun konseye sunulduğu 12 Aralık tarihine kadar olan dönemde, Hariri suikastı soruşturması ve Suriye’nin üzerinde yoğunlaşan uluslararası baskı, dünya kamuoyunun en önemli gündem maddelerinde birini oluşturdu. Bu gergin dönemde, Suriye merkezli ve BM soruşturmasıyla yakından alaka kurulabilecek pek çok gelişme meydana geldi. Bu gelişmeler karmaşık, belirsiz ve birbirinden kopuk görünmekle birlikte, bir sistematik içinde incelendiğinde bir bütünlük arz etmekte ve anlam kazanmaktadır.

Hariri suikastı, kısa bir zaman dilimi çerçevesinde değerlendirilebilecek kadar basit bir siyasi suikast değildir, planlanması, uygulanması ve sonrasında doğurduğu sonuçlar itibarıyle uzun bir süreci kapsamaktadır. Bu süreç uluslararası konjonktür ve bölgedeki güç ilişkileri ile birlikte düşünüldüğünde, öncelikle Hariri suikastının çözülmesinin zor olduğu, giderek daha fazla siyasileştiği ve istihbarat örgütlerinin yoğun mücadelesine sahne olduğu belirlemesini yapmamız gerektirmektedir. İki Mehlis raporu arasındaki dönemde, El Kaide üyesi Loui Sakra’nın avukatının açıklamaları, savcı Mehlis’in tanıklarından Hüssam Tahir Hüssam’ın Suriye’ye sığınması ve Mehlis raporunun sunulduğu gün Lübnanlı gazeteci-milletvekili Cibran Tueyni’nin öldürülmesi gibi olaylar istihbarat örgütlerinin bu süreçteki etkin ve krizi yönlendirici rolünü ortaya koymaktadır.

10 Ağustos’ta Türkiye’de yakalanan Suriyeli terörist Louai Sakra’nın avukatı Osman Karahan’ın, 15 Kasım tarihinde iki CIA ajanının Kandıra Cezaevi’nde Sakra’yı sorguladığı iddiası, ilk günler kamuoyunda etki uyandırmasa da daha sonraki günlerde CIA uçakları konusuyla birlikte gündemde üst sıralara tırmanmıştır. Karahan’ın açıklamalarının asıl önemli kısmını Sakra ve Hariri suikastı arasında bağlantı kurma çabası oluşturmaktadır. İddiaya göre cezaevine gelen kişiler, Sakra’dan Hariri suikastı konusunda Suriye karşıtı tanıklık yapmasını istemişler ve buna karşılık olarak para ve özgürlük vaad etmişlerdir. Sakra’dan, Almanya’da Asef Şevket’le yaptığı görüşmeden hareketle, Hariri suikastı için Şevket’e Iraklı bir intihar komandosonun bulduğunu söylemesi istenmiştir. Karahan’ın Sakra ile Hariri suikasti arasında bağlantı kurma çabası ve ABD’ye karşı yapılan suçlama, tek başına düşünüldüğünde Sakra’nın kendini gündeme getirme çabası olarak yorumlanabilir. Fakat Sakra’nın geçmişine baktığımızda sıradan bir terörist olmadığı ve istihbarat kurumlarıyla yakın iletişim içinde olduğu görülmektedir. Yakalanmadan önce CIA, MİT ve El-Muhaberat tarafından takip edilen hatta sorgulandığı söylenen Sakra’nın, 11 Eylül olaylarından Londra bombalamalarına kadar uzanan birçok olayla ilgili olduğu düşünülmektedir. Peki Sakra’ya BM soruşturması çerçevesinde biçilen rol ne olabilir? Hariri suikastı soruşturmasında savcı Mehlis’in Suriye’ye yönelik suçlamalarını dayandırdığı iki önemli tanığı El-Muhaberat’ın eski görevlileri Muhammed Züheyr El Sıddık ve Hüssam Tahir Hüssam idi. Muhtemelen Suriye’yi suçlayan taraflar, istihbarat örgütlerine yakınlığı bilinen Sakra’yı, Hariri suikasti soruşturmasında diğer iki önemli tanığın yanına üçüncü bir tanık olarak yerleştirme çabasına girişmiş olabilirler. Sakra’nın sorgulanması olayı, özellikle Türk kamuoyunun büyük bir bölümü tarafından şüpheyle karşılansa da Hariri suikastının karmaşıklığı ve istihbarat örgütlerinin katkısını göstermesi açısından göz ardı edilmemelidir.

Savcı Mehlis’in iki önemli tanığını olan Muhammed Züheyr El Sıddık ve Hüssam Tahir Hüssam’ın güvenilirliği belki de soruşturmanın seyrini ve Suriye’ye yapılan suçlamaları doğrudan etkileyecek en önemli unsurlardan biridir. Fransız istihbaratı tarafından Paris’te yakalanan ve eskiden El-Muhaberat adına çalıştığını söyleyen El Sıddık, Alman dergisi Der Spiegel’in haberinde sahtekarlıkla suçlanmasının ötesinde savcı Mehlis’e verdiği çelişkili ifadelerle daha ilk rapor yayınlandığında kamuoyu karşısında inandırıcılığını alt düzeye indirmişti. Buna rağmen Kasım ayı içinde ABD’nin kamuoyu oluşturma ve etkileme gücünü kullanması Suriye karşıtı güçlerin faaliyetleriyle birleşince Suriye’deki rejimin yıkılması üzerine düşünceler ve görüşler Türk ve dünya kamuoyunda sıkça dile getirilmeye başlandı. Suriye yönetiminin, 24 Kasım’da BM soruşturma komisyonu ile işbirliğine gidip beş Suriyeli’nin Viyana’da sorgulanmasını kabul etmesi yaratılan bu ortama katkı yapmıştır. Viyana’ya giden Suriyelilerin adları resmi olarak açıklanmasa da bu kişilerin Suriye'nin Lübnan'daki eski istihbarat şefi Korgeneral Rüstem Gazali, Korgeneral Tafer Yusuf, Kongeneral Abdülkerim Abbas ve Gazali'nin yardımcısı Cemia Cemia ile bir sivil olduğu sanılıyor. Suriye’ye dönme garantisi verilen 5 Suriyeli’nin Viyana’ya gittiği günlerde soruşturmanın önemli tanığı Hüssam Tahir Hüssam konusunda beklenmedik bir gelişme gerçekleşti. Hariri suikastının görgü tanığı olarak Lübnan'da şahitlik yapan Hüssam Tahir Hüssam (Kürt kökenli Suriye vatandaşı) Suriye'ye kaçtı ve ifadesini değiştirerek avukatı Teysir İd ve Suriye Enformasyon Bakanı Mehdi Dahlallah ile birlikte bir basın açıklaması yaptı. Hüssam’ın iddiaları Hariri suikastının ne kadar karmaşık ve çözümlenemeyecek bir olay olduğunu gözler önüne sermiştir. Hüssam, Lübnan'da kendisinin ve nişanlısının tehdit edildiğini söylerken avukatı Teysir İd de Hüssam’a baskı ve işkence altında şahitlik yaptırıldığını ifade ediyordu. Hüssam’ın en önemli iddialarından biri de Saad Hariri'nin kendisine Suriyeli yetkililer (özellikle Mahir Esad ve Asef Şevket) aleyhinde konuşması karşılığında 1 milyon 300 bin dolar teklif ettiğini söylemesi oldu. Hariri ailesi bu iddiayı reddederken savcı Mehlis ise, Suriye’yi Hüssam’ı kullanarak Soğuk Savaş tarzı propaganda yapmakla suçluyordu.

Savcı Mehlis’in hazırladığı rapor, temel kaynak olarak Muhammed Züheyr El Sıddık ve Hüssam Tahir Hüssam olmak üzere bu iki kişiye dayanıyordu. El Sıddık’a yapılan suçlamalar ve Hüssam’ın yaptığı açıklamalar raporun içindeki Suriyeli yetkilere yönelik suçlamaları büyük ölçüde kanıtsız bırakmaktadır. Hüssam’ın açıklamalarını savcı Mehlis’in dediği gibi propaganda aracı olarak Suriye yönetiminin baskısıyla yaptığını düşündüğümüzde ilk akla gelen soru Hüssam’ın niye Suriye’ye kaçtığı olacaktır. Özellikle Kürt kökenli bir kişinin maddi olanakları ve rahat bir yaşamı bırakıp Suriye’nin zor şartlarına nedensiz geri dönmesi anlamsız bir hareket tarzı olacaktır. Sonuç olarak Suriye yönetimi, Hüssam’ın açıklamalarıyla soruşturmada oldukça sratejik bir hamle gerçekleştirmiştir. Bu stratejik hamle, Lübnan hükümetinin soruşturma süresinin altı ay daha uzatılması taleplerini ve savcı Mehlis’in soruşturmayı bırakacağına dair haberlerin çıkmasına neden olmuştur. Aynı günlerde Lübnan dağı eteklerinde bulunan bir ceset ve bu cesetin Hariri suikastını gerçekleştiren Suriyelilere cep telefonu satan Nawar Dora’ya ait olduğu iddiaları ise Lübnan’daki Suriye karşıtı çevrelerin karşı hamlesi olarak değerlendirilebilir.

Suriye’nin Hüssam faktörünü kullanarak gerçekleştirdiği kendini dünya kamuoyu önünde haklı gösterme çabası, ABD yönetiminin tek taraflı dış politika anlayışı ve istihbarat örgütlerinin bölgedeki faaliyetleriyle birlikte düşünülmelidir. ABD yönetiminin geçmişteki hareket tarzına bakılarak Suriye’ye baskı için yeni gerekçeler ve yöntemler bulunacağı tahmin ediliyordu. 12 Aralık’ta Beyrut'ta Suriye karşıtı görüşleriyle bilinen milletvekili ve gazeteci Cibran Tueyni’nin bombalı saldırı sonucu öldürülmesi bu tahminleri doğruladı. Bu saldırı Lübnan’ın “suikastlar ülkesi” olduğunu bir kez daha hatırlarken ABD yönetiminin ve Suriye karşıtlarının hedefi yine Suriye oluyordu. Hıristiyan Ortodoks olan Tueyni, Suriye’ye yönelik sert eleştirileriyle tanınan bir gazeteciydi. Haziran’da Saad Hariri’nin listesinde milletvekili oldu. Aldığı tehditlerden dolayı bir süredir Fransa’da yaşayan Tueyni Beyrut’a döndüğü gün öldürüldü. Tueyni’ye yönelik bombalı saldırıyı adı daha önce duyulmamış “Doğunun Özgürlüğü ve Birliği Savaşçıları” adlı bir örgüt üstlendi. Örgüt yaptığı açıklamada “Cibran Tueyni'nin kalemini kırdık, sesini sonsuza kadar susturduk ve Nahar'ı karanlık geceye gömdük. Bugün, zehrini ve yalanlarını yayan ve kendisine tekrar tekrar gönderdiğimiz uyarılara karşın durmayan bir ağzı daha kapamayı başardık” diyordu. Bu açıklama düz mantıkla değerlendirildiğinde “Suriye’ye karşı olma ve konuşma yoksa ölürsün” anlamına geliyordu. Fakat dünya kamuoyunda pek çok kişi, ABD yönetiminin Irak’ı işgal ederken kullandığı kanıtların gerçek dışı olduğunu ve köşeye sıkışmış bir Suriye’nin böyle bir saldırıyı yapmasının anlamsızlığını göz önünde bulundurarak Suriye’nin suçlu olmadığını düşünmektedir. Tueyni suikastı konusunda sorması gereken soru aslında çok basitti: “Köşeye sıkışmış bir Suriye, geleceğini ilgilendiren bir raporun açıklanacağı gün niye böyle bir suikast gerçekleştirsin?”

İki Rapor Arası Dönemde Suriye Muhalefeti

Kasım ayı içindeki diğer önemli bir gelişme ise, BM soruşturmasıyla doğrudan bağlantılı olmasa da Manama’da 11-12 Kasım tarihinde gerçekleşen ve Genişletilmiş Orta Doğu ve Kuzey Afrika Projesi’nin (yol haritasını çizecek olan “Gelecek için Forum” toplantısıdır. 13 ülkenin dışişleri bakanları düzeyinde katıldığı toplantıda Suriye’yi Dışişleri Bakanı Faruk El Şara temsil etti. Manama Toplantısı, ABD’nin demokratikleş(tir)me projesi olan Genişletilmiş Orta Doğu ve Kuzey Afrika Projesi’nin ayrıntılı konuşulduğu ilk toplantı olma özelliğini taşımaktadır. ABD’yi temsil eden ve ev sahibi konumundaki Dışişleri Bakanı Rice, Arap liderlerin dışarıdan dayatılacak reformlara karşı çıkması nedeniyle istediği sonuç bildirgesini yayınlatamamış ve hayal kırıklığına uğramıştır. Buna rağmen Rice, Suriye’yi eleştirmeye ve baskı politikası uygulamaya bu toplantıda da devam etmiştir. Suriye halkının özgürlük ve demokrasi çabalarını destekliyoruz diyen Rice yakın zamanda tutuklanan Suriye Liberal Demokratik Birlik Partisi Başkanı Kemal Labwani’nin ABD dönüşü hava alanında tutuklanmasına atıfta bulunarak Suriyeli muhaliflere yönelik keyfi tutuklamaların sona ermesini istemiştir. Bir süredir Amerika’da bulunan Kemal Labwani, Beşşar Esad sonrası Suriye hakkında üst düzey ABD’li yöneticilerle görüşmeler yapmıştır. Görüşmelerin ardından ülkesine dönen Labwani, Şam hava alanında Suriye güvenlik güçlerince tutuklanmıştır. Bu tutuklanma olayı, Suriye’de gerçekleşen sıradan bir insan hakları ihlali olarak değerlendirilebileceği gibi Suriye ulusal güvenliğinin tehdit altında olduğu bir dönemde Labwani’nin Amerika ziyareti şüpheyle karşılanabilir. Labwani’nin Suriye içindeki siyasi kişiliğine baktığımızda seküler-reformcu kimliğinin ve insan haklarının ihlalleriyle ilgili çalışmalarının ön plan çıktığı görülmektedir. Bununla birlikte Labwani’nin bölgedeki Kürt grupların bağımsızlık taleplerine sıcak bakan siyasi anlayışı dikkat çekici bir özelliğidir.

Suriye üzerindeki uluslararası baskının arttığı günlerde Suriyeli Kürt gruplar da Beşşar Esad iktidarını yıpratmaya yönelik eylemlere girişmiştir. Aralık ayı başında Fransa Parlamentosu’nda, “Ortadoğu’nun Demokratikleşmesi ve Suriye’de Kürt Sorunu” adlı uluslararası bir konferans gerçekleştirildi. Pek çok Kürt grubun katıldığı konferansta Suriye’nin kuzeyi “Güneybatı Kürdistan” diye tanımlanırken Suriyeli Kürtlerin Araplar tarafından baskı ve zulme uğradıkları iddia edildi. Konuşmacıların üzerinde durduğu önemli bir nokta da, Büyük Kürdistan olarak adlandırdıkları coğrafi alanın denize açılan tek bölgesinin Suriye içinde yer alan Kürt bölgesi olduğu gerçeğidir. Yine Suriye’nin kuzey bölgesindeki petrol, tarım ve doğal zenginliklerden Kürtlerin yeterince yararlanamadıkları ve yoksul olduklarının altı çizildi. Konferansta, “ulusal milliyetçiliğin baskısı altında yaşayan mağdur etnik azınlık olma” söylemi üzerinden yola çıkılarak bölgede demokratikleşmenin olmazsa olmaz şartının Kürtlerin siyasi ve kültürel kazanımları olduğu belirtmek isteniyordu. Konferansta yapılan bazı açıklamalar üzerinde dikkatle durmak gerekmektedir. Suriye Kürt bölgesinin Kuzey Irak’taki federal Kürt devleti oluşumunun denize açılmasını sağlayacak jeopolitik konuma sahip olması, özellikle Türkiye’nin güvenliği açısından Suriye’nin toprak bütünlüğünün ne kadar önemli olduğunu ortaya koymaktadır. Bu konferansın yapılış yeri ve zamanlaması, Beşşar Esad karşıtı Kürt muhalefeti ve bölgedeki Kürtçü akımları harekete geçirici bir işleve sahiptir. Bu çerçevede yakın bir gelecekte Suriye’deki Kürt bölgelerinde (özellikle Kamışlı merkezli) bir ayaklanma ve çatışma çıkma olasılığının arttığı söylenebilir. Konferansın Fransa Parlamentosu’nda yapılması da Fransa’nın yeni Orta Doğu siyasetinin çerçevesi konusunda ipuçları vermektedir. Kısa bir süre önce Afrika kökenli vatandaşlarının şiddet olayları çıkarması sonucu olağanüstü hal ilan etmek zorunda kalan Fransa, bu konferansla başka bir ülkedeki azınlığın (Suriyeli Kürtleri) sorunlarına ilgi duyduğunu ve Suriyeli Kürtlerin hamiliğine aday olduğunu göstermektedir

İki Mehlis raporu arasındaki dönemde, Suriye’deki seküler ve Kürt muhalefet ile ilgili haberleri tamamlayan son gelişme 3 Aralık’ta Halep’ten geldi. Halep’te Suriye güvenlik güçleriyle İslamcı teröristler arasında çıkan çatışmada 3 terörist kendilerini içinde bulundukları araçla birlikte havaya uçurdu. Olayın ardından bu teröristlerin Mısırlı Müslüman Kardeşlere üye oldukları iddiaları ortaya atıldı. Ali El Bayanuni önderliğindeki Suriyeli Müslüman Kardeşler, son bir sene içinde ABD yönetimiyle ilişkilerini sıkılaştırarak Beşşar sonrası Suriye’de bir iktidar alternatifi olduklarını göstermeye çalışmaktadır. Mayıs 2005’te Suriyeli seküler-reformcu muhalefetle (Attasi Forumu) işbirliği içine giren Müslüman Kardeşler, Suriye’de halk arasında en geniş tabanı olan muhalif grup olma özelliğini korumaktadır. Örgütün Suriye içinde silahlı eylem yapma kapasitesi şu an için mevcut olmamakla birlikte Haziran ayında “El-Şam Cihad ve Tevhid” adlı İslamcı bir örgütün iki militanının çatışma sonucu öldürülmesi ve 3 Aralık’ta Halep’te gerçekleşen çatışma gibi olaylarla Müslüman Kardeşler bağlantısı tartışma konusu yapabilmektedir.

Görülüyor ki Suriyeli muhalif gruplar kendilerini küresel güç ABD’nin Suriye’nin geleceğine yönelik vereceği karara endekslemiş durumdalar. Beşşar’ın iktidarı kaybetme olasılığına karşı yeni dönemde oluşacak iktidar yapılanmasından en fazla payı almak isteyen muhalif gruplar, Beşşar iktidarını hedef alan eylemleriyle bilinçli veya bilinçsiz şekilde ABD’nin Orta Doğu politikasıyla bütünleşmektedirler. Hariri suikastı ise Suriye yönetimine karşı olanları birleştiren ortak bir platform haline gelmiştir.

İkinci Mehlis Raporu ve Sonrası

Birinci Mehlis raporunun yayınlanmasından sonra Beşşar Esad rejiminin yıkılacağına dair ABD (ve İsrail) kamuoyu propagandasının artması dünya genelinde bu yönde görüşlerin güçlenmesini beraberinde getirmişti. Hatta 15 Aralık sonrası BM Güvenlik Konseyi’nden çıkacak ağır bir ekonomik veya siyasi yaptırım kararıyla Beşşar iktidarının güç kaybedeceği ve kısa bir süre sonra içten gelen bir siyasi hareketle yıkılacağı düşünülmekteydi. İkinci Mehlis raporu 12 Aralık’ta BM Güvenlik Konseyine sunluduktan sonra bunların hiç birinin olmayacağı ortaya çıktı. Öncelikle rapor, beklendiği kadar büyük bir etki doğurmadı ve inandırıcı olmaktan uzaktı. Savcı Mehlis, Hariri suikastı konusunda Suriye’yi suçlamaya devam ederken bu iddiaları kanıtlarla ispatlama konusunda oldukça yetersiz kaldı. Soruşturmanın iki önemli tanığı olan Muhammed Züheyr El Sıddık ve Hüssam Tahir Hüssam’ın güvenilirlik konusundaki sorunları, savcı Mehlis’in bu görevdeki başarısızlığını ortaya koyduğu gibi oldukça da yıpranmasına neden oldu. Sonuç olarak Suriye’ye karşı çoğu zaman objektif olmakta zorlanan savcı Mehlis görevi bırakmak istediğini açıkladı. Suriye yönetimi ise Hüssam Tahir Hüssam’a yaptırdığı açıklamalarla soruşturmanın seyrinde Mehlis’in iddialarına karşı psikolojik üstünlük sağlamakla birlikte dünya kamuoyu önünde meşruluğunu artırdı.

Suriye’nin soruşturma sürecindeki beklenmedik hamlesi ve başarılı kriz yönetimi karşısında ABD önderliğindeki Suriye karşıtı cephe, soruşturma süresini 15 Haziran’a kadar uzatacak karar tasarısını Güvenlik Konseyi’nden geçirdi. Fransa, İngiltere ve ABD’nin hazırladığı karar tasarısında yer alan Lübnan’ın özel mahkeme ve soruşturmanın diğer suikastları da kapsayacak şekilde genişletilmesi isteği Çin, Rusya ve Cezayir’in itirazı ile tasarıdan çıkarıldı. Soruşturmanın uzatılması, önümüzdeki dönem Hariri suikastının daha fazla siyasallaştırılmasına hizmet edeceği gibi Suriye yönetimi üzerindeki ABD baskısının aracı olmaya devam edecektir. Bununla birlikte yeni altı aylık sürede soruşturmanın yeni bir savcı ve yeni tanıklara ihtiyacı olacak. Yeni tanıkların bulunmasında en önemli rol ise yine istihbarat örgütlerine düşecek. Cibran Tueyni’ye yönelik düzenlenen son suikast, Lübnan’da soruşturmayla doğrudan bağlantı kurulabilecek yeni suikastların yapılabileceğinin gösterdi. ABD yönetimi dış politika kararalma mekanizmasının içindeki Yahudi lobisinin etkisiyle sürekli olumsuz olarak algıladığı Suriye’yi siyasi bir takıntı olmaktan çıkarmadığı sürece ABD-Suriye ilişkileri çeşitli bahanelerle önümüzdeki yılda da gerilecek ve kriz potansiyeli taşıyacaktır. Bu sürekli gerginlik, çoğu zaman Suriye rejiminin yıkılacağı söylentilerini beraberinde getirecektir. Bazen de Hariri suikastı soruşturmasında olduğu gibi Beşşar Esad yönetimi için bir trajediye dönüşmesi beklenen bir olay ABD, İngiltere, Fransa ve savcı Mehlis’in başrolünü oynadığı bir komediye dönüşebilmektedir.