Yasin Atlıoğlu
14 Mayıs’ta reformcu muhalif yazar Michel Kilo, 17 Mayıs’ta ise insan hakları savunucusu avukat Enver El Bunni, Suriye güvenlik güçleri tarafından tutuklandı. Bu iki tutuklama, Suriye yönetiminin otoriter yüzünü gösterdiğini ve güvenlik kaygılarıyla hareket ettiğini düşündürmektedir. Bu değerlendirme doğruluk payı taşımakla birlikte tutuklamalarla Suriye-Lübnan ilişkileri arasındaki bağlantının ortaya konması tutuklamaları uluslararası çerçevede değerlendirmemizi zorunlu kılmaktadır.
2005 yılının son altı ayında Birleşmiş Milletler (BM) Hariri Suikastı soruşturması çerçevesinde Alman savcı Detlev Mehlis’ın hazırladığı iki rapordan dolayı oldukça zor günler geçiren ve uluslararası baskıyı üzerinde hisseden Suriye yönetimi, dış politikada 2006 yılının yaklaşık ilk altı ayı oldukça sakin bir dönem geçirdi. Uluslararası kamuoyunun İran Krizi ve Filistin seçimlerine odaklanması Suriye yönetiminin üzerindeki dış baskıyı hafiflemesine yol açtı. Aslında bu ortam Beşşar’ın reform hareketinde hızlı ve kapsamlı dönüşümleri gerçekleştirmesi için bir fırsat da sunuyordu. Özellikle Haziran 2005’teki Baas Kongresi’nde alınan çok partili yaşama geçiş kararının uygulanabilmesi, ülke içindeki muhalif grupların ve sivil toplumun devlet tarafından teşvik etmesini ve cesaretlendirilmesini zorunlu kılıyordu. Bu doğrultuda Suriye yönetiminin Ocak ayında 5 Suriyeli seküler reformcuyu serbest bıraktığını açıklanması olumlu bir gelişme olara ortaya çıktı. Fakat bu olumlu gelişmenin devamı gelmedi.
Mart ayından itibaren Suriye yönetiminin ülke içindeki muhalefet üzerindeki baskısı arttı. Ülke içindeki muhaliflerin yurtdışındaki muhaliflerle iletişim kurması engellenmeye çalışıldı. Yurtdışındaki muhaliflerle ABD veya Avrupa’da görüşenler ise ülkeye döner dönmez tutuklandı. Örneğin İnsan Hakları savunucusu Ömer Kurabi, 15 Mart’ta Washington ve Paris’te muhalefet yanlısı toplantılara katıldığından dolayı tutuklandı. 23 Mart’ta ise neden göstermeksizin Suriyeli muhalif yazar Ali Abdullah ve oğlu Amir Abdullah tutuklandı. Mart ayındaki tutuklamalar, Suriye yönetiminin Abdulhalim Haddam ve Müslüman Kardeşler başta olmak üzere Suriyeli muhaliflerin yurtdışındaki çalışmalarından rahatsızlık duyduğunu göstermektedir. Yurtdışındaki muhaliflerin ve ABD’nin ülke içindeki muhalif grupları hareket geçirme çabaları ise yönetimin güvenlik kaygılarını arttırmakta ve otoriter yöntemleri ön plana çıkarmaktadır. Suriye gibi uzun yıllar demokratik bir yönetim anlayışının uzağında kalmış bir ülkede otoriter reflekslerin ortaya çıkması çok da zor değildir.
Kurabi ve Abdullah ile başlayan tutuklamalar, Mayıs ayında Michel Kilo ve Enver El Bunni ile devam etti. “Şam Baharı” döneminde sivil toplum girişimlerine öncülük eden reformcu kimliğiyle ve yönetime yaptığı sert eleştirileriyle tanınan yazar Kilo 14 Mayıs’ta, Suriye’deki her görüşten siyasi tutuklunun avukatlığı yapması ve reformcuların hukuksal alanda mücadelesini sürdüren isim olarak bilinen El Bunni ise 17 Mayıs’ta tutuklandı. Tutuklamalar Kilo ve Bunni ile sınırlı kalmadı, 16 Mayıs’ta insan hakları savunucusu avukat Nidal Derwiş ve Arap İnsan Haklar Örgütü genel sekreteri Mahmud Meri, 17 Mayıs’ta Mahmud Isa, Safwan Tayfur, Halil Hüseyin ve Khaled Khalifeh tutuklandı. Bu tutuklamaların bir tek ortak yanı vardı, tutuklananların hepsi 11 Mayıs’ta yayınlanan Beyrut-Şam Deklarasyonu’nun (The Beirut-Damascus Declaration) altına imza atmışlardı.
Mayıs ayındaki tutuklamaların nedeni olarak gösterilen Beyrut-Şam Deklarasyonu tutuklamalarla Lübnan arasındaki bağlantıyı da ortaya koymaktadır. 274 Lübnanlı ve Suriyeli aydının imzaladığı Beyrut-Şam Deklarasyonu’nda, Suriye yönetiminin Lübnan’ı tamamen bağımsız bir ülke olarak tanıması ve siyasi nitelikli suikastları son erdirmesini isteniyordu. Deklarasyon, Beyrut’ta Suriye karşıtı En Nahar gazetesinde yayınlandı. Deklarasyonun yayınlanmasının ardından BM Güvenlik Konseyi’nde ABD, İngiltere ve Fransa, Suriye’yi Lübnan ile diplomatik ilişki kurmaya ve iki ülke arasındaki sınırı tanımaya çağıran bir yasa tasarısı sundu. Tasarıda, yabancı güçlerin Lübnan’dan çekilmesi ve isim vermeden Hizbullah dâhil milis gruplarının dağıtılması talep ediliyordu. Tasarı da Hariri suikastı soruşturmasına da değiniliyordu. Suriye’nin Lübnan ile sınırlarının belirlenmesi ve diplomatik ilişikiler kurulması belirtiliyor. BM’deki ABD Büyükelçisi John Bolton da Suriye’yi Lübnan’ın bağımsızlık ve özgürlüğünü tanıması konusunda uyarıyordu. 18 Mayıs’ta yapılan Güvenlik Konseyi’nin iki daimi üyesi olan Rusya ve Çin’in çekimser kaldığı oylamada tasarı 13 üyenin oyuyla kabul edildi.
Beyrut-Şam Deklarasyonu ile ABD, İngiltere ve Fransa’nın BM’ye sunduğu yasa tasarısı, birbirine paralel istekleri içinde barındırmakta ve örtüşmektedir. Oysaki Beyrut’ta elçilik bile bulundurmayan Suriye için Lübnan tarihsel ve stratejik derinliği olan milli bir davadır. Milli bir davada Beyrut-Şam Deklarasyonu gibi Suriye’yi Lübnan’dan tamamen koparmayı amaçlayan bir eylem planı içerisine girmek Suriye yönetimince hoş karşılanmamıştır. Deklarasyonun Hariri suikastı dâhil olmak üzere Suriye’nin Lübnan’daki siyasi cinayetleri işlemekle suçlaması ise Suriye yönetiminin kendini temize çıkarma çabalarına indirilecek önemli bir darbe niteliğindedir. Bununla birlikte deklarasyonla BM yasa tasarısı arasındaki paralellik en azından devlet düzeyinde Suriyeli aydınların yabancı güçlerle işbirliği içerisinde olduğu izlenimine yol açmaktadır. Güvenlik konusunda aşırı duyarlılığa sahip olan Suriye yönetimi, Lübnan gibi milli bir davada aleyhine çalıştıklarını düşündüğü aydınlarını cezalandırmış ve deklarasyona imza atan pek çok kişiyi kısa sürede tutuklamıştır.
Sonuç olarak Haziran ayında Hariri suikastı soruşturmasında yeni savcı Serge Brammertz’in hazırladığı raporu BM Güvenlik Konseyi’ne teslim etmesiyle birlikte Suriye’ye Lübnan üzerinden yeni bir uluslararası baskı dalgası gelebilir. ABD ve İsrail, Hizbullah’ın silahsızlandırılması ve Suriye’nin Lübnan’daki etkinliğini tamamen bitirmek istemektedir. Fakat yakın bir gelecekte Hizbullah’ın silahsızlanması veya Suriye’nin Lübnan’dan tamamen kopması mümkün gözükmemektedir. Bunun temel nedeni, Suriye’nin Lübnan siyaseti üzerindeki etkinliği değil, Lübnan’da güçlü bir merkezi iktidarın var olmaması ve siyasetin bölgesel, mezhepsel ve ailesel çıkara dayalı olarak oluşmasıdır. 2007’de Lübnan’da yapılacak devlet başkanlığı seçimleri, ülkedeki Suriye karşıtlarıyla Suriye yanlılarının mücadelesi açısından oldukça önem taşımaktadır. Bu seçim yaklaştıkça Lübnan içinde ve Suriye-Lübnan ilişkilerinde gerginlikler söz konusu olabilir. Bu süreçte Hariri suikastının da Haziran’da sonuca bağlanmayıp Suriye üzerinde bir baskı unsuru olarak kalabileceği düşünülebilir. Lübnanlıların ülkede işlenen tüm siyasi cinayetler için uluslararası mahkeme kurma isteklerini bu çerçevede değerlendirmek gerekir. Diğer yandan Suriye yönetiminin ülke içinde yaptığı tutuklamalar uluslararası kamuoyunda Beşşar’ın reformcu kimliğine şüpheyle bakılmasına yol açacak ve reform konusunda inandırıcılığını azaltacaktır. Son yıllarda ABD’nin çıkardığı Suriye merkezli bölgesel krizlerin artması ve süreklilik arz etmesi, Beşşar’ın reform hareketini bu krizlerle birlikte yürütmesi gerektiğini göstermektedir. Dış politikadaki sorunları bahane ederek korkuya dayalı bir reform politikası Beşşar Esad’ın iktidara kalmasını sağlasa da Suriye için gerekli olan demokratik dönüşümün gerçekleşmesini engelleyecektir.