Yasin Atlıoğlu
Devlet yüzyıllardır var olan sosyal bir olgudur. Günümüze kadar birçok siyasal düşünür ve sosyal bilimci devlet kavramını tanımlamaya çalışmıştır. Devletin ülke, insan topluluğu ve iktidar olmak üzere üç unsuru hemen herkesin üzerinde hem fikir olduğu noktalardır. Bu unsurlardan yola çıkarak somut bir tanımlama yapmaya kalkarsak “Devlet, belli bir ülke üzerinde yerleşmiş, zorlayıcı yetkiye sahip üstün bir iktidar tarafından yönetilen bir insan topluluğunun meydana getirdiği siyasal kuruluştur” denebilir.[1] Bununla birlikte bizim değerlendirmelerimizde kullanacağımız devlet şekli Batıda 16.yy.dan itibaren oluşmaya başlayan modernleşmeci ulus-devlet modelidir. Zaten devlet deyince belli sınırlar içinde yerleşik bir insan topluluğu, istikrarlı bir siyasal örgütlenme ve kurumsallaşmış bir iktidar anlıyorsak da bu nitelikleri kapsayan kuruluşları görebilmek için çok eski tarihlere gitmek anlamsızdır. Devlet kavramının oluşmasına paralel olarak “devlet” kelimesinin Batı dillerindeki karşılığının (status, stato, etat, state) kullanılmaya başlanması da 16.yy. rastlamaktadır (Ondan önce siyasal toplulukları ifade etmek için polis, civitas, respublica, regnum gibi deyimler kullanılıyordu). Kısacası günümüzdeki anlamıyla ulus-devlet, ortaçağın sonlarında ve yeniçağın başlarında Avrupa’da feodalitenin çöküşü ve kilisenin siyasal nüfuzunun kırılışı ile birlikte doğmuştur. Ulus-devlet dağınık ve çatışan otoriteler arasında bölünmüş olan insanları ülke ve millet kavramları etrafında toplayan yeni bir kuruluştur. Böylece modern ulus-devlet o zamana kadar tam benzeri olmayan yeni bir siyasal bütünleşme, yeni ve değişik bir örgütlenme olarak ortaya çıkmaktadır.[2] Ulus-devlet içinde yer alan bireyler kutsal bir iradeye bağlı birer tebaa olmaktan çıkmakla birlikte her biri siyasal otorite tarafından bir “yurttaş” veya “vatandaş” olarak tanımlanmıştır. Bundan sonra kişinin aidiyeti sınırları açıkça belirlenmiş topraklar (ülke) ve bu topraklar üzerinde kurulmuş laik siyasal otoriteye bağlı olacaktır. Ulus-devlet anlayışı geniş ölçüde ilhamını pozitivizmden, iktidar ise meşruiyetini pozitif bilimlerin sağladığı ve insan zihniyle uygunluk içinde olan gerçekliklerden almaktadır. Dolayısıyla ulus devlet kaçınılmaz olarak aydınlanmacı ve aydınlatıcı bir misyona sahiptir. [3]
Orta Doğu’da devlet, toplum, insan gibi kavramların algılanışı, Batı merkezli algılayış biçiminden oldukça farklıdır. Tarihin ilk devirlerinden itibaren genel olarak Doğu diye adlandırılan coğrafya, özelde ise Orta Doğu, büyük medeniyetlere ev sahipliği yapmıştır. Büyük nüfus kitlelerini, büyük orduları barındıran ve bunları besleyecek uzmanlaşmış ekonomik sistemleri olan büyük imparatorluklar bu coğrafyalarda kurulmuştur. Kurulan devletler modern ulus-devlet yapılanmasının çok uzağında olsa da Batıya göre daha fazla devlet kurma deneyimi yaşanan Doğu’da otorite ve güç kavramları yönetim biçimlerine daha fazla hâkim olmuştur. Bu çerçevede düşünüldüğünde devlet kavramı, Orta Doğu coğrafyasında fazlasıyla karmaşık ve tarihsel derinliği olan bir fenomendir ve kurumsallaşmış bir yapı olmakla birlikte genellikle siyasal iktidar (otorite) olarak algılanmaktadır. Bundan dolayı Orta Doğu’da devleti incelerken en önemli unsuru olan iktidar olgusu üzerinden hareket etmek gerekmektedir. Devlet, “devl” kökünden gelen Arapça bir kelimedir. Elden ele geçen iktidar, saltanat anlamına gelir.[4] Orta Doğu insanı için devlet çoğu zaman kutsal, dokunulmaz ve erişilemez bir varlık durumunda kalmış ve ülkeyi yönetme görevinin bir kişi veya zümreye bahşedilen tanrısal bir lütuf olduğu düşünülmüştür. Çoğu zaman iktidara muhalif olmak devlete muhalif olmak ve devlet düşmanlığı olarak algılanmaktadır. Ulusal güvenlik sorumluluğunun kurumsallaşmadığı koşullarda, rejimin güvenliği veya iktidardaki üstün bireyin güvenliği ulusal güvenlikten önce gelmektedir. Tüm güvenlik bir tek kişinin, bir tek ailenin ya da küçük bir grubun yönetimine indirgenmektedir. Otoriteyi elinde tutan devlet korku ve güvensizliği beslerken cesaret ve yeteneği güvenliğe tehdit olarak algılamaktadır.[5] Bu psikoloji, siyasal tepkisizlik ve devlet ile halk arasındaki uzaklık şeklinde kendini gösterip siyasal katılımı sağlayacak kanalların oluşmasını engellemektedir. Orta Doğu’da devlet ve iktidar çoğu zaman birbirinin yerine kullanılan iki kavramdır ve iktidarın en önemli unsuru da güçtür.
Orta Doğu toplumlarında tarih boyunca siyasal erki elinde tutanlar, güç (etki) ile iktidar arasında genellikle bir paralellik kurmuşlar ve güce özel bir önem atfetmişlerdir. Devletin sahip olduğu egemen iktidar, kişisel veya küçük bir zümreye dayalı elitsel gücün bir uzantısı olarak düşünülmüştür. Gücün kaynağı ise, bazen tanrısal olmakla birlikte çoğu zaman içinde askeri ve siyasal sertlik barındıran somut şiddet eylemleri olabilmektedir. Charles Lindholm Orta Doğu coğrafyasında insanların korkuya dayalı olarak iktidara itaat ettiklerini şu sözlerle ifade ediyor:
“Lider ve tebaası için siyasi egemenliğin kendisi, zaten tartışmaya yer bırakmaksızın ulaşılması gereken bir hedeftir; bunun nedeni de, sadece iktidarın diğerlerini itaate zorunlu kılması ve dolayısıyla hükmeden kişinin kişisel gücünü ve zaferini onaylamış olmasıdır. Burada kişinin yeteneksizliği ya da başarısızlıkları söz konusu olamaz, söz konusu olan tek şey kişinin yarattığı korkudur. Dolayısıyla, Orta Doğu’daki boyun eğiş genellikle korkunun doğrudan bir sonucudur, çünkü aksi takdirde kimse prensipte kendinden daha iyi olmayana itaat etmez. Korkuya dayalı itaatin derecesi, somut olarak hükmedenin kudretini ve şöhretini göstermektedir.” [6]
Lindholm, söylediklerinde kısmen haklı olsa da Orta Doğu’daki iktidarlarla halk arasındaki ilişkide, sadece korku-itaat etkileşimi üzerinde durması yanlış değerlendirmelere yol açabilmektedir. Doğu toplumlarında gücü elinde tutan iktidar sahibinin topluma adalet dağıtma ve güvenliği sağlama gibi bir misyonu da vardır. Aynı zamanda kişiselleşmiş iktidarlarda, iktidar sahibinin zekâsı, cesareti, gücü ve bunların sonucu olan itibarı, iktidarın üstünlüğünü kabul ettiren, meşrulaştıran niteliklerdir.[7] Bu anlamda Doğu’da Max Weber’in “karizmatik meşruluk” dediği iktidar biçimi oldukça yaygındır.[8] Buna karşılık Doğu’daki kişiselleşmiş iktidar biçimleri, Lindholm’a paralel olarak diğer Batılılar tarafından da sadece Doğuya özgü olumsuz ve aşırılık içeren bir kavramsallaştırmayla “Şark Despotizmi”[9] olarak adlandırılmıştır. Bernard Lewis ise İslamiyet’in gelişinden sonra devletin gücünün hem kuramsal olarak hem de uygulamada sınırlı olduğu kanısındadır. Lewis’e göre İslami siyaset geleneğini zorba ve keyfi görme eğilimine rağmen geleneksel İslam devleti otokrat olmuş olabilir, ama zorba değildir. Hükümdarın gücü bazen hukuki bazen de toplumsal pek çok unsurla sınırlandırılmıştır.[10] Son tahlilde, dünyanın her yerinde güç tekelini elinde tutan devletin, Orta Doğu’da ilk çağdaki tanrı-kral anlayışından günümüzdeki otoriter rejimlere kadar tamamında, güç kullanımına ve kişisel inisiyatiflere dayalı iktidar biçimlerinin ön plana çıktığının altını çizmekle birlikte emir-itaat ilişkisini belirleyen pek çok neden olduğunu belirtmek gerekmektedir.
Orta Doğu’daki kişiselleşmiş iktidar biçimlerinin ortaya çıkardığı totaliter rejimlerin öncülleri arasında devlete yüklenen özel anlam ilk sırada yer alır. Buna göre anlamı ve amaçlarıyla devlet, yüceltilmiş bir kavram olarak yalnızca siyasal iktidarın değil, toplumsal hayatın her alanını kendine sıkı sıkıya bağlayan bütüncül karakteriyle ön plana çıkar. Bu anlamda totalitarizm bireyin özgürlüğünü tanımayan bir yönetimdir. Bu rejimlerde birey devlet karşısında belirleyen değil belirlenen konumundadır. Birey yaşamını devletin mutlaklaştırılmış otoritesine devretmektedir. Totaliter rejimlerde herkes devlet içindedir; dışında ve karşısında bir yerde düşünmek mümkün değildir.[11]
Arap Orta Doğusu’nda[12] modern ulus-devlet yapılanmasının oluşamamasının ve kişiselleşmiş iktidarların yaygın olmasının temel nedenlerinden biri de toplumsal etkileşimin güvenlik ve çıkara dayalı olarak yerel ölçütlerde oluşmasıdır. Bernard Lewis’e göre, Osmanlı İmparatorluğu dağıldıktan sonra bölgede İran, Türkiye ve kısmen de Mısır’ın dışında kalan yerlerin devlet deneyimi olmadığı gibi uzun süreli politik egemenlik deneyimleri de yoktu. Oralarda yaşayanlar kimliklerini daha çok komünal ve hanedan sadakatleriyle birleştirmişlerdir. Yaşadıkları ülkeler imparatorluk eyaletleriydi, adları sık sık değişebiliyordu ve Mısır istisna olmak üzere hiçbirinin tarihi bir önemi ve hatta coğrafi kesinliği yoktu.[13] Kısacası bölgede baskın etnik grup olan Arapların etnik kimliklerinin, dille (Arapça) ve soyağacıyla tanımlanmış akrabalığa dayanmakta olduğu ve tarih boyunca büyük ölçüde aileler ve aşiretler topluluğu olarak kaldıkları söylenebilir.[14] Arap toplumunda rollerin, statünün ve itibarın dağıtımı, geleneksel bir teamüle göre yapılmakta ve onur, saygınlık ve asalete göre hiyerarşik bir yapıdadır.[15] Bu yüzden Araplar, doğuştan gelen asalet, nesep, haysiyet, onur gibi kavramlara özel önem atfetmişler ve bu değerleri varlıklarını korumak, yerel bir dayanışma ve dış düşmanlarla mücadele için olmazsa olmaz şart olarak görmektedirler. Yerel birlikteliklerin çıkarları uğruna diğerleri üzerinde egemenlik kurma arzuları, Orta Doğu’da uzun süren siyasi ve askeri mücadeleleri, güvensiz ve parçalanmış toplum yapıları ortaya çıkarmış ve en önemlisi de ulus kavramına dayalı güçlü merkezi devletlerin oluşumunu geciktirmiştir. Birinci Dünya Savaşı’nın sonunda ortaya çıkan uluslararası konjonktür içerisinde Batı modeline dayalı bir ulus-devlet anlayışı geliştiremeyen Araplar, onları aileler ve aşiretler şeklinde ayıran, farklı mezhepsel ve etnik grupları barındıran yapay devletler oluşturmuşlardır.[16] Yeni Arap devletlerinin çoğu kabile kültüründen direkt devlet kültürüne geçmiştir. Arap dünyasında önce devlet yapısı oluşmuş, fakat oluşan devlet ulusu inşa etmekte başarı gösterememiştir. Bu durum ortak değerleri ve gelecek hayalleri olan bir Arap ulusunun ortaya çıkmasının önündeki en önemli engellerden biridir.
Arap Orta Doğusu’nda Birinci Dünya Savaşı sonrası Batılı devletler tarafından yaratılan Arap devletlerinin çoğu İkinci Dünya Savaşı sonrasına kadar manda yönetimleri altında yaşamak zorunda kalmıştır. Batılılar tarafından sınırları çizilen bu devlet yapılarından ulusların ve modern bir toplumun doğması beklenmiştir.[17] Oysa manda dönemlerinin uzantısı olarak kurulan devletler, suni sınırlara sahip olmakla birlikte bu ülkelerdeki iktidar seçkinleri de modern kurumsal örgütlenmeyi oluşturma konusunda başarısız oldular. Albert Hourani bu konuda şunları söylüyor:
“Orta Doğu ülkelerinin çoğunda bağımsızlık gerek iç gerekse dış siyasal güçlerin yönlendirmesiyle ve halkın zaman zaman hoşnutsuzluğa kapılmasına rağmen görece barışçıl müzakerelerle kazanılmıştır. Yeni bağımsız olan devletlerde iktidar, ilk anda toplumsal mevki ve siyasal beceri sahibi egemen ailelerin ya da eğitim görmüş seçkinlerin eline geçti. İktidarın el değiştirmesi sırasında bunlara ihtiyaç duyulmuştu. Ne var ki bu gruplar genellikle bağımsızlığın yarattığı yeni koşullarda halkın desteğini seferber etmek ya da tam anlamıyla bir devlet kurmak için gerekli beceri ve cazibeye sahip değillerdi.”[18]
Buna rağmen 1945 sonrası bağımsızlıklarını elde eden Araplar, hızlı bir ulus-devlet oluşumuna yönel(til)di ve Pan-Arabizm, Sosyalizm gibi ideolojiler çerçevesinde yeni yönetim modelleri oluşturmaya çalışıldı. Orta Doğu ülkelerinde bu süreç içerisinde sistemleşen ve varlığını günümüzde de sürdüren “Totaliter-Bürokratik Diktatörlükler” ve “Geleneksel Dini Monarşiler” olmak üzere iki yönetim modelinden bahsedilebilir. Totaliter-Bürokratik liderlik yapılanmalarının en çarpıcı örnekleri Arap toplumunu tepeden tabana doğru seküler, milliyetçi ve sosyalist ilkeler etrafında yeniden şekillendirmek isteyen liderlerin ve totaliter partilerin idare ettiği Mısır, Suriye, Irak gibi ülkelerde ortaya çıktı. Yerli burjuvazinin oluşmadığı bu ülkelerde devletin modernleşme hedeflerini gerçekleştirmede bir araç olarak sivil ve askeri bürokrasi kullanıldı. Sivil bürokrasi ile ortak ekonomik ve ideolojik çıkarlara sahip olan askeri bürokrasi, genellikle sivil iktidarın tehlikeye düştüğü durumlarda ülke istikrarını bahane ederek sivil idareyi ele almıştır. Devlet ve rejimin korunmasında ve kurtarılmasında bekçilik görevi üstlenen askeri bürokrasi toplumun en tutucu öğesi sayılabilir.[19] İlk öncüllerini Suudi Arabistan ve Ürdün’de bulan geleneksel meşruiyet kalıplarına dayalı liderlik yapılanması ise daha sonra Basra Körfezinde kurulan küçük devletlere ve petrol şeyhliklerine yayıldı.[20]
Bu siyasal rejimlerin en başta gelen özelliği “devlet” anlayışının olağan dışılığı, yani devlet gücünün hayli sıkı bir biçimde siyasi süreci denetim altında bulunduran bir azınlığın elinde bulunmasıdır. Burada bir “siyasal elitizm” söz konusudur. Zira ne tipte olursa olsun bu elit iktidarlar, esas itibarıyla gerçek manada ne halkın rızasıyla işbaşına gelmiş ne de çoğunluğun temel yönelimlerine uygun bir siyasi ve sosyal yapılanmayı oluşturmak istemişlerdir. Dolayısıyla bu ülkelerin siyasal yaşamlarında siyasi meşruiyet sorunu en temel sorunlardan birini oluşturmaktadır.[21] Otoriter iktidarlar, çoğu zaman siyasi kurumlar ve bu kurumların dayandığı biçimsel hukuki zemin ile meşruiyet alanı oluşturmada yetersiz kalmaktadır.[22] Yönetim kadrosuyla yönetilen halklar arasındaki kopukluk ise meşruiyet sorununu ciddi ve hayati bir mesele haline getirmektedir. Yönetenler yönetilenlere güvenmediklerinden daha doğrusu demokratik rejimler bulunmadığından her şeyi denetim altında tutan merkezi bir sistem oluşturup halkın susturulmasına çalışmakta ve bunun tabi sonucu olarak da “polis devlet”ler ortaya çıkmaktadır.[23] Buna rağmen siyasi meşruluk ile siyasal istikrar arasında bir paralellik olduğu düşünüldüğünde, Arap Orta Doğusundaki rejimlerin uzun yaşam süreleri çelişkili bir durum arz ettiği görülmektedir. Bu durumun temel nedenini Arap politik sistemlerinin yapısal meşruluktan yoksun olmasına rağmen bu açığın siyasal irade tarafından -özellikle Soğuk Savaş yıllarında- kişisel ve ideolojik meşruluğun kullanımı yoluyla kapatılmasında aramak gerekmektedir.[24]
Soğuk Savaş dönemi boyunca güvenlik kaygılarını ve Filistin Sorunu dâhilinde İsrail düşmanlığını ön plana çıkaran Arap Orta Doğusu’ndaki otoriter tek adam rejimleri, ülke içinden gelebilecek muhalefet ve siyasi özgürlük taleplerini kolayca bastırdıkları gibi iktidarlarının meşruiyet sorunlarını da gündem dışı tutmayı başarmışlardır. Fakat 1990’lı yıllara gelindiğinde SSCB’nin çökmesi, ideolojilerin etkisizleşmesi, değişen uluslararası konjonktür ve küreselleşmenin demokrasi, özgürlük ve insan hakları gibi değerleri kullanarak yarattığı baskı, Arap dünyasındaki rejimlerin siyasi meşruiyet bunalımını derinleştirmiştir.
Orta Doğu’da devlet, toplum, insan gibi kavramların algılanışı, Batı merkezli algılayış biçiminden oldukça farklıdır. Tarihin ilk devirlerinden itibaren genel olarak Doğu diye adlandırılan coğrafya, özelde ise Orta Doğu, büyük medeniyetlere ev sahipliği yapmıştır. Büyük nüfus kitlelerini, büyük orduları barındıran ve bunları besleyecek uzmanlaşmış ekonomik sistemleri olan büyük imparatorluklar bu coğrafyalarda kurulmuştur. Kurulan devletler modern ulus-devlet yapılanmasının çok uzağında olsa da Batıya göre daha fazla devlet kurma deneyimi yaşanan Doğu’da otorite ve güç kavramları yönetim biçimlerine daha fazla hâkim olmuştur. Bu çerçevede düşünüldüğünde devlet kavramı, Orta Doğu coğrafyasında fazlasıyla karmaşık ve tarihsel derinliği olan bir fenomendir ve kurumsallaşmış bir yapı olmakla birlikte genellikle siyasal iktidar (otorite) olarak algılanmaktadır. Bundan dolayı Orta Doğu’da devleti incelerken en önemli unsuru olan iktidar olgusu üzerinden hareket etmek gerekmektedir. Devlet, “devl” kökünden gelen Arapça bir kelimedir. Elden ele geçen iktidar, saltanat anlamına gelir.[4] Orta Doğu insanı için devlet çoğu zaman kutsal, dokunulmaz ve erişilemez bir varlık durumunda kalmış ve ülkeyi yönetme görevinin bir kişi veya zümreye bahşedilen tanrısal bir lütuf olduğu düşünülmüştür. Çoğu zaman iktidara muhalif olmak devlete muhalif olmak ve devlet düşmanlığı olarak algılanmaktadır. Ulusal güvenlik sorumluluğunun kurumsallaşmadığı koşullarda, rejimin güvenliği veya iktidardaki üstün bireyin güvenliği ulusal güvenlikten önce gelmektedir. Tüm güvenlik bir tek kişinin, bir tek ailenin ya da küçük bir grubun yönetimine indirgenmektedir. Otoriteyi elinde tutan devlet korku ve güvensizliği beslerken cesaret ve yeteneği güvenliğe tehdit olarak algılamaktadır.[5] Bu psikoloji, siyasal tepkisizlik ve devlet ile halk arasındaki uzaklık şeklinde kendini gösterip siyasal katılımı sağlayacak kanalların oluşmasını engellemektedir. Orta Doğu’da devlet ve iktidar çoğu zaman birbirinin yerine kullanılan iki kavramdır ve iktidarın en önemli unsuru da güçtür.
Orta Doğu toplumlarında tarih boyunca siyasal erki elinde tutanlar, güç (etki) ile iktidar arasında genellikle bir paralellik kurmuşlar ve güce özel bir önem atfetmişlerdir. Devletin sahip olduğu egemen iktidar, kişisel veya küçük bir zümreye dayalı elitsel gücün bir uzantısı olarak düşünülmüştür. Gücün kaynağı ise, bazen tanrısal olmakla birlikte çoğu zaman içinde askeri ve siyasal sertlik barındıran somut şiddet eylemleri olabilmektedir. Charles Lindholm Orta Doğu coğrafyasında insanların korkuya dayalı olarak iktidara itaat ettiklerini şu sözlerle ifade ediyor:
“Lider ve tebaası için siyasi egemenliğin kendisi, zaten tartışmaya yer bırakmaksızın ulaşılması gereken bir hedeftir; bunun nedeni de, sadece iktidarın diğerlerini itaate zorunlu kılması ve dolayısıyla hükmeden kişinin kişisel gücünü ve zaferini onaylamış olmasıdır. Burada kişinin yeteneksizliği ya da başarısızlıkları söz konusu olamaz, söz konusu olan tek şey kişinin yarattığı korkudur. Dolayısıyla, Orta Doğu’daki boyun eğiş genellikle korkunun doğrudan bir sonucudur, çünkü aksi takdirde kimse prensipte kendinden daha iyi olmayana itaat etmez. Korkuya dayalı itaatin derecesi, somut olarak hükmedenin kudretini ve şöhretini göstermektedir.” [6]
Lindholm, söylediklerinde kısmen haklı olsa da Orta Doğu’daki iktidarlarla halk arasındaki ilişkide, sadece korku-itaat etkileşimi üzerinde durması yanlış değerlendirmelere yol açabilmektedir. Doğu toplumlarında gücü elinde tutan iktidar sahibinin topluma adalet dağıtma ve güvenliği sağlama gibi bir misyonu da vardır. Aynı zamanda kişiselleşmiş iktidarlarda, iktidar sahibinin zekâsı, cesareti, gücü ve bunların sonucu olan itibarı, iktidarın üstünlüğünü kabul ettiren, meşrulaştıran niteliklerdir.[7] Bu anlamda Doğu’da Max Weber’in “karizmatik meşruluk” dediği iktidar biçimi oldukça yaygındır.[8] Buna karşılık Doğu’daki kişiselleşmiş iktidar biçimleri, Lindholm’a paralel olarak diğer Batılılar tarafından da sadece Doğuya özgü olumsuz ve aşırılık içeren bir kavramsallaştırmayla “Şark Despotizmi”[9] olarak adlandırılmıştır. Bernard Lewis ise İslamiyet’in gelişinden sonra devletin gücünün hem kuramsal olarak hem de uygulamada sınırlı olduğu kanısındadır. Lewis’e göre İslami siyaset geleneğini zorba ve keyfi görme eğilimine rağmen geleneksel İslam devleti otokrat olmuş olabilir, ama zorba değildir. Hükümdarın gücü bazen hukuki bazen de toplumsal pek çok unsurla sınırlandırılmıştır.[10] Son tahlilde, dünyanın her yerinde güç tekelini elinde tutan devletin, Orta Doğu’da ilk çağdaki tanrı-kral anlayışından günümüzdeki otoriter rejimlere kadar tamamında, güç kullanımına ve kişisel inisiyatiflere dayalı iktidar biçimlerinin ön plana çıktığının altını çizmekle birlikte emir-itaat ilişkisini belirleyen pek çok neden olduğunu belirtmek gerekmektedir.
Orta Doğu’daki kişiselleşmiş iktidar biçimlerinin ortaya çıkardığı totaliter rejimlerin öncülleri arasında devlete yüklenen özel anlam ilk sırada yer alır. Buna göre anlamı ve amaçlarıyla devlet, yüceltilmiş bir kavram olarak yalnızca siyasal iktidarın değil, toplumsal hayatın her alanını kendine sıkı sıkıya bağlayan bütüncül karakteriyle ön plana çıkar. Bu anlamda totalitarizm bireyin özgürlüğünü tanımayan bir yönetimdir. Bu rejimlerde birey devlet karşısında belirleyen değil belirlenen konumundadır. Birey yaşamını devletin mutlaklaştırılmış otoritesine devretmektedir. Totaliter rejimlerde herkes devlet içindedir; dışında ve karşısında bir yerde düşünmek mümkün değildir.[11]
Arap Orta Doğusu’nda[12] modern ulus-devlet yapılanmasının oluşamamasının ve kişiselleşmiş iktidarların yaygın olmasının temel nedenlerinden biri de toplumsal etkileşimin güvenlik ve çıkara dayalı olarak yerel ölçütlerde oluşmasıdır. Bernard Lewis’e göre, Osmanlı İmparatorluğu dağıldıktan sonra bölgede İran, Türkiye ve kısmen de Mısır’ın dışında kalan yerlerin devlet deneyimi olmadığı gibi uzun süreli politik egemenlik deneyimleri de yoktu. Oralarda yaşayanlar kimliklerini daha çok komünal ve hanedan sadakatleriyle birleştirmişlerdir. Yaşadıkları ülkeler imparatorluk eyaletleriydi, adları sık sık değişebiliyordu ve Mısır istisna olmak üzere hiçbirinin tarihi bir önemi ve hatta coğrafi kesinliği yoktu.[13] Kısacası bölgede baskın etnik grup olan Arapların etnik kimliklerinin, dille (Arapça) ve soyağacıyla tanımlanmış akrabalığa dayanmakta olduğu ve tarih boyunca büyük ölçüde aileler ve aşiretler topluluğu olarak kaldıkları söylenebilir.[14] Arap toplumunda rollerin, statünün ve itibarın dağıtımı, geleneksel bir teamüle göre yapılmakta ve onur, saygınlık ve asalete göre hiyerarşik bir yapıdadır.[15] Bu yüzden Araplar, doğuştan gelen asalet, nesep, haysiyet, onur gibi kavramlara özel önem atfetmişler ve bu değerleri varlıklarını korumak, yerel bir dayanışma ve dış düşmanlarla mücadele için olmazsa olmaz şart olarak görmektedirler. Yerel birlikteliklerin çıkarları uğruna diğerleri üzerinde egemenlik kurma arzuları, Orta Doğu’da uzun süren siyasi ve askeri mücadeleleri, güvensiz ve parçalanmış toplum yapıları ortaya çıkarmış ve en önemlisi de ulus kavramına dayalı güçlü merkezi devletlerin oluşumunu geciktirmiştir. Birinci Dünya Savaşı’nın sonunda ortaya çıkan uluslararası konjonktür içerisinde Batı modeline dayalı bir ulus-devlet anlayışı geliştiremeyen Araplar, onları aileler ve aşiretler şeklinde ayıran, farklı mezhepsel ve etnik grupları barındıran yapay devletler oluşturmuşlardır.[16] Yeni Arap devletlerinin çoğu kabile kültüründen direkt devlet kültürüne geçmiştir. Arap dünyasında önce devlet yapısı oluşmuş, fakat oluşan devlet ulusu inşa etmekte başarı gösterememiştir. Bu durum ortak değerleri ve gelecek hayalleri olan bir Arap ulusunun ortaya çıkmasının önündeki en önemli engellerden biridir.
Arap Orta Doğusu’nda Birinci Dünya Savaşı sonrası Batılı devletler tarafından yaratılan Arap devletlerinin çoğu İkinci Dünya Savaşı sonrasına kadar manda yönetimleri altında yaşamak zorunda kalmıştır. Batılılar tarafından sınırları çizilen bu devlet yapılarından ulusların ve modern bir toplumun doğması beklenmiştir.[17] Oysa manda dönemlerinin uzantısı olarak kurulan devletler, suni sınırlara sahip olmakla birlikte bu ülkelerdeki iktidar seçkinleri de modern kurumsal örgütlenmeyi oluşturma konusunda başarısız oldular. Albert Hourani bu konuda şunları söylüyor:
“Orta Doğu ülkelerinin çoğunda bağımsızlık gerek iç gerekse dış siyasal güçlerin yönlendirmesiyle ve halkın zaman zaman hoşnutsuzluğa kapılmasına rağmen görece barışçıl müzakerelerle kazanılmıştır. Yeni bağımsız olan devletlerde iktidar, ilk anda toplumsal mevki ve siyasal beceri sahibi egemen ailelerin ya da eğitim görmüş seçkinlerin eline geçti. İktidarın el değiştirmesi sırasında bunlara ihtiyaç duyulmuştu. Ne var ki bu gruplar genellikle bağımsızlığın yarattığı yeni koşullarda halkın desteğini seferber etmek ya da tam anlamıyla bir devlet kurmak için gerekli beceri ve cazibeye sahip değillerdi.”[18]
Buna rağmen 1945 sonrası bağımsızlıklarını elde eden Araplar, hızlı bir ulus-devlet oluşumuna yönel(til)di ve Pan-Arabizm, Sosyalizm gibi ideolojiler çerçevesinde yeni yönetim modelleri oluşturmaya çalışıldı. Orta Doğu ülkelerinde bu süreç içerisinde sistemleşen ve varlığını günümüzde de sürdüren “Totaliter-Bürokratik Diktatörlükler” ve “Geleneksel Dini Monarşiler” olmak üzere iki yönetim modelinden bahsedilebilir. Totaliter-Bürokratik liderlik yapılanmalarının en çarpıcı örnekleri Arap toplumunu tepeden tabana doğru seküler, milliyetçi ve sosyalist ilkeler etrafında yeniden şekillendirmek isteyen liderlerin ve totaliter partilerin idare ettiği Mısır, Suriye, Irak gibi ülkelerde ortaya çıktı. Yerli burjuvazinin oluşmadığı bu ülkelerde devletin modernleşme hedeflerini gerçekleştirmede bir araç olarak sivil ve askeri bürokrasi kullanıldı. Sivil bürokrasi ile ortak ekonomik ve ideolojik çıkarlara sahip olan askeri bürokrasi, genellikle sivil iktidarın tehlikeye düştüğü durumlarda ülke istikrarını bahane ederek sivil idareyi ele almıştır. Devlet ve rejimin korunmasında ve kurtarılmasında bekçilik görevi üstlenen askeri bürokrasi toplumun en tutucu öğesi sayılabilir.[19] İlk öncüllerini Suudi Arabistan ve Ürdün’de bulan geleneksel meşruiyet kalıplarına dayalı liderlik yapılanması ise daha sonra Basra Körfezinde kurulan küçük devletlere ve petrol şeyhliklerine yayıldı.[20]
Bu siyasal rejimlerin en başta gelen özelliği “devlet” anlayışının olağan dışılığı, yani devlet gücünün hayli sıkı bir biçimde siyasi süreci denetim altında bulunduran bir azınlığın elinde bulunmasıdır. Burada bir “siyasal elitizm” söz konusudur. Zira ne tipte olursa olsun bu elit iktidarlar, esas itibarıyla gerçek manada ne halkın rızasıyla işbaşına gelmiş ne de çoğunluğun temel yönelimlerine uygun bir siyasi ve sosyal yapılanmayı oluşturmak istemişlerdir. Dolayısıyla bu ülkelerin siyasal yaşamlarında siyasi meşruiyet sorunu en temel sorunlardan birini oluşturmaktadır.[21] Otoriter iktidarlar, çoğu zaman siyasi kurumlar ve bu kurumların dayandığı biçimsel hukuki zemin ile meşruiyet alanı oluşturmada yetersiz kalmaktadır.[22] Yönetim kadrosuyla yönetilen halklar arasındaki kopukluk ise meşruiyet sorununu ciddi ve hayati bir mesele haline getirmektedir. Yönetenler yönetilenlere güvenmediklerinden daha doğrusu demokratik rejimler bulunmadığından her şeyi denetim altında tutan merkezi bir sistem oluşturup halkın susturulmasına çalışmakta ve bunun tabi sonucu olarak da “polis devlet”ler ortaya çıkmaktadır.[23] Buna rağmen siyasi meşruluk ile siyasal istikrar arasında bir paralellik olduğu düşünüldüğünde, Arap Orta Doğusundaki rejimlerin uzun yaşam süreleri çelişkili bir durum arz ettiği görülmektedir. Bu durumun temel nedenini Arap politik sistemlerinin yapısal meşruluktan yoksun olmasına rağmen bu açığın siyasal irade tarafından -özellikle Soğuk Savaş yıllarında- kişisel ve ideolojik meşruluğun kullanımı yoluyla kapatılmasında aramak gerekmektedir.[24]
Soğuk Savaş dönemi boyunca güvenlik kaygılarını ve Filistin Sorunu dâhilinde İsrail düşmanlığını ön plana çıkaran Arap Orta Doğusu’ndaki otoriter tek adam rejimleri, ülke içinden gelebilecek muhalefet ve siyasi özgürlük taleplerini kolayca bastırdıkları gibi iktidarlarının meşruiyet sorunlarını da gündem dışı tutmayı başarmışlardır. Fakat 1990’lı yıllara gelindiğinde SSCB’nin çökmesi, ideolojilerin etkisizleşmesi, değişen uluslararası konjonktür ve küreselleşmenin demokrasi, özgürlük ve insan hakları gibi değerleri kullanarak yarattığı baskı, Arap dünyasındaki rejimlerin siyasi meşruiyet bunalımını derinleştirmiştir.
[1] Münci Kapani, Politika Bilimime Giriş, Ankara, Bilgi Yayınevi, 1998, s.33–35
[2] A.e., s.40
[3] Ali Bulaç, İslam ve Demokrasi (Teokrasi- Totaliterizm), İstanbul, Beyan Yayınları, 1993,s.138–139
[4] İsmet Giritli, Jale Sarmaşık, Anayasa Hukuku, İstanbul, Der Yayınlar,1996, s.19
[5] Mahmood Sarıolghalam, “Ortadoğu’da Sivil Toplum Umutları: Kültürel Engeller Üzerine Bir Çözümleme”, Elisabeth Özdalga, Sune Persson (Der.), Sivil Toplum, Demokrasi ve İslam Dünyası, Çev: Ahmet Fethi, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, 1998, s.81
[6] Charles Lindholm, İslami Orta Doğu, Çev: Balkı Şafak, Ankara, İmge Kitapevi, 2004, s.440
[7] Esat Çam, Siyaset Bilimine Giriş, İstanbul, Der Yayınları, 1995, s.111
[8] Weber’in meşru iktidar tipolojisi hakkında bkz. Max Weber, The Theory of Social and Economic Organization, New York, Oxford University Press, 1947
[9] “Şark Despotizmi” kavramını 18. yy.da Montesquieu tarafından içi doldurulmuş bir kavramdır. Doğu’yu hayatı boyunca hiç görmeyen Montesquieu, bu kavramla Batı tarafından ötekileştirilmiş Doğu’yu aşağılayarak Batıyı yüceltme çabasındadır. Bu açıdan despotizmin sadece Doğu’ya özgü bir kavram olduğunu iddia etmek ancak önyargılı bir bakış açısının sonucu olabilir. 20.yy.da Avrupa’nın ortasında kurulan devleti yücelten, toplumu ve bireyi devlete tabi kılan otoriter-faşist diktatörlükler de bu tarz rejimlerin Batı da kurulabildiğinin en güzel kanıtı sayılabilir. Ayrıntılı bilgi için bkz. Yücel Bulut, Oryantalizmin Eleştirel Kısa Tarihi, İstanbul, Yöneliş Yayınları, 2002, s. 93–95
[10] Bernard Lewis, Ortadoğu’nun Çoklu Kimliği, Çev: Mehmet Harmancı, İstanbul, Sabah Kitapları, 2000, s.73
[11] Bulaç, a.g.e., s.153–154
[12] Arap Orta Doğusu tabiri, Türkiye, İran ve İsrail dışındaki Arap Devletlerini kapsayan Orta Doğu coğrafyasını anlatmak için kullanılmaktadır. Bu coğrafyada, Irak, Suriye, Lübnan, Ürdün, Suudi Arabistan, BAE, Bahreyn, Katar, Yemen, Umman, Mısır, Sudan, Libya, Tunus, Cezayir ve Fas yer almaktadır.
[13] Lewis, Ortadoğu’nun Çoklu Kimliği, s.73
[14] Sandra Mackey, “1920–2002 Çatışmalar Yüzyılı”, Ortadoğu’da Tarih ve İnanç, National Geographic Society, Washington, 2003 (Türkçe: Doğuş Grubu İletişim Yayıncılık, 2003), s.130
[15] Kemal H. Karpat, Ortadoğu’da Osmanlı Mirası ve Ulusçuluk, Çev: Recep Boztemur, İstanbul, İmge Yayınları, 2001, s. 84
[16] Mackey, a.g.e., s.131
[17] Detaylı bilgi için bkz. Iliya Harik, “The Origins of the Arab State System”, Der: Giacomo Luciani, The Arab State, Londra, Routledge, 1990, s.1–17
[18] Albert Hourani, Arap Halkları Tarihi, Çev: Yavuz Alogan, İstanbul, İletişim Yayınları, 2000, s.465–466
[19] Kadir Canatan, Bir Değişim Süreci Olarak Modernleşme, İstanbul, İnsan Yayınları, 1995, s.52–53
[20] Ahmet Davutoğlu, Stratejik Derinlik, İstanbul, Küre Yayınları, 2003, s. 368
[21] M. Lütfullah Karaman, Bülent Aras, “Ortadoğu Demokrasi’nin Neresinde? Demokratikleşme Sorunsalı ve Sivil Toplum Ayracı İçinde Bazı Tespitler”, Avrasya Dosyası (Ortadoğu ve Terör Özel), Cilt: 3, Sayı: 2, 1996, s.147
[22] Ahmet Davutoğlu, “Küreselleşme, Zihniyet Bunalımı ve Demokrasi”, İslam ve Demokrasi, İstanbul, İslami İlimler Araştırma Vakfı (İSAV), Ensar Neşriyat, 2000, s.105
[23] Davud Dursun, Ortadoğu Neresi, İstanbul, İnsan Yayınları, 1995, s.118–119
[24] Asaf Hüseyin, İslam Dünyasına Siyasi Bakışlar, Çev: Murat Çiftkaya, İstanbul, İz Yayınları, 1991, s.142