"And I have found both freedom and safety in my madness, the freedom of loneliness and the safety from being understood, for those who understand us enslave something in us. But let me not be too proud of my safety. Even a Thief in a jail is safe from another thief. "
Khalil Gibran (How I Became a Madman)
Khalil Gibran (How I Became a Madman)
NEWS AND ARTICLES / HABERLER VE MAKALELER
Monday, December 31, 2007
Sunday, December 30, 2007
Saturday, December 29, 2007
Friday, December 28, 2007
Thursday, December 27, 2007
Wednesday, December 26, 2007
Tuesday, December 25, 2007
Monday, December 24, 2007
Sunday, December 23, 2007
Friday, December 21, 2007
Thursday, December 20, 2007
Wednesday, December 19, 2007
Tuesday, December 18, 2007
Monday, December 17, 2007
Sunday, December 16, 2007
Saturday, December 15, 2007
Friday, December 14, 2007
Lebanon mourns slain general- CNN (Video)
A heroic send-off for an assassinated Lebanese Army general. CNN's Brent Sadler reports.
Thursday, December 13, 2007
Fransua el-Hac Suikastı
Yasin Atlıoğlu*
Lübnan, 12 Aralık sabahı Beyrut yakınlarındaki Baabda’da meydana gelen bombalı saldırı haberiyle bir kez daha sarsıldı. Saldırıda ölen 5 kişi içerisinde Lübnan Ordusu’nun en önemli komutanlarından Maruni asıllı Tuğgeneral Fransua el-Hac da bulunuyordu. El-Hac’a yönelik saldırı, Lübnan’ın siyasi krizlerle beslenen güvenlik zafiyetlerini tekrar ortaya koymakla birlikte siyasi suikastların bir ülkenin siyasi ve toplumsal yapısını nasıl bir tramvaya sokabildiğini gösterdi. Lübnan artık gerçek bir suikastlar ülkesiydi.
El Hac’ın askeri geçmişi ve Lübnan siyasetinin içinde bulunduğu durum, bu suikastı iki boyutta ele almamızı gerektirmektedir. İlk boyut olarak suikast, son iki yıldır ülkede devam eden suikastlar zincirinin bir halkası olarak düşünülebilir. İkinci boyut ise El-Hac suikastıyla Nehr-el Berad mülteci kampında Lübnan Ordusu’nun İslamcı Feth-ül İslam örgütüne yönelik düzenlediği askeri operasyon arasındaki bağlantıdır.
Zincirin Bir Halkası Olarak El-Hac Suikastı
El-Hac suikastının yapılış biçimi ve suikastın ardından gelen tepkiler, son iki yıldır ülkede gerçekleşen suikastlara oldukça benzerlik göstermektedir. Saldırıda 35 kg patlayıcının yüklü olduğu bir araç kullanıldı. Patlamanın ardından yayınlanan ilk görüntüleri, Eylül ayındaki Antoine Ganim suikastının veya Lübnan’daki diğer suikastların ardından yayınlanan görüntülerden ayırmak oldukça zordur. Patlamanın şiddeti ve çevreye verdiği hasar arasındaki benzerlik suikastların aynı profesyonellikte yapıldığı izlenimi vermektedir. Kasım 2006’da Pierre Gemayel’e yapılan suikastın da aynı bölgede olması ve elçiliklerin de bulunduğu bu bölgenin iyi korunan bir yer olması ilgi çekici diğer bir veridir. Suikastın zamanlama olarak 2005 yılındaki Gebran Tueni suikastının yıldönümüne rastlaması da bir tesadüf müdür acaba?
Olayın ardından yapılan açıklamalar da daha öncekilerle aynı oldu. Suriye, Dışişleri Bakanı Velid el-Muallim’in ağzından suikastı kınadı. Suriye karşıtı 14 Mart koalisyonunun en önemli isimlerinden biri olan Lübnan Telekomünikasyon Bakanı Mervan Hamede suikasttan dolayı Suriye ve İran’ı suçladı. Hamade’ye göre Lübnan’da Hizbullah’ın askeri gücüne karşı denge sağlayabilecek tek kişi öldürüldü. Dory Chamoun suikastı yapanların güçlü bir Lübnan ordusunu ve devlet başkanlığı seçiminin yapılmasını istemediklerini söylüyordu. Saad Hariri ise suikastla Lübnan’ı hedef alan bir terörist saldırı zinciri arasında bağlantı kuruyordu.
Hamade, Chamoun ve Hariri’nin iddialarını destekleyen bir durum da Lübnan’daki devlet başkanlığı siyasi krizine bulunacak bir çözüm çerçevesinde El-Hac’ın çok yakın bir gelecekte Lübnan’ın yeni genelkurmay başkanı olarak görülmesidir. Lübnan nerdeyse son iki aydır yeni devlet başkanını seçmeye çalışıyor. Siyaset birbirine düşman iki sert cepheye ayrılmış durumda ve bu cepheleri destekleyen uluslararası aktörler krize doğrudan müdahil olmakta. Eski devlet başkanı Emil Lahud 24 Kasım’da görevi bırakmasına rağmen iki taraf arasında kesin uzlaşma sağlanabilmiş değil. Bunun bir sonucu olarak en son Salı günü seçimler 17 Aralık tarihine (sekizinci kez) ertelendi. Ülke içerisinde yapılan görüşmelerinin gidişatı ve uluslararası güçler arasındaki pazarlıklar, Genelkurmay Başkanı Michel Süleyman üzerinde bir uzlaşma sağlanması olasılığını arttırıyor. Bu uzlaşma El-Hac’a genelkurmay başkanlığına giden yolu da açıyordu.
Bütün bunlara rağmen el-Hac suikastını, Suriye ve İran’a yapılan suçlamalarla açıklamayı zorlaştıran birçok neden de söz konusu. El-Hac diğer suikasta maruz kalan kişiler gibi sivil değil kendini askerlik mesleğine adamış bir ordu mensubu idi. Ordu şu anda Lübnan’da herkesin desteklediği tek kurum durumunda. Her ne kadar dış saldırılara karşı güvenliği sağlamada yetersiz kalsa da. Yine el-Hac’ın son yıllardaki siyasi krizlerde Suriye karşıtı cephe içerinde yer almadığı ve tarafsız bir duruş sergilemeye çalıştığı söylenebilir. Mişel Aun’un genelkurmay başkanı olduğu dönemde Aun’a yakın bir olarak tanındığını da belirtmek gerekiyor. El-Hac, Hizbullah’ın da ılımlı baktığı isimlerden biriydi. Hizbullah sert bir dile saldırıyı kınadı ve halkı ordunun etrafında toplanmaya çağırarak birlik mesajı verdi.
Suikastın herkes tarafından üzerinde fikir birliğine varılan yönü, Lübnan’daki devlet başkanlığı krizinin devam etmesine yönelik bir girişim olmasıdır. Bu bağlamda devlet başkanlığı konusundaki görüşmelerin kritik bir döneminde Hizbullah veya Suriye’nin kendileri için olumlu sonuçlanabilecek bir süreci böyle bir suikastla kesintiye uğratmaları anlamsız bir hareket olarak düşünülebilir. Ülkedeki siyasi gruplara seslenen Genelkurmay Başkanı Michel Süleyman da bu suikastın politik bir araç olarak kullanılmasından kaçınılmasını isteyerek uzlaşma görüşmelerinin sağlıklı bir şekilde devam ettirilmesini istemiştir. Buna rağmen Lübnan Başbakanı Fuad Sinyora, suikastın ardından BM Genel Sekreteri Ban Ki-mun'a bir mektup göndererek El Hac suikastının BM tarafından soruşturulmasını talep etti. Bu talep suikastı uluslararası alana taşıma çabasının bir sonucudur.
Nehr-ül-Berad'ın İntikamı mı?
Lübnan Ordusu, bu yıl içerisinde aşırı İslamcı Feth-ül İslam adlı bir örgüte karşı bir dizi askeri operasyon gerçekleştirdi. Lübnan’ın kuzeyindeki Nehr-el Berad mülteci kampında üstlendikleri belirlenen örgütle ordu arasındaki çatışmalar Mayıs’tan Eylül sonuna kadar sürdü. Çatışmalar sona erdiğinde Lübnan Savunma Bakanı İlyas el-Murr, 222 Feth-ül İslam militanının öldüğünü, 202’sinin de tutuklandığını açıklıyordu. Ordu ise çatışmalarda 163 askerini kaybetti. Feth-ül İslam örgütüne karşı yapılan operasyonlarda Lübnan ordusunun başında Tuğgeneral Fransua el-Hac bulunuyordu.
Hakkında birçok iddialar olan Feth-ül İslam ilginç bir örgüt. Uluslararası kamuoyunda El-Kaide’nin bir uzantısı olduğuna dair genel bir kanı yaygın. Örgüt, Usame bin Laden’den esinlendiği söylenen Şakir el Absi adlı bir Filistinli tarafından 2006 yılında kuruldu. ABD ve İsrail’e karşı savaştığı iddia eden Absi, 1970’lerde Arafat’ın El-Fetih Hareketi’nin içinde yer alsa da bir süre sonra yolları ayrılıyor. Son yıllarda Ebu Musa el Zarkavi’yle (Haziran 2006’da Irak’ta öldürüldü) yakınlaştığı iddia edilen Absi, 2002 yılında Laurence Foley adlı Amerikalı bir diplomatı öldürdüğü suçlamasıyla Ürdün’de gıyabında ölüm cezasına çarptırıldı. 2006 yılı sonunda Lübnan’a gelip mülteci kamplarına yerleşen Absi, Feth-ül İslam örgütünü faaliyete geçirdi. Örgüt Şubat ayında Lübnan’da gerçekleşen birkaç bombalı saldırıdan sorumlu tutuldu. ABD yönetimi örgütün Suriye tarafından desteklendiğini söylüyor. ABD’ye göre Suriye örgütü kullanarak Lübnan’daki güç dengeleri kendi lehine çevirmeye çalışıyor. Oysaki örgütün lideri Absi, 3 yıl Beşşar Esad yönetimi tarafından hapsedilmiş biri. Yine Suriye’ye yakın olduğu düşünülen Hamas ve Hizbullah Absi ile bağlantısını tamamen kesmiş durumda. Zaten aşırı İslamcı (özellikle Sünniliği ön plana çıkaran) bir grupla Suriye yönetiminin işbirliği yapmasının normal şartlarda zor bir olasılık olduğunu söyleyebiliriz. Bu tür gruplar Suriye rejimi için de bir tehdit arz etmektedir.
Bu noktada Seymour Hersh’in Feth-ül İslam örgütü hakkındaki iddialarını hatırlamakta yarar var. Hersh göre, Feth-ül İslam, Lübnan’daki Şii Hizbullah örgütüne karşı denge sağlamak için kurulmuş Sünni bir oluşumdur. Örgütün kuruluş ve Lübnan’a girişini hazırlayan ve örtülü maddi desteği sağlayan ABD Ulusal Güvenlik Danışmanı Elliot Abrams ile Suudi Arabistan’ın eski Washington büyükelçisi Prens Bandar bin Sultan’dır. Hersh, ABD yönetiminin Hizbullah tehdidine karşı aşırı İslamcı grupları desteklemeyi ilk başta göze aldığını, fakat ardından kendi yarattığı örgütü Lübnan ordusunu kullanarak tasfiye ettiğini söylüyor.
Feth-ül İslam örgütünün aldığı ağır askeri darbenin ardından kendini kısa sürede toplayıp Tuğgeneral Fransua El Hac’a yönelik bir intikam saldırısı düzenlemesi mümkün mü? Örgüte en büyük desteğin Filistinlilerden gelebileceği düşünülebilir. Lübnan’da 400 bin civarında Filistinli mülteci var. Fakat örgütün hedef kitlesi olan Filistinliler üzerindeki etkinliğinin boyutu bilinmiyor. Nehr-el Berad mülteci kampında öldürülen militanlarının çoğunun Filistinli olmayan Araplardan oluşması da ilginç. Diğer yandan çatışmalardan sonra örgütün lideri Şakir el Absi’nin ölü ele geçirildiğine yönelik iddialar daha sonra Lübnanlı resmi otoriteler tarafından yalanlandı. Absi’nin yaşıyor olması örgütün hala faaliyette olduğunun bir göstergesi olabilir. Le Monde gazetesi Nisan ayında Feth-ül İslam’ın 36 Lübnanlı lidere suikast düzenleyeceğini yazmıştı. Lübnan hükümeti, bu yıl Feth-ül İslam’ın Lübnan’da birkaç bombalı saldırı düzenlediğini kabul ediyor. Feth-ül İslam el-Hac suikastını gerçekleştirme yeteneğine sahip olabilir. Belki yalnız belki de bölgedeki bir istihbarat örgütünün yardımıyla.
Sonuç
Lübnan’daki siyasi suikastların yapılış tarzları, sürekliliği ve sıklığı, suikastların çözümü konusunda kısa ve orta vadede bir sonuç elde edilmesini zorlaştırmaktadır. Suikastlara bölgede faaliyet gösteren birçok istihbarat örgütünün, terör örgütlerinin, taşeron oluşumların bulaşmış olması muhtemeldir. Bu aktörlerin arkasında da bölgede güç ve çıkar mücadelesi veren devletlerin olduğu aşikârdır. Lübnan’daki suikastlar sürecinde en çok suçlamaya maruz kalan devlet unvanını Suriye kimseye bırakmazken ABD, Suudi Arabistan ve Fransa ise Lübnan’daki her krize doğrudan veya dolaylı müdahil olmayı başaran uluslararası güçler olmayı başardılar.
Lübnan’daki Siyasi Suikastlar
--Şubat 2005- Başbakan Refik Hariri (eski Başbakan)
--Nisan 2005- Bassel Fleihan (Milletvekili)**
--Haziran 2005- Samir Kassir (Gazeteci)
--Haziran 2005- George Hawi (Kominist Parti Lideri)
--Aralık 2005- Gebran Tueni (Milletvekili-Gazeteci)
--Kasım 2006- Pierre Gemayel (Bakan)
--Haziran 2007- Velid Eido (Milletvekili)
--Eylül 2007- Antoine Ghanim (Milletvekili)
--Aralık 2007- Tuğgeneral Fransua El Hac
* Bassel Fleihan, Refik Hariri’nin öldüğü patlamadan yaralı olarak kurtulmasına rağmen 17 Nisan’da tedavi gördüğü hastanede vefat etti.
** Araştırmacı-Yazar
E-mail: yatlioglu@yahoo.com
Lübnan, 12 Aralık sabahı Beyrut yakınlarındaki Baabda’da meydana gelen bombalı saldırı haberiyle bir kez daha sarsıldı. Saldırıda ölen 5 kişi içerisinde Lübnan Ordusu’nun en önemli komutanlarından Maruni asıllı Tuğgeneral Fransua el-Hac da bulunuyordu. El-Hac’a yönelik saldırı, Lübnan’ın siyasi krizlerle beslenen güvenlik zafiyetlerini tekrar ortaya koymakla birlikte siyasi suikastların bir ülkenin siyasi ve toplumsal yapısını nasıl bir tramvaya sokabildiğini gösterdi. Lübnan artık gerçek bir suikastlar ülkesiydi.
El Hac’ın askeri geçmişi ve Lübnan siyasetinin içinde bulunduğu durum, bu suikastı iki boyutta ele almamızı gerektirmektedir. İlk boyut olarak suikast, son iki yıldır ülkede devam eden suikastlar zincirinin bir halkası olarak düşünülebilir. İkinci boyut ise El-Hac suikastıyla Nehr-el Berad mülteci kampında Lübnan Ordusu’nun İslamcı Feth-ül İslam örgütüne yönelik düzenlediği askeri operasyon arasındaki bağlantıdır.
Zincirin Bir Halkası Olarak El-Hac Suikastı
El-Hac suikastının yapılış biçimi ve suikastın ardından gelen tepkiler, son iki yıldır ülkede gerçekleşen suikastlara oldukça benzerlik göstermektedir. Saldırıda 35 kg patlayıcının yüklü olduğu bir araç kullanıldı. Patlamanın ardından yayınlanan ilk görüntüleri, Eylül ayındaki Antoine Ganim suikastının veya Lübnan’daki diğer suikastların ardından yayınlanan görüntülerden ayırmak oldukça zordur. Patlamanın şiddeti ve çevreye verdiği hasar arasındaki benzerlik suikastların aynı profesyonellikte yapıldığı izlenimi vermektedir. Kasım 2006’da Pierre Gemayel’e yapılan suikastın da aynı bölgede olması ve elçiliklerin de bulunduğu bu bölgenin iyi korunan bir yer olması ilgi çekici diğer bir veridir. Suikastın zamanlama olarak 2005 yılındaki Gebran Tueni suikastının yıldönümüne rastlaması da bir tesadüf müdür acaba?
Olayın ardından yapılan açıklamalar da daha öncekilerle aynı oldu. Suriye, Dışişleri Bakanı Velid el-Muallim’in ağzından suikastı kınadı. Suriye karşıtı 14 Mart koalisyonunun en önemli isimlerinden biri olan Lübnan Telekomünikasyon Bakanı Mervan Hamede suikasttan dolayı Suriye ve İran’ı suçladı. Hamade’ye göre Lübnan’da Hizbullah’ın askeri gücüne karşı denge sağlayabilecek tek kişi öldürüldü. Dory Chamoun suikastı yapanların güçlü bir Lübnan ordusunu ve devlet başkanlığı seçiminin yapılmasını istemediklerini söylüyordu. Saad Hariri ise suikastla Lübnan’ı hedef alan bir terörist saldırı zinciri arasında bağlantı kuruyordu.
Hamade, Chamoun ve Hariri’nin iddialarını destekleyen bir durum da Lübnan’daki devlet başkanlığı siyasi krizine bulunacak bir çözüm çerçevesinde El-Hac’ın çok yakın bir gelecekte Lübnan’ın yeni genelkurmay başkanı olarak görülmesidir. Lübnan nerdeyse son iki aydır yeni devlet başkanını seçmeye çalışıyor. Siyaset birbirine düşman iki sert cepheye ayrılmış durumda ve bu cepheleri destekleyen uluslararası aktörler krize doğrudan müdahil olmakta. Eski devlet başkanı Emil Lahud 24 Kasım’da görevi bırakmasına rağmen iki taraf arasında kesin uzlaşma sağlanabilmiş değil. Bunun bir sonucu olarak en son Salı günü seçimler 17 Aralık tarihine (sekizinci kez) ertelendi. Ülke içerisinde yapılan görüşmelerinin gidişatı ve uluslararası güçler arasındaki pazarlıklar, Genelkurmay Başkanı Michel Süleyman üzerinde bir uzlaşma sağlanması olasılığını arttırıyor. Bu uzlaşma El-Hac’a genelkurmay başkanlığına giden yolu da açıyordu.
Bütün bunlara rağmen el-Hac suikastını, Suriye ve İran’a yapılan suçlamalarla açıklamayı zorlaştıran birçok neden de söz konusu. El-Hac diğer suikasta maruz kalan kişiler gibi sivil değil kendini askerlik mesleğine adamış bir ordu mensubu idi. Ordu şu anda Lübnan’da herkesin desteklediği tek kurum durumunda. Her ne kadar dış saldırılara karşı güvenliği sağlamada yetersiz kalsa da. Yine el-Hac’ın son yıllardaki siyasi krizlerde Suriye karşıtı cephe içerinde yer almadığı ve tarafsız bir duruş sergilemeye çalıştığı söylenebilir. Mişel Aun’un genelkurmay başkanı olduğu dönemde Aun’a yakın bir olarak tanındığını da belirtmek gerekiyor. El-Hac, Hizbullah’ın da ılımlı baktığı isimlerden biriydi. Hizbullah sert bir dile saldırıyı kınadı ve halkı ordunun etrafında toplanmaya çağırarak birlik mesajı verdi.
Suikastın herkes tarafından üzerinde fikir birliğine varılan yönü, Lübnan’daki devlet başkanlığı krizinin devam etmesine yönelik bir girişim olmasıdır. Bu bağlamda devlet başkanlığı konusundaki görüşmelerin kritik bir döneminde Hizbullah veya Suriye’nin kendileri için olumlu sonuçlanabilecek bir süreci böyle bir suikastla kesintiye uğratmaları anlamsız bir hareket olarak düşünülebilir. Ülkedeki siyasi gruplara seslenen Genelkurmay Başkanı Michel Süleyman da bu suikastın politik bir araç olarak kullanılmasından kaçınılmasını isteyerek uzlaşma görüşmelerinin sağlıklı bir şekilde devam ettirilmesini istemiştir. Buna rağmen Lübnan Başbakanı Fuad Sinyora, suikastın ardından BM Genel Sekreteri Ban Ki-mun'a bir mektup göndererek El Hac suikastının BM tarafından soruşturulmasını talep etti. Bu talep suikastı uluslararası alana taşıma çabasının bir sonucudur.
Nehr-ül-Berad'ın İntikamı mı?
Lübnan Ordusu, bu yıl içerisinde aşırı İslamcı Feth-ül İslam adlı bir örgüte karşı bir dizi askeri operasyon gerçekleştirdi. Lübnan’ın kuzeyindeki Nehr-el Berad mülteci kampında üstlendikleri belirlenen örgütle ordu arasındaki çatışmalar Mayıs’tan Eylül sonuna kadar sürdü. Çatışmalar sona erdiğinde Lübnan Savunma Bakanı İlyas el-Murr, 222 Feth-ül İslam militanının öldüğünü, 202’sinin de tutuklandığını açıklıyordu. Ordu ise çatışmalarda 163 askerini kaybetti. Feth-ül İslam örgütüne karşı yapılan operasyonlarda Lübnan ordusunun başında Tuğgeneral Fransua el-Hac bulunuyordu.
Hakkında birçok iddialar olan Feth-ül İslam ilginç bir örgüt. Uluslararası kamuoyunda El-Kaide’nin bir uzantısı olduğuna dair genel bir kanı yaygın. Örgüt, Usame bin Laden’den esinlendiği söylenen Şakir el Absi adlı bir Filistinli tarafından 2006 yılında kuruldu. ABD ve İsrail’e karşı savaştığı iddia eden Absi, 1970’lerde Arafat’ın El-Fetih Hareketi’nin içinde yer alsa da bir süre sonra yolları ayrılıyor. Son yıllarda Ebu Musa el Zarkavi’yle (Haziran 2006’da Irak’ta öldürüldü) yakınlaştığı iddia edilen Absi, 2002 yılında Laurence Foley adlı Amerikalı bir diplomatı öldürdüğü suçlamasıyla Ürdün’de gıyabında ölüm cezasına çarptırıldı. 2006 yılı sonunda Lübnan’a gelip mülteci kamplarına yerleşen Absi, Feth-ül İslam örgütünü faaliyete geçirdi. Örgüt Şubat ayında Lübnan’da gerçekleşen birkaç bombalı saldırıdan sorumlu tutuldu. ABD yönetimi örgütün Suriye tarafından desteklendiğini söylüyor. ABD’ye göre Suriye örgütü kullanarak Lübnan’daki güç dengeleri kendi lehine çevirmeye çalışıyor. Oysaki örgütün lideri Absi, 3 yıl Beşşar Esad yönetimi tarafından hapsedilmiş biri. Yine Suriye’ye yakın olduğu düşünülen Hamas ve Hizbullah Absi ile bağlantısını tamamen kesmiş durumda. Zaten aşırı İslamcı (özellikle Sünniliği ön plana çıkaran) bir grupla Suriye yönetiminin işbirliği yapmasının normal şartlarda zor bir olasılık olduğunu söyleyebiliriz. Bu tür gruplar Suriye rejimi için de bir tehdit arz etmektedir.
Bu noktada Seymour Hersh’in Feth-ül İslam örgütü hakkındaki iddialarını hatırlamakta yarar var. Hersh göre, Feth-ül İslam, Lübnan’daki Şii Hizbullah örgütüne karşı denge sağlamak için kurulmuş Sünni bir oluşumdur. Örgütün kuruluş ve Lübnan’a girişini hazırlayan ve örtülü maddi desteği sağlayan ABD Ulusal Güvenlik Danışmanı Elliot Abrams ile Suudi Arabistan’ın eski Washington büyükelçisi Prens Bandar bin Sultan’dır. Hersh, ABD yönetiminin Hizbullah tehdidine karşı aşırı İslamcı grupları desteklemeyi ilk başta göze aldığını, fakat ardından kendi yarattığı örgütü Lübnan ordusunu kullanarak tasfiye ettiğini söylüyor.
Feth-ül İslam örgütünün aldığı ağır askeri darbenin ardından kendini kısa sürede toplayıp Tuğgeneral Fransua El Hac’a yönelik bir intikam saldırısı düzenlemesi mümkün mü? Örgüte en büyük desteğin Filistinlilerden gelebileceği düşünülebilir. Lübnan’da 400 bin civarında Filistinli mülteci var. Fakat örgütün hedef kitlesi olan Filistinliler üzerindeki etkinliğinin boyutu bilinmiyor. Nehr-el Berad mülteci kampında öldürülen militanlarının çoğunun Filistinli olmayan Araplardan oluşması da ilginç. Diğer yandan çatışmalardan sonra örgütün lideri Şakir el Absi’nin ölü ele geçirildiğine yönelik iddialar daha sonra Lübnanlı resmi otoriteler tarafından yalanlandı. Absi’nin yaşıyor olması örgütün hala faaliyette olduğunun bir göstergesi olabilir. Le Monde gazetesi Nisan ayında Feth-ül İslam’ın 36 Lübnanlı lidere suikast düzenleyeceğini yazmıştı. Lübnan hükümeti, bu yıl Feth-ül İslam’ın Lübnan’da birkaç bombalı saldırı düzenlediğini kabul ediyor. Feth-ül İslam el-Hac suikastını gerçekleştirme yeteneğine sahip olabilir. Belki yalnız belki de bölgedeki bir istihbarat örgütünün yardımıyla.
Sonuç
Lübnan’daki siyasi suikastların yapılış tarzları, sürekliliği ve sıklığı, suikastların çözümü konusunda kısa ve orta vadede bir sonuç elde edilmesini zorlaştırmaktadır. Suikastlara bölgede faaliyet gösteren birçok istihbarat örgütünün, terör örgütlerinin, taşeron oluşumların bulaşmış olması muhtemeldir. Bu aktörlerin arkasında da bölgede güç ve çıkar mücadelesi veren devletlerin olduğu aşikârdır. Lübnan’daki suikastlar sürecinde en çok suçlamaya maruz kalan devlet unvanını Suriye kimseye bırakmazken ABD, Suudi Arabistan ve Fransa ise Lübnan’daki her krize doğrudan veya dolaylı müdahil olmayı başaran uluslararası güçler olmayı başardılar.
Lübnan’daki Siyasi Suikastlar
--Şubat 2005- Başbakan Refik Hariri (eski Başbakan)
--Nisan 2005- Bassel Fleihan (Milletvekili)**
--Haziran 2005- Samir Kassir (Gazeteci)
--Haziran 2005- George Hawi (Kominist Parti Lideri)
--Aralık 2005- Gebran Tueni (Milletvekili-Gazeteci)
--Kasım 2006- Pierre Gemayel (Bakan)
--Haziran 2007- Velid Eido (Milletvekili)
--Eylül 2007- Antoine Ghanim (Milletvekili)
--Aralık 2007- Tuğgeneral Fransua El Hac
* Bassel Fleihan, Refik Hariri’nin öldüğü patlamadan yaralı olarak kurtulmasına rağmen 17 Nisan’da tedavi gördüğü hastanede vefat etti.
** Araştırmacı-Yazar
E-mail: yatlioglu@yahoo.com
Wednesday, December 12, 2007
Lebanese general killed- CNN (Video)
A top-ranking Lebanese general is killed in a bomb blast in Beirut. CNN's Brent Sadler reports.
Tuesday, December 11, 2007
Monday, December 10, 2007
Sunday, December 09, 2007
Saturday, December 08, 2007
Friday, December 07, 2007
Thursday, December 06, 2007
Tuesday, December 04, 2007
Monday, December 03, 2007
Friday, November 30, 2007
Thursday, November 29, 2007
Wednesday, November 28, 2007
Tuesday, November 27, 2007
Monday, November 26, 2007
Sunday, November 25, 2007
Saturday, November 24, 2007
Friday, November 23, 2007
Thursday, November 22, 2007
Wednesday, November 21, 2007
Tuesday, November 20, 2007
Monday, November 19, 2007
Sunday, November 18, 2007
Friday, November 16, 2007
Thursday, November 15, 2007
Wednesday, November 14, 2007
Tuesday, November 13, 2007
Sunday, November 11, 2007
Saturday, November 10, 2007
Friday, November 09, 2007
Wednesday, November 07, 2007
Tuesday, November 06, 2007
Monday, November 05, 2007
Sunday, November 04, 2007
Saturday, November 03, 2007
Friday, November 02, 2007
Wednesday, October 31, 2007
Lübnan’da Cumhurbaşkanlığı Seçimi ve Siyasi Hesaplaşmalar
Yasin Atlıoğlu*
Refik Hariri’nin 14 Şubat 2005’te Beyrut’ta bombalı bir suikast sonucu öldürülmesinin ardından Lübnan, iç ve dış siyasetinde önemli siyasi ve askeri krizlerin yaşandığı uzun vadeli bir dönüşüm süreci içerisine girmiştir. Bu süreç içerisinde Lübnan, Batı’nın “Sedir Demokratik Devrimi” olarak adlandırdığı Suriye karşıtı halk gösterilerine, ülkedeki Suriye işgalinin sona erişine, Mayıs 2005 parlamento seçimleri sonucu gerçekleşen iktidar değişikliğine, birçok hükümet içi krize, İsrail’in Lübnan’a saldırısı sonucu ortaya çıkan insanlık faciasına ve 7 siyasi suikasta sahne oldu.
Yaşanan krizlerde Lübnan merkezi hükümetinin insiyatif kullanma konusunda yetersiz kalması ve krizlerin ülke dışındaki güç odaklarının yönlendirmesine açık olması, ülkedeki siyasi iktidarın güçsüzlüğünü, siyasi istikrarsızlığı ve güvenlik zafiyetlerini açıkça ortaya koymaktadır. Bu olumsuz şartlar altında Cumhurbaşkanı Emil Lahud’un 24 Kasım’da görev süresinin bitmesiyle Lübnan ülke içindeki siyasi güç odakları arasındaki kamplaşmanın hat safhaya vardığı bir cumhurbaşkanlığı seçimine sürüklenmiştir. Bu seçim, Lübnan için zararları uzun süreli olabilecek büyük çaplı yeni bir siyasi depreme yol açabilme potansiyelini taşımaktadır. Muhakkak ki bu siyasi deprem Lübnan’ın siyasal ve toplumsal yapılarını olduğu gibi Orta Doğu’nun da yakın geleceğini tehdit etmektedir.
Lübnan’da Siyasi Kamplaşma ve Cumhurbaşkanlığı Krizi
Lübnan merkezi yönetiminin yaklaşık bir yıldır süren hükümet içindeki siyasi krizlerden dolayı etkin işletilemediği ve ülke içinde insitatif kullanmakta zorlandığı görülmektedir. Ortaya çıkan tablo Lübnan siyasetinin iki ana kampa bölündüğünü açıkça göstermektedir. Bu bölünme Mayıs 2005 parlamento seçimlerinin ardından belirginleşmiş ve son bir yıldır da hızlı bir siyasi çatışma ortamına çekilmiştir. Siyasi kamplaşmanın hükümet tarafını adını Hariri’nin öldürülmesinin ardından ortaya çıkan Suriye karşıtı protestoların en üst safhaya çıktığı 14 Mart gününden alan Suriye karşıtı ittifak oluşturmaktadır. 14 Mart İttifakı’nın liderliğini Saad Hariri ile birlikte Dürzî lider Velid Canbulat ve Başbakan Fuat Sinyora gibi siyasal eylem açısından etkin liderler yapmaktadır. 14 Mart İttifakı, 127 kişiden oluşan Lübnan Parlamentosu'nda 68 milletvekiliyle çoğunluğu elinde tutmaktadır. Siyasi kamplaşmanın muhalefet tarafını oluşturan Ulusal Özgürlük Hareketi'nin liderliğini ise Hizbullah ve Mişel Aoun yapmaktadır. Şii Emel Örgütü, Dürzî Arslan Ailesi, Ermeni Taşnak Partisi ve Lübnan İslami Amel Partisi’nin Sünni lideri Fethi Yeken de muhalefeti desteklemektedir. Muhalefet parlamentoda 58 milletvekili ile temsil edilmektedir.
Lübnan’daki cumhurbaşkanlığı seçimde hükümet ile muhalefet arasında ortak bir aday üzerinde uzlaşma sağlanamadığından dolayı seçim iki kez ertelendi. 23 Eylül'deki ilk tur Hizbullah’ın başını çektiği muhalefetin parlamentoyu boykot etmesiyle 23 Ekim'e, 23 Ekim'de yapılması planlanan ikinci tur da 12 Kasım’a ertelendi. Lübnan Anayasası’na göre cumhurbaşkanı Marunî Hıristiyanların arasından seçilmek zorundadır. Muhalefet, Michel Aoun’u cumhurbaşkanlığı için aday gösterirken 14 Mart İttifakı adayları Emil Lahud’un kuzeni Nassib Lahud, Boutros Harb ve Robert Ganim’dir. Aslında cumhurbaşkanlığı seçiminin görünürdeki açmazı hukukidir. Lübnan Anayasası’nın 49. maddesi cumhurbaşkanın parlamentonun üçte ikisinin oyuyla seçilebileceğini öngörmektedir. 14 Mart İttifakı 49. maddenin yalnızca ilk tur için geçerli olabileceğini, sonraki turlarda yüzde 51 oy oranının cumhurbaşkanının seçimi için yeterli olduğunu ileri sürmektedir. Muhalefet ise 49. maddenin tüm turlarda uygulanması gerektiğini söyleyerek cumhurbaşkanın bir uzlaşıyla seçilmesini istemektedir. Bu durum seçim sürecini kilitlemekte ve gerilimi tırmandırmaktadır.
Hükümet ile muhalefet arasındaki uzlaşma görüşmeleri sürerken Hizbullah Yürütme Kurulu Başkanı Haşim Safiyeddin, Hıristiyan grupların ortak belirleyeceği bir adayı kendilerinin de destekleyeceğini belirtmiştir. Hizbullah’ın parlamentodaki sözcüsü Muhammed Ra'd ise Hizbullah için cumhurbaşkanın kim olduğu değil direnişi destekleyecek yani ABD ve İsrail karşıtı biri olmasının önemli olduğunun altını çizmeyi ihmal etmemektedir. Lübnan siyasetinde devam eden ve ülkenin geleceğini büyük riskler altına sokan kriz konusunda Hıristiyan grupların bir uzlaşma sağlaması sistemin işlemesi adına oldukça önemlidir. Lübnanlı Hıristiyan gruplar da ülkedeki diğeri siyasal aktörler gibi ulus-altı birlikteliklerden oluşmakla birlikte dinsel ve ailesel çıkarlar üzerinden yola çıkarak siyasi alandaki hareket tarzlarını belirlemektedir. Buna rağmen özellikle ülkedeki Hıristiyanlar arasında uzlaşma sağlayabilecek bir isim Marunî Kilisesi’nin Kardinali Nasrullah Butros Sefir'dir. Lübnan Hıristiyan cemaati ve Batılı ülkeler nezdinde sahip olduğu itibar, Sefir’e ülkedeki siyasi kamplaşma arasında bir denge unsuru olma fırsatı sağlamaktadır. Öyle ki Sefir, Ekim ayı başında hükümet ve muhalefeti cumhurbaşkanlığı seçimi için bir uzlaşma komitesi kurulması konusunda ikna etmeyi başardı. Sefir, dini lider vasfıyla Marunî cumhurbaşkanının seçimini ülkedeki Hıristiyan olmayan diğer grupların insiyatifine bırakmak istemese de Sefir’in Suriye’ye karşıtı duyguları Michel Aoun ile sağlanabilecek bir uzlaşmaya aracı olmasını zorlaştıran bir etken olarak ön plana çıkmaktadır.
Uluslararası Güçlerin Müdahalesi ve Suikastlar
Lübnan’daki cumhurbaşkanlığı seçim sürecinde her iki taraf da çoğu zaman kamuoyu önünde birbirlerini düşmanca bir bakış açısıyla sert bir biçimde eleştirmektedir. Özellikle 14 Mart İttifakı’nın, Dürzi lider Velid Canbulat aracılığıyla muhalefete ve Suriye’ye yönelik yaptığı suçlamalara Hizbullah da aynı şekilde cevap vermiştir. Bunun yanında Hizbullah hükümet binası etrafında düzenlediği gösterilerle kamuoyu propagandasını yoğunlaştırmış ve hükümeti baskı altına almaya çalışmıştır. 14 Mart İttifak’ı üyeleri ise her fırsatta Suriye’yi Lübnan’ın içişlerine karışmakla suçlamaya devam ederken ittifakın lideri Saad Hariri yurtdışı gezileriyle ABD ve Arap ülkelerinden destek aldığını gösterme çabası içerisine girdi. Tabi ki Lübnan siyasetindeki mücadele sadece ülke içi aktörler arasında yapılmamakta uluslararası aktörler de olaya müdahil olmaya çalışmaktadır.
Lübnan’daki cumhurbaşkanlığı seçiminin uluslararası arenadaki yansımasında iki rakip tarafın oluşturduğu sert bir kamplaşmadan ve konjonktürün getirdiği fırsatlardan yararlanmak isteyen üçüncü tarafların mevcudiyetinden bahsedilebilir. ABD Lübnan’da hükümeti destekleyen en önemli uluslararası aktördür. ABD’nin bölgedeki stratejik ortağı İsrail’dir. ABD’nin karşısında Hizbullah’ın önderliğindeki muhalefeti destekleyen Suriye-İran ittifakı vardır. Tabi bu ittifaklar burada ifade ettiğimiz kadar net bir şeklide kendini tanımlamaktan kaçınmakta ve uluslararası diplomasiyi ve hukuk, demokrasi, güvenlik gibi uluslararası alanda herkes tarafından kabul edilmiş değerleri kullanarak politika yürütmektedir. Uluslararası sistemin dinamik yapısı ise bölgedeki ittifakları kısa süreli çıkar ittifaklarına dönüştürebilmektedir.
Bölgedeki karmaşık uluslararası ilişkiler ağı içinde Lübnan muhalefeti, hükümeti zaman zaman İsrail ile işbirliği yapmakla suçlayarak 14 Mart İttifakı’na ülke içinde siyasi güç kaybettirmeye çalışmaktadır. Bu suçlamaları son olarak Kahire ziyaretinde cevaplayan Saad Hariri, İsrail’le girilebilecek bir ilişkiye ihtiyaçlarının olmadığını belirtmiştir. Saad Hariri ve ittifakının İsrail ile ilişkisinin boyutu tam olarak bilinmese bile ABD ve Suudi Arabistan yönetimlerinden tam destek gördükleri ortadadır. Özellikle Saad Hariri, Amerikalı Yeni Muhafazakâr politikacılar ve Suudi Arabistan’ın eski Washington büyükelçisi Prens Bandar bin Sultan’ın arasındaki karmaşık ilişki birçok soru işaretini beraberinde getirmektedir. Bu sene başında iki ülke arasında diplomatik ilişki olmamasına rağmen Prens Bandar’ın İsrail Başbakanı Ehud Olmert’le Ürdün’de görüştüğü iddiası bölgedeki güç dengelerindeki değişim açısından ilgi çekici bir argümandır. Bu görüşmeye paralel olarak Prens Bandar’ın Orta Doğu’daki Sünni- Şii çatışmasını tahrik ederek İran’a yapılacak bir askeri harekâtını yolunu açmak istediği iddiaları Seymour Hersh, Nibras Kazimi gibi uzmanların ağzından birçok kez dile getirildi. Lübnan’ın da bu stratejinin bir parçası olarak Suudi Arabistan tarafından kullanılmak istendiği söylenebilir. Zaten Eylül’deki Antoine Ganim suikastının ardından El-Arabiya televizyonuna yaptığı açıklamada Suudi Arabistan Dışişleri Bakanı Suud el-Faysal ülkesinin 14 Mart İttifakı’na verdiği desteği açıkça ortaya koydu. Görülüyor ki Suudi Arabistan da en az ABD kadar Lübnan iç siyasetine müdahildir.
Lübnan’daki seçim süreci sürerken ABD yönetiminin Lübnan’da bir askeri üs kurma teklifiyle mevcut hükümete başvurduğu kamuoyuna yansıdı. Bazı çevreler bu teklifi İran’a yapılacak olası bir müdahalenin hazırlıkları çerçevesinde değerlendirdi. Yeni askeri üs, hem Lübnan içinde ABD’yi Hizbullah’a rakip bir askeri güç olarak ortaya çıkaracak hem de Rusya’nın Suriye’nin Lazkiye kentine kurmayı düşündüğü askeri üsse karşı bir denge unsuru olacaktır. Aynı zaman da Türkiye ile gerginleşen ilişkiler düşünüldüğünde bu üs İncirlik üssünün bir alternatifi olarak düşünülebilir. Bu nedenlerden dolayı Lübnan’da askeri bir üs, ABD’ye askeri açıdan birçok stratejik avantaj ve bölgedeki kriz alanlarına müdahale derinliği sağlayacaktır. Buna mukabil Hizbullah örgütü ABD’nin böyle bir teklifinin Lübnan hükümeti tarafından kabul edilmesinin bir işgal olarak değerlendirileceğini ve bunun sorumlusunu hükümet olacağını sert bir diller ifade etmiştir.
ABD ile Suriye-İran ittifakı arasındaki mücadeleyi üçüncü bir taraf olarak izleyen Batılı uluslararası aktör Fransa’dır. Sarkozy, iktidara geçmesinin ardından Fransa’nın Lübnan üzerindeki tarihsel misyonunu da kullanarak yeni siyasi ve ekonomik çıkar alanları yaratma ve Orta Doğu siyaseti üzerine yönlendirici olma çabası içerisine girmiştir. Sarkozy iktidarına göre bunun ilk yolu, Fransa’nın ABD ve İsrail ile olan ilişkilerini yakınlaştırması olacaktır. Fakat bu yakınlaşma stratejisi Fransa'nın geleneksel politikasının dışına çıkılmadan yapılacak ihtiyatlı bir yakınlaşmadır. Fransa Dışişleri Bakanı Bernard Kouchner'in görevi devraldıktan sonra Avrupa dışındaki ilk resmi ziyaretini Mayıs ayında Beyrut’a gerçekleştirmesi Lübnan’a verilen önemin bir göstergesi olmuştur. Fransa Lübnan’daki son cumhurbaşkanlığı krizinde de siyasi gerginliği yumuşatıcı mesajlar vererek hem ABD politikalarına tam destek vermediğini hem de ABD’yi karşısına almak istemediğini gösterdi. Kouchner'in BM Genel Kurulu'nda görüşmeyi reddettiği Suriye Dışişleri Bakanı Velid Muallim ile İstanbul'daki “Irak'a Komşu Ülkeler Konferansı”nda konuşacağı konulardan birinin de Lübnan olacağı kesin gibi görünmektedir. Fransa şu an ki hareket tarzıyla Lübnan krizine konjonktürün getirdiği fırsatlardan yararlanmak isteyerek yaklaşan üçüncü taraf tanımımıza tam olarak uymaktadır.
Lübnan’daki kriz sürerken olabilecek diğer bir tehlike de siyasi suikastların devam etmesidir. Seçim süreci başlamadan önce Beyrut’un el-Fil semtindeki bombalı bir saldırıda Falanj Partisi milletvekili Antoine Ganim öldürülmüştür. Suikasttan birkaç gün sonra bu kez Hizbullah yetkililerinden Ahmed Mehenna yönelik bir bombalı saldırı gerçekleşmiş, Mehenna saldırıdan yara almadan kurtulmuştur. Bununla birlikte son dönemde Lübnan’da suikastlarla ilgili açıklamaların da birbiri ardına yapıldığı gözden kaçmamaktadır. Saad Hariri, son Kahire ziyaretinde kendisine ve Başbakan Fuat Sinyora’ya yönelik suikast planlarının yapıldığını ifade etmektedir. Saad Hariri suikast planlarının ardındaki isim olarak da Suriye Askeri İstihbarat Servisi Başkanı Asef Şevket’i doğrudan suçlamaktadır. Suriye yönetimi bu suçlamayı derhal yalanlamıştır. Muhtemelen doğuracağı siyasi etkiler göz önüne alınarak suikasta hedef olabilecek diğer isimler arasında Dürzi lider Velid Canbulat, Lübnan İletişim Bakanı Mervan Hamade gibi Suriye karşıtlığı üzerinden politika yapan siyasetçiler yer alabilir. Suikastlar hakkında farklı bir iddia da bombalı bir suikast sonucu 21 Haziran 2005’te öldürülen Lübnan Komünist Partisi eski lideri George Havi’nin oğlu Rafi Madayan’dan geldi. Beyrut’ta düzenlediği basın toplantısında Madayan, Refik Hariri suikastının ardında Suudi Arabistan ile İsrail bağlantılarının bulunabileceğini iddia etti ve Suudi Arabistan yönetimini siyasi cinayetlerle ilgili tahkikat sürecini engellemekle suçladı. Eylül ayının son günlerinde İsrail ajanı olduğu iddia edilen Daniel Sharon’un Lübnan güvenlik güçleri tarafından yakalanması ise Lübnan’daki suikastlarda İsrail’in payı olabileceği yönünde kuşkuları arttırdı. Lübnan Ordusu İstihbarat Servisi eski Başkanı Abduh el-Maruf yeni siyasi cinayetlerin işleneceğini iddia etmesi ise ülkedeki güvenlik zafiyetlerinin profesyonel bir ağızdan ifadesi olarak tarihe kaydedildi.
Bu iddialarla birlikte yeni suikastların yakın dönem Lübnan siyasetinde önemli sonuçlar doğuracağı açıktır. Özellikle 14 Mart İttifakı’na üye milletvekillerine düzenlenebilecek suikastlar parlamentodaki güç dengelerini değiştirecek ve hükümetin çoğunluğu kaybetmesine hizmet edecektir. Suikastların dış yansıması da her suikastta olduğu gibi Suriye yönelik suçlamaların ve baskının artmasına yol açacaktır. Unutulmamalıdır ki Lübnan’daki siyasi suikastlar zinciri, bazen iç siyasette rakipleri etkisiz hale getirmenin bir yolu olarak kullanılırken, bazen de dış güçlerin ülkeye siyasi ve askeri müdahalelerini kolaylaştıran bir etken haline gelebilmektedir. Suikastlar konusunda son olarak hükümet ile muhalefet arasındaki bir uzlaşma veya dış güçlerin baskısıyla seçilecek bir cumhurbaşkanına yönelik bir suikast yapılabilme olasılığının da olduğunu belirtmek gerekiyor. Lübnan’ın yakın tarihinde böyle bir olasılığın iki örneğini(Beşir Cemayel ve Rene Muavvad suikastları) görmek mümkündür.
Sonuç
Cumhurbaşkanlığı seçim sürecindeki kriz, ülke içinde ve dışındaki güç odaklarının kısa ve orta vadeli siyasal çıkarı ile desteklenen kötü yapılandırılmış bir siyasal sistemin sonucudur. Seçimin ardından Lübnan ya çok renkli siyasi ve toplumsal yapısıyla uzlaşma içerisinde kendi yolunu bulacak ya da tarihteki iki iç savaş deneyimine bir yenisini daha ekleyecek bir ortamın alt yapısını oluşturacaktır. Ne yazık ki ülkedeki mevcut siyasi konjonktür bizi olumsuz senaryolar üretmeye itmektedir. Eğer Emil Lahud’un görev süresinin bittiği 24 Kasım’a kadar uzlaşma sağlanamazsa Lübnan’daki siyasi ve toplumsal bölünmüşlük tehlikeli bir yol ayrımına girebilir ve siyasal yapıda onarılamayacak büyük yaralar açacak bir durumla karşı karşıya kalınabilir. Cumhurbaşkanı Lahud 24 Kasım’a kadar uzlaşma sağlanamazsa yeni hükümet kurma görevini Genelkurmay Başkanı Michel Süleyman’a vereceğini ve ülkeyi yeni bir parlamento seçimine götürecek süreci başlatacağını açıklamıştır. Böyle bir durum karşısında hükümet da varlığını koruma veya parlamento dışında kendi başına cumhurbaşkanı seçme denemesine kalkışırsa ülke siyaseti içinden çıkılamaz bir kaosa girebilir. Ülkedeki siyasi iki başlılık ise Hizbullah, Lübnan ordusu ve diğer milis güçlerinin hızlı bir şekilde silahlanmaya yönelmesi neden olacak ve bu durum da Lübnan’da yeni bir iç savaşın habercisi olacaktır.
Şu an ki konjonktürde silahsızlandırmak yoluyla veya şiddet yoluyla Hizbullah’ı bir siyasi ve askeri aktör olarak Lübnan siyasetinden silmeye çalışmak ABD ve İsrail’in öncelikli amacıdır. Diğer yandan Hizbullah’ın bir günde ortaya çıkan bir örgütlenme olmadığı ve Lübnan içinde sahip olduğu askeri, psikolojik ve toplumsal gücü ile bir iç savaş durumunda diğer gruplara karşı üstünlük sağlaması yüksek bir olasılık olarak görülebilir. Bir dış askeri müdahale olmadan Lübnan’ı kontrolsüz bir iç savaşın içerisine sürüklemek Hizbullah yok etmek yerine güçlenmesini ve Lübnan’ın parçalanmasını getirecektir. Bu sonuçta yakın tarihte olduğu gibi ya komşu devletlerin ya da büyük güçlerin Lübnan’a yapacağı askeri müdahaleyi doğuracaktır. Irak’taki Amerikan işgalinin sıkıntısı ve İsrail ordusunun 2006 yazında Hizbullah karşısında uğradığı hezimet iki ülke karar alıcılarının böyle bir riski göze alamayacağını düşündürmektedir. Aslında Lübnan’ın son 70 yıllık tarihine baktığımızda bugünkü olayları anlamamız kolaylaşacaktır. Lübnan’da her şey kısır bir döngü içerisinde ilerlemektedir. Oyuncular aynı oyunun oynandığı yer aynıdır, bir tek kazananlar değişmekte kaybedenlerse hep Lübnanlılar olmaktadır. Sonuç olarak Fransız sömürgeci yönetiminin oluşturduğu siyasi ve toplumsal dengeler üzerine kurulan siyasal sistem bir revizyona tabi tutulmadıkça ve günümüz gerçeklerine uydurulmadıkça Lübnan’ın huzura ve istikrara kavuşması imkânsızdır.
*Araştırmacı Yazar
E-mail: yatlioglu@yahoo.com
Refik Hariri’nin 14 Şubat 2005’te Beyrut’ta bombalı bir suikast sonucu öldürülmesinin ardından Lübnan, iç ve dış siyasetinde önemli siyasi ve askeri krizlerin yaşandığı uzun vadeli bir dönüşüm süreci içerisine girmiştir. Bu süreç içerisinde Lübnan, Batı’nın “Sedir Demokratik Devrimi” olarak adlandırdığı Suriye karşıtı halk gösterilerine, ülkedeki Suriye işgalinin sona erişine, Mayıs 2005 parlamento seçimleri sonucu gerçekleşen iktidar değişikliğine, birçok hükümet içi krize, İsrail’in Lübnan’a saldırısı sonucu ortaya çıkan insanlık faciasına ve 7 siyasi suikasta sahne oldu.
Yaşanan krizlerde Lübnan merkezi hükümetinin insiyatif kullanma konusunda yetersiz kalması ve krizlerin ülke dışındaki güç odaklarının yönlendirmesine açık olması, ülkedeki siyasi iktidarın güçsüzlüğünü, siyasi istikrarsızlığı ve güvenlik zafiyetlerini açıkça ortaya koymaktadır. Bu olumsuz şartlar altında Cumhurbaşkanı Emil Lahud’un 24 Kasım’da görev süresinin bitmesiyle Lübnan ülke içindeki siyasi güç odakları arasındaki kamplaşmanın hat safhaya vardığı bir cumhurbaşkanlığı seçimine sürüklenmiştir. Bu seçim, Lübnan için zararları uzun süreli olabilecek büyük çaplı yeni bir siyasi depreme yol açabilme potansiyelini taşımaktadır. Muhakkak ki bu siyasi deprem Lübnan’ın siyasal ve toplumsal yapılarını olduğu gibi Orta Doğu’nun da yakın geleceğini tehdit etmektedir.
Lübnan’da Siyasi Kamplaşma ve Cumhurbaşkanlığı Krizi
Lübnan merkezi yönetiminin yaklaşık bir yıldır süren hükümet içindeki siyasi krizlerden dolayı etkin işletilemediği ve ülke içinde insitatif kullanmakta zorlandığı görülmektedir. Ortaya çıkan tablo Lübnan siyasetinin iki ana kampa bölündüğünü açıkça göstermektedir. Bu bölünme Mayıs 2005 parlamento seçimlerinin ardından belirginleşmiş ve son bir yıldır da hızlı bir siyasi çatışma ortamına çekilmiştir. Siyasi kamplaşmanın hükümet tarafını adını Hariri’nin öldürülmesinin ardından ortaya çıkan Suriye karşıtı protestoların en üst safhaya çıktığı 14 Mart gününden alan Suriye karşıtı ittifak oluşturmaktadır. 14 Mart İttifakı’nın liderliğini Saad Hariri ile birlikte Dürzî lider Velid Canbulat ve Başbakan Fuat Sinyora gibi siyasal eylem açısından etkin liderler yapmaktadır. 14 Mart İttifakı, 127 kişiden oluşan Lübnan Parlamentosu'nda 68 milletvekiliyle çoğunluğu elinde tutmaktadır. Siyasi kamplaşmanın muhalefet tarafını oluşturan Ulusal Özgürlük Hareketi'nin liderliğini ise Hizbullah ve Mişel Aoun yapmaktadır. Şii Emel Örgütü, Dürzî Arslan Ailesi, Ermeni Taşnak Partisi ve Lübnan İslami Amel Partisi’nin Sünni lideri Fethi Yeken de muhalefeti desteklemektedir. Muhalefet parlamentoda 58 milletvekili ile temsil edilmektedir.
Lübnan’daki cumhurbaşkanlığı seçimde hükümet ile muhalefet arasında ortak bir aday üzerinde uzlaşma sağlanamadığından dolayı seçim iki kez ertelendi. 23 Eylül'deki ilk tur Hizbullah’ın başını çektiği muhalefetin parlamentoyu boykot etmesiyle 23 Ekim'e, 23 Ekim'de yapılması planlanan ikinci tur da 12 Kasım’a ertelendi. Lübnan Anayasası’na göre cumhurbaşkanı Marunî Hıristiyanların arasından seçilmek zorundadır. Muhalefet, Michel Aoun’u cumhurbaşkanlığı için aday gösterirken 14 Mart İttifakı adayları Emil Lahud’un kuzeni Nassib Lahud, Boutros Harb ve Robert Ganim’dir. Aslında cumhurbaşkanlığı seçiminin görünürdeki açmazı hukukidir. Lübnan Anayasası’nın 49. maddesi cumhurbaşkanın parlamentonun üçte ikisinin oyuyla seçilebileceğini öngörmektedir. 14 Mart İttifakı 49. maddenin yalnızca ilk tur için geçerli olabileceğini, sonraki turlarda yüzde 51 oy oranının cumhurbaşkanının seçimi için yeterli olduğunu ileri sürmektedir. Muhalefet ise 49. maddenin tüm turlarda uygulanması gerektiğini söyleyerek cumhurbaşkanın bir uzlaşıyla seçilmesini istemektedir. Bu durum seçim sürecini kilitlemekte ve gerilimi tırmandırmaktadır.
Hükümet ile muhalefet arasındaki uzlaşma görüşmeleri sürerken Hizbullah Yürütme Kurulu Başkanı Haşim Safiyeddin, Hıristiyan grupların ortak belirleyeceği bir adayı kendilerinin de destekleyeceğini belirtmiştir. Hizbullah’ın parlamentodaki sözcüsü Muhammed Ra'd ise Hizbullah için cumhurbaşkanın kim olduğu değil direnişi destekleyecek yani ABD ve İsrail karşıtı biri olmasının önemli olduğunun altını çizmeyi ihmal etmemektedir. Lübnan siyasetinde devam eden ve ülkenin geleceğini büyük riskler altına sokan kriz konusunda Hıristiyan grupların bir uzlaşma sağlaması sistemin işlemesi adına oldukça önemlidir. Lübnanlı Hıristiyan gruplar da ülkedeki diğeri siyasal aktörler gibi ulus-altı birlikteliklerden oluşmakla birlikte dinsel ve ailesel çıkarlar üzerinden yola çıkarak siyasi alandaki hareket tarzlarını belirlemektedir. Buna rağmen özellikle ülkedeki Hıristiyanlar arasında uzlaşma sağlayabilecek bir isim Marunî Kilisesi’nin Kardinali Nasrullah Butros Sefir'dir. Lübnan Hıristiyan cemaati ve Batılı ülkeler nezdinde sahip olduğu itibar, Sefir’e ülkedeki siyasi kamplaşma arasında bir denge unsuru olma fırsatı sağlamaktadır. Öyle ki Sefir, Ekim ayı başında hükümet ve muhalefeti cumhurbaşkanlığı seçimi için bir uzlaşma komitesi kurulması konusunda ikna etmeyi başardı. Sefir, dini lider vasfıyla Marunî cumhurbaşkanının seçimini ülkedeki Hıristiyan olmayan diğer grupların insiyatifine bırakmak istemese de Sefir’in Suriye’ye karşıtı duyguları Michel Aoun ile sağlanabilecek bir uzlaşmaya aracı olmasını zorlaştıran bir etken olarak ön plana çıkmaktadır.
Uluslararası Güçlerin Müdahalesi ve Suikastlar
Lübnan’daki cumhurbaşkanlığı seçim sürecinde her iki taraf da çoğu zaman kamuoyu önünde birbirlerini düşmanca bir bakış açısıyla sert bir biçimde eleştirmektedir. Özellikle 14 Mart İttifakı’nın, Dürzi lider Velid Canbulat aracılığıyla muhalefete ve Suriye’ye yönelik yaptığı suçlamalara Hizbullah da aynı şekilde cevap vermiştir. Bunun yanında Hizbullah hükümet binası etrafında düzenlediği gösterilerle kamuoyu propagandasını yoğunlaştırmış ve hükümeti baskı altına almaya çalışmıştır. 14 Mart İttifak’ı üyeleri ise her fırsatta Suriye’yi Lübnan’ın içişlerine karışmakla suçlamaya devam ederken ittifakın lideri Saad Hariri yurtdışı gezileriyle ABD ve Arap ülkelerinden destek aldığını gösterme çabası içerisine girdi. Tabi ki Lübnan siyasetindeki mücadele sadece ülke içi aktörler arasında yapılmamakta uluslararası aktörler de olaya müdahil olmaya çalışmaktadır.
Lübnan’daki cumhurbaşkanlığı seçiminin uluslararası arenadaki yansımasında iki rakip tarafın oluşturduğu sert bir kamplaşmadan ve konjonktürün getirdiği fırsatlardan yararlanmak isteyen üçüncü tarafların mevcudiyetinden bahsedilebilir. ABD Lübnan’da hükümeti destekleyen en önemli uluslararası aktördür. ABD’nin bölgedeki stratejik ortağı İsrail’dir. ABD’nin karşısında Hizbullah’ın önderliğindeki muhalefeti destekleyen Suriye-İran ittifakı vardır. Tabi bu ittifaklar burada ifade ettiğimiz kadar net bir şeklide kendini tanımlamaktan kaçınmakta ve uluslararası diplomasiyi ve hukuk, demokrasi, güvenlik gibi uluslararası alanda herkes tarafından kabul edilmiş değerleri kullanarak politika yürütmektedir. Uluslararası sistemin dinamik yapısı ise bölgedeki ittifakları kısa süreli çıkar ittifaklarına dönüştürebilmektedir.
Bölgedeki karmaşık uluslararası ilişkiler ağı içinde Lübnan muhalefeti, hükümeti zaman zaman İsrail ile işbirliği yapmakla suçlayarak 14 Mart İttifakı’na ülke içinde siyasi güç kaybettirmeye çalışmaktadır. Bu suçlamaları son olarak Kahire ziyaretinde cevaplayan Saad Hariri, İsrail’le girilebilecek bir ilişkiye ihtiyaçlarının olmadığını belirtmiştir. Saad Hariri ve ittifakının İsrail ile ilişkisinin boyutu tam olarak bilinmese bile ABD ve Suudi Arabistan yönetimlerinden tam destek gördükleri ortadadır. Özellikle Saad Hariri, Amerikalı Yeni Muhafazakâr politikacılar ve Suudi Arabistan’ın eski Washington büyükelçisi Prens Bandar bin Sultan’ın arasındaki karmaşık ilişki birçok soru işaretini beraberinde getirmektedir. Bu sene başında iki ülke arasında diplomatik ilişki olmamasına rağmen Prens Bandar’ın İsrail Başbakanı Ehud Olmert’le Ürdün’de görüştüğü iddiası bölgedeki güç dengelerindeki değişim açısından ilgi çekici bir argümandır. Bu görüşmeye paralel olarak Prens Bandar’ın Orta Doğu’daki Sünni- Şii çatışmasını tahrik ederek İran’a yapılacak bir askeri harekâtını yolunu açmak istediği iddiaları Seymour Hersh, Nibras Kazimi gibi uzmanların ağzından birçok kez dile getirildi. Lübnan’ın da bu stratejinin bir parçası olarak Suudi Arabistan tarafından kullanılmak istendiği söylenebilir. Zaten Eylül’deki Antoine Ganim suikastının ardından El-Arabiya televizyonuna yaptığı açıklamada Suudi Arabistan Dışişleri Bakanı Suud el-Faysal ülkesinin 14 Mart İttifakı’na verdiği desteği açıkça ortaya koydu. Görülüyor ki Suudi Arabistan da en az ABD kadar Lübnan iç siyasetine müdahildir.
Lübnan’daki seçim süreci sürerken ABD yönetiminin Lübnan’da bir askeri üs kurma teklifiyle mevcut hükümete başvurduğu kamuoyuna yansıdı. Bazı çevreler bu teklifi İran’a yapılacak olası bir müdahalenin hazırlıkları çerçevesinde değerlendirdi. Yeni askeri üs, hem Lübnan içinde ABD’yi Hizbullah’a rakip bir askeri güç olarak ortaya çıkaracak hem de Rusya’nın Suriye’nin Lazkiye kentine kurmayı düşündüğü askeri üsse karşı bir denge unsuru olacaktır. Aynı zaman da Türkiye ile gerginleşen ilişkiler düşünüldüğünde bu üs İncirlik üssünün bir alternatifi olarak düşünülebilir. Bu nedenlerden dolayı Lübnan’da askeri bir üs, ABD’ye askeri açıdan birçok stratejik avantaj ve bölgedeki kriz alanlarına müdahale derinliği sağlayacaktır. Buna mukabil Hizbullah örgütü ABD’nin böyle bir teklifinin Lübnan hükümeti tarafından kabul edilmesinin bir işgal olarak değerlendirileceğini ve bunun sorumlusunu hükümet olacağını sert bir diller ifade etmiştir.
ABD ile Suriye-İran ittifakı arasındaki mücadeleyi üçüncü bir taraf olarak izleyen Batılı uluslararası aktör Fransa’dır. Sarkozy, iktidara geçmesinin ardından Fransa’nın Lübnan üzerindeki tarihsel misyonunu da kullanarak yeni siyasi ve ekonomik çıkar alanları yaratma ve Orta Doğu siyaseti üzerine yönlendirici olma çabası içerisine girmiştir. Sarkozy iktidarına göre bunun ilk yolu, Fransa’nın ABD ve İsrail ile olan ilişkilerini yakınlaştırması olacaktır. Fakat bu yakınlaşma stratejisi Fransa'nın geleneksel politikasının dışına çıkılmadan yapılacak ihtiyatlı bir yakınlaşmadır. Fransa Dışişleri Bakanı Bernard Kouchner'in görevi devraldıktan sonra Avrupa dışındaki ilk resmi ziyaretini Mayıs ayında Beyrut’a gerçekleştirmesi Lübnan’a verilen önemin bir göstergesi olmuştur. Fransa Lübnan’daki son cumhurbaşkanlığı krizinde de siyasi gerginliği yumuşatıcı mesajlar vererek hem ABD politikalarına tam destek vermediğini hem de ABD’yi karşısına almak istemediğini gösterdi. Kouchner'in BM Genel Kurulu'nda görüşmeyi reddettiği Suriye Dışişleri Bakanı Velid Muallim ile İstanbul'daki “Irak'a Komşu Ülkeler Konferansı”nda konuşacağı konulardan birinin de Lübnan olacağı kesin gibi görünmektedir. Fransa şu an ki hareket tarzıyla Lübnan krizine konjonktürün getirdiği fırsatlardan yararlanmak isteyerek yaklaşan üçüncü taraf tanımımıza tam olarak uymaktadır.
Lübnan’daki kriz sürerken olabilecek diğer bir tehlike de siyasi suikastların devam etmesidir. Seçim süreci başlamadan önce Beyrut’un el-Fil semtindeki bombalı bir saldırıda Falanj Partisi milletvekili Antoine Ganim öldürülmüştür. Suikasttan birkaç gün sonra bu kez Hizbullah yetkililerinden Ahmed Mehenna yönelik bir bombalı saldırı gerçekleşmiş, Mehenna saldırıdan yara almadan kurtulmuştur. Bununla birlikte son dönemde Lübnan’da suikastlarla ilgili açıklamaların da birbiri ardına yapıldığı gözden kaçmamaktadır. Saad Hariri, son Kahire ziyaretinde kendisine ve Başbakan Fuat Sinyora’ya yönelik suikast planlarının yapıldığını ifade etmektedir. Saad Hariri suikast planlarının ardındaki isim olarak da Suriye Askeri İstihbarat Servisi Başkanı Asef Şevket’i doğrudan suçlamaktadır. Suriye yönetimi bu suçlamayı derhal yalanlamıştır. Muhtemelen doğuracağı siyasi etkiler göz önüne alınarak suikasta hedef olabilecek diğer isimler arasında Dürzi lider Velid Canbulat, Lübnan İletişim Bakanı Mervan Hamade gibi Suriye karşıtlığı üzerinden politika yapan siyasetçiler yer alabilir. Suikastlar hakkında farklı bir iddia da bombalı bir suikast sonucu 21 Haziran 2005’te öldürülen Lübnan Komünist Partisi eski lideri George Havi’nin oğlu Rafi Madayan’dan geldi. Beyrut’ta düzenlediği basın toplantısında Madayan, Refik Hariri suikastının ardında Suudi Arabistan ile İsrail bağlantılarının bulunabileceğini iddia etti ve Suudi Arabistan yönetimini siyasi cinayetlerle ilgili tahkikat sürecini engellemekle suçladı. Eylül ayının son günlerinde İsrail ajanı olduğu iddia edilen Daniel Sharon’un Lübnan güvenlik güçleri tarafından yakalanması ise Lübnan’daki suikastlarda İsrail’in payı olabileceği yönünde kuşkuları arttırdı. Lübnan Ordusu İstihbarat Servisi eski Başkanı Abduh el-Maruf yeni siyasi cinayetlerin işleneceğini iddia etmesi ise ülkedeki güvenlik zafiyetlerinin profesyonel bir ağızdan ifadesi olarak tarihe kaydedildi.
Bu iddialarla birlikte yeni suikastların yakın dönem Lübnan siyasetinde önemli sonuçlar doğuracağı açıktır. Özellikle 14 Mart İttifakı’na üye milletvekillerine düzenlenebilecek suikastlar parlamentodaki güç dengelerini değiştirecek ve hükümetin çoğunluğu kaybetmesine hizmet edecektir. Suikastların dış yansıması da her suikastta olduğu gibi Suriye yönelik suçlamaların ve baskının artmasına yol açacaktır. Unutulmamalıdır ki Lübnan’daki siyasi suikastlar zinciri, bazen iç siyasette rakipleri etkisiz hale getirmenin bir yolu olarak kullanılırken, bazen de dış güçlerin ülkeye siyasi ve askeri müdahalelerini kolaylaştıran bir etken haline gelebilmektedir. Suikastlar konusunda son olarak hükümet ile muhalefet arasındaki bir uzlaşma veya dış güçlerin baskısıyla seçilecek bir cumhurbaşkanına yönelik bir suikast yapılabilme olasılığının da olduğunu belirtmek gerekiyor. Lübnan’ın yakın tarihinde böyle bir olasılığın iki örneğini(Beşir Cemayel ve Rene Muavvad suikastları) görmek mümkündür.
Sonuç
Cumhurbaşkanlığı seçim sürecindeki kriz, ülke içinde ve dışındaki güç odaklarının kısa ve orta vadeli siyasal çıkarı ile desteklenen kötü yapılandırılmış bir siyasal sistemin sonucudur. Seçimin ardından Lübnan ya çok renkli siyasi ve toplumsal yapısıyla uzlaşma içerisinde kendi yolunu bulacak ya da tarihteki iki iç savaş deneyimine bir yenisini daha ekleyecek bir ortamın alt yapısını oluşturacaktır. Ne yazık ki ülkedeki mevcut siyasi konjonktür bizi olumsuz senaryolar üretmeye itmektedir. Eğer Emil Lahud’un görev süresinin bittiği 24 Kasım’a kadar uzlaşma sağlanamazsa Lübnan’daki siyasi ve toplumsal bölünmüşlük tehlikeli bir yol ayrımına girebilir ve siyasal yapıda onarılamayacak büyük yaralar açacak bir durumla karşı karşıya kalınabilir. Cumhurbaşkanı Lahud 24 Kasım’a kadar uzlaşma sağlanamazsa yeni hükümet kurma görevini Genelkurmay Başkanı Michel Süleyman’a vereceğini ve ülkeyi yeni bir parlamento seçimine götürecek süreci başlatacağını açıklamıştır. Böyle bir durum karşısında hükümet da varlığını koruma veya parlamento dışında kendi başına cumhurbaşkanı seçme denemesine kalkışırsa ülke siyaseti içinden çıkılamaz bir kaosa girebilir. Ülkedeki siyasi iki başlılık ise Hizbullah, Lübnan ordusu ve diğer milis güçlerinin hızlı bir şekilde silahlanmaya yönelmesi neden olacak ve bu durum da Lübnan’da yeni bir iç savaşın habercisi olacaktır.
Şu an ki konjonktürde silahsızlandırmak yoluyla veya şiddet yoluyla Hizbullah’ı bir siyasi ve askeri aktör olarak Lübnan siyasetinden silmeye çalışmak ABD ve İsrail’in öncelikli amacıdır. Diğer yandan Hizbullah’ın bir günde ortaya çıkan bir örgütlenme olmadığı ve Lübnan içinde sahip olduğu askeri, psikolojik ve toplumsal gücü ile bir iç savaş durumunda diğer gruplara karşı üstünlük sağlaması yüksek bir olasılık olarak görülebilir. Bir dış askeri müdahale olmadan Lübnan’ı kontrolsüz bir iç savaşın içerisine sürüklemek Hizbullah yok etmek yerine güçlenmesini ve Lübnan’ın parçalanmasını getirecektir. Bu sonuçta yakın tarihte olduğu gibi ya komşu devletlerin ya da büyük güçlerin Lübnan’a yapacağı askeri müdahaleyi doğuracaktır. Irak’taki Amerikan işgalinin sıkıntısı ve İsrail ordusunun 2006 yazında Hizbullah karşısında uğradığı hezimet iki ülke karar alıcılarının böyle bir riski göze alamayacağını düşündürmektedir. Aslında Lübnan’ın son 70 yıllık tarihine baktığımızda bugünkü olayları anlamamız kolaylaşacaktır. Lübnan’da her şey kısır bir döngü içerisinde ilerlemektedir. Oyuncular aynı oyunun oynandığı yer aynıdır, bir tek kazananlar değişmekte kaybedenlerse hep Lübnanlılar olmaktadır. Sonuç olarak Fransız sömürgeci yönetiminin oluşturduğu siyasi ve toplumsal dengeler üzerine kurulan siyasal sistem bir revizyona tabi tutulmadıkça ve günümüz gerçeklerine uydurulmadıkça Lübnan’ın huzura ve istikrara kavuşması imkânsızdır.
*Araştırmacı Yazar
E-mail: yatlioglu@yahoo.com
Tuesday, October 30, 2007
Monday, October 29, 2007
Sunday, October 28, 2007
Saturday, October 27, 2007
Friday, October 26, 2007
Thursday, October 25, 2007
Wednesday, October 24, 2007
Tuesday, October 23, 2007
Monday, October 22, 2007
Sunday, October 21, 2007
Saturday, October 20, 2007
Friday, October 19, 2007
Beşşar Esad’ın Türkiye Ziyareti ve Bölgesel Güvenlik
Yasin Atlıoğlu*
Suriye Devlet Başkanı Beşşar Esad, 16–19 Ekim tarihleri arasında Türkiye’ye tarihi bir diplomatik ziyarette bulundu. Esad’ın Türkiye’ye gelişi, Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’e bir tebrik ziyareti gibi görünse de ziyaretin gerçekleştiği günlerde Türkiye’nin Kuzey Irak’a bir askeri harekât yapmasına izin veren bir teskere hazırlığı içerisinde olması, sözde Ermeni soykırımı tasarısından dolayı Türk-Amerikan ilişkilerinde gerginlikler yaşanması ve Suriye’nin 6 Eylül’deki İsrail hava saldırısından beri uluslararası baskı altına alınmak istenmesi ziyarete ayrı bir anlam yüklenmesine neden olmaktadır. Bu noktada ziyaretin iki ülkenin komşularından kaynaklanan güvenlik kaygılarının üst düzeye çıktığı bir dönemde gerçekleştirilmiş olduğunun altını çizmek gerekmektedir. Bu durum ziyaretin kısa ve uzun vadeli stratejik önemini artırmakla birlikte son dönem Türkiye Suriye ilişkilerinin güvenlik boyutuna dikkat çekmekte ve iki ülke arasındaki ittifakın niteliği konusunda soruları beraberinde getirmektedir.
Beşşar Esad, ziyareti sırasında Türkiye’nin terörle mücadelesine ve PKK terörüne karşı alınacak her tedbire tam destek verdiğini açıkladı. Aslında bu destek Türkiye-Suriye ilişkilerinin güvenlik boyutunda geldiği düzeyin bir göstergesiydi. Bununla birlikte ilişkilerde bugün gelinen noktanın zorlu ve uzun bir diplomatik mücadelenin ve bunu destekleyen uluslararası konjonktürün sonunda ortaya çıktığını belirtmek gerekiyor. Bu durumu daha iyi anlayabilmek için öncelikle son 7 yıllık süreç içerisinde gerçekleşen ikili diplomatik ilişkileri kısaca gözden geçirelim. Ardından da Türkiye-Suriye ilişkilerinin güvenlik ittifakı boyutunu ele alalım.
Karşılıklı Diplomatik Ziyaretler ve Suriye ile Siyasi Yakınlaşma
1998’de Türkiye’nin askeri tehdit sonucu terörist Abdullah Öcalan’ın Suriye dışına çıkarılması ve iki ülke arasında imzalanan Adana mutabakatı ile iki ülke ilişkileri normalleşmeye başladı. 2000 yılında Suriye’de iktidarın değişmesinin ardından ise Türkiye Suriye ikili ilişkileri hızlı bir iyileşme süreci içerisine girdi. Bu siyasi iyileşme sürecini hazırlayan en önemli yöntem, iki ülke arasında her düzeyde gerçekleşen karşılıklı diplomatik ziyaretler oldu. Bu ziyaretler, iki komşu ülkenin aktif diplomasiyi etkin kullanarak ikili ilişkilerini geliştirebildiklerini ve uluslararası konjonktürdeki değişimlerin neden olduğu ortak tehditlere karşı işbirliği alanı oluşturabildiklerini gösterdi. Bunun yanında kullanılan aktif diplomasi iki ülkenin siyasi karar alıcıları, entelektüelleri ve halkı düzeyinde var olan düşmanlık duygularının ve psikolojik önyargıların ortadan kalkmasına hizmet ettiği gibi karşılıklı bir güven ortamı tesis etti. Diplomatik ziyaretler sürecinde özellikle 2003 yılından sonra en çok gündeme gelen konu ise Irak’taki parçalanmış yapıdan dolayı iki ülkenin de hissettiği güvenlik riskleriydi.
Son 7 yıl içerisinde iki ülke arasında en üst düzeyde 17 civarı diplomatik ziyaret yapıldı. Rakam olarak etkileyici olan bu diplomatik ziyaretlerin en önemli yanı göstermelik ziyaretler olmaktan kurtulup nitelik olarak da stratejik ve tarihsel öneme sahip olmalarıydı. Hafız Esad’ın 12 Haziran 2000’de yaşama veda etmesi üzerine Türkiye Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer’in cenazeye katılmak için Şam’a gitmesi, diplomatik ziyaretler sürecinin başlangıcını teşkil etmektedir. Üstelik bu ziyaret Cumhurbaşkanı Sezer’in göreve başladıktan sonra çıktığı ilk yurtdışı gezisiydi. Hafız Esad’ın Türkiye’nin sekizinci Cumhurbaşkanı Turgut Özal’ın cenaze törenine katılmaması nedeniyle teamüle göre cenazeye katılmaması beklenen Cumhurbaşkanı Sezer’in Şam’daki cenazeye gitmesi, Türk kamuoyunda bazı çevrelerce eleştirilmiş olsa da, uzun dönemde akıllıca ve etkili bir diplomatik girişimi olduğu anlaşıldı. Hatta Sezer’in ziyaretinin, Türkiye-Suriye ilişkilerinde Suriye Arap yönetiminin gururunu okşayan ve samimiyeti vurgulayan önemli bir köşe taşı olduğunu söyleyebiliriz. Arap basınında bu ziyaretle ilgili yorumlar ve Beşşar Esad’ın Türkiye ziyaretinde görevde olmamasına rağmen Ahmet Necdet Sezer’in evine kadar gitmesi Sezer’in 7 yıl önceki ziyaretinin (ve tabi ki 2005 yılındaki ziyaretinin) Suriyelilerin bilinçaltında bıraktığı izin bir göstergesidir.
Türkiye Cumhurbaşkanı’nın Suriye’ye gidişinin ardından alt ve orta düzey birçok diplomatik ziyaret yapılsa da üst düzey diplomatik ziyaretlerin yoğunlaştığı yıl, Amerikan karar alıcıların Irak’a askeri müdahaleyi gündeme getirdiği 2003 yılı oldu. İlk olarak dönemin Türkiye Başbakanı Abdullah Gül, yaklaşan Irak savaşını engelleme turları çerçevesinde 4 Ocak’ta Suriye’yi ziyaret etti.[1] Gül, 1993'de Süleyman Demirel'in ziyaretinden sonra Suriye'ye giden ilk Türkiye Başbakanı oldu. Gül’ün ziyaretine karşılık aynı ay içerisinde Suriye Dışişleri Bakanı Faruk el-Şara’nın Ankara’yı ziyaretiyle geldi.[2] Irak’taki Saddam Hüseyin rejiminin ABD askeri müdahalesi sonucu yıkılmasının ardından 29 Nisan’da Abdullah Gül bu kez Türkiye Dışişleri Bakanı olarak Şam’da idi. Gündemindeki konu dört ay öncesiyle aynıydı: Irak krizi ve bölgesel güvenlik kaygıları. 29 Temmuz’da Ankara 17 yıl aradan sonra başbakan düzeyinde ilk ziyareti gerçekleştiren Suriye Başbakanı Muhammed Mustafa Miro'yu ağırladı. Miro iki ülke arasındaki ekonomik işbirliğinin gelişmesine ve dostluğu dikkat çekerken, ülkesinin Adana Mutabakatı hükümlerine uyarak PKK militanlarının Kuzey Irak'tan Suriye'ye sızmalarına ve Suriye'de Türkiye karşıtı hiçbir etkinliğe izin verilmeyeceğini vurguladı. Bununla birlikte iki ülke başbakanı da Irak savaşı konusundaki güvenlik endişelerini dile getirdi.[3]
2004 yılının Ocak ayı Türkiye-Suriye ilişkilerinde gelinen noktayı göstermesi açısından tarihi bir ziyarete şahitlik yaptı. 57 yıl sonra Ankara’ya bir Suriye Devlet Başkanı geldi. Türk medyasının geneli Esad’ın ziyaretinin tarihsel anlamı dışında Suriyeli Devlet Başkanı’nın sempatik eşi Esma Esad’a yoğunlaşsa da bu ziyaret Türkiye-Suriye ilişkilerinde yeni bir sayfa açılıyordu. Görüşmeler sırasında Dışişleri Bakanı Gül, Orta Doğu’da daha etkili olma adına Türkiye’nin Suriye-İsrail barışının sağlanmasında arabuluculuk yapma teklifini Esad’a iletti. Buna ek olarak iki ülke arasında ticaretin geliştirilmesi ve Irak krizinin yarattığı sıkıntılar konuşuldu. Esad’ı misafir eden dönemin Genelkurmay Başkanı Hilmi Özkök, Suriye yönetiminin son dönemde Türkiye'nin terörle mücadelesine verdiği desteğe teşekkür etti.[4]
Beşşar Esad’ın tarihi ziyaretinin ardından aynı yıl içinde yeni başbakan Muhammed Naci Otri Temmuz’da[5] ve Dışişleri Bakanı Faruk El- Şara Kasım’da Ankara’yı ziyaret etti.[6] Özellikle Otri’nin ziyareti sırasında Başbakan Erdoğan aynı anda Ankara’da olan dönemin İsrail Dışişleri Bakanı Ehud Olmert’e randevu vermezken Otri’yi kabul etmesi Suriye’nin Türk dış politikasındaki ayrıcalıklı olmaya başlayan konumunu herkese hissettirdi. 22 Aralık’ta ise önemli bir Avrupa Birliği zirvesinden dönen Başbakan Erdoğan Suriye’ye gitti. İki ülke arasında gümrüklerin düşürülmesini öngören ve ekonomik ilişkileri canlandırmayı hedefleyen bir Serbest Ticaret Anlaşması imzalandı.[7] Böylece Başbakan Erdoğan yıl boyunca ilişkilerde süren bayram havasını bu ziyaretle pekiştirdi.
2004 yılı Türkiye’nin “Komşularla sıfır sorun” stratejisini başarıyla uyguladığı ve Suriye ile ilişkilerini en üst düzeye çıkardığı bir dönem oldu. Karşılıklı diplomatik ziyaretler ve gelişen ilişkiler, ABD hükümetinin Irak’taki iç güvenlik sorunlarına yoğunlaşması ve Suriye ile uğraşmaya zaman bulamamasından dolayı uluslararası kamuoyunda olumlu izlenimler bıraktı. 2005 yılı boyunca ise Türkiye-Suriye ilişkileri, ABD yönetiminin yoğun baskısını üzerinde hissetti. Suriye yönetimi uluslararası büyük güçlere karşı var olma mücadelesi verdi. 14 Şubat’ta Beyrut’ta Lübnan eski başbakanı Refik Hariri’nin bombalı bir suikast sonucu öldürülmesi ve ardından gelen suikastlar zinciri Suriye’yi yoğun bir uluslararası baskı altında bıraktığı gibi rejimin güvenlik kaygıları duymasına yol açtı. Bu şartlar altında Türkiye Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer, önceden planlanmış Suriye ziyaretini ABD yönetiminin bütün engelleme çabaları rağmen Nisan ayında gerçekleştirdi. Bu ziyaret ile zor durumdaki yalnız kalmış Suriye yönetimine ve halkına Türkiye’nin en üst düzeyde verdiği destek uzun vadede ilişkilerdeki duygusal derinliği ve sağlamlığı arttıran önemli bir stratejik hamle olarak değerlendirilebilir. Bununla birlikte bu ziyaretten dolayı gerilen Türk-Amerikan ilişkilerinin etkisinden olsa gerek yaz döneminde Esad’ın Türkiye’ye tatil için geleceği söylentilerinin asılsız çıkması Türk hükümetinin Suriye ile olan sıcak ilişkileri bir süreliğine de olsa dondurdu izlenimini verdi. Ardından Ağustos ayında gerçekleşen BM toplantısında yapılması planlanan Esad-Erdoğan görüşmesi, Esad’ın ABD’ye gelmemesi üzerine gerçekleştirilemedi. Cumhurbaşkanı Sezer’in ziyaretinden yedi ay sonra Hariri suikastı soruşturmasından bunalmış Suriye’yi bu kez Dışişleri Bakanı Gül ziyaret etti. Gül’ün önceden planlanmamış günübirlik ziyareti, Suriye olan ilginin sürdüğünün göstergesi oldu. Türk Dışişleri Bakanlığı da bu ziyaretle ilgili yaptığı resmi açıklamada "Türkiye'nin bölgesinde meydana gelen gelişmelere kayıtsız kalması beklenemez. Türkiye bölgemizdeki yeni sıkıntılar yaşanmasını kesinlikle arzu etmemektedir" ifadelerine yer verdi.
2006’nın yaz aylarında İsrail Lübnan’a yönelik yaklaşık bir ay süren bir askeri saldırı düzenlerken olaydan en fazla etkilenen ülkelerden biri Suriye oldu. Suriye’nin Hizbullah’a askeri destek verdiği söylentileri ve İsrail kamuoyunda Golan’dan dolayı var olan Suriye’nin her an saldırabileceği paranoyası, iki ülkeyi savaşın eşiğine getirdi. Dışişleri Bakanı Gül, 22 Ağustos’ta günübirlik bir ziyaret için Şam’da idi. Esad’la görüşmesinde öncelikli konular Lübnan’daki çatışmaların sona ermesinin ardından yaşanan gelişmeler ve Lübnan’a gönderilecek uluslararası gücün niteliğiydi. Yılın son ayı dünya kamuoyunda Orta Doğu’da olabilecek bir barışa İran ve Suriye’nin de katkı yapıp yapamayacağının tartışıldığı bir dönemde Başbakan Erdoğan Suriye’yi ziyaret etti.[8] Beşşar Esad basına açık görüşmelerde öncelikle Türkiye Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer'in geçen yıl kullandığı inisiyatif ve bunun ikili ilişkilere katkısından dolayı minnettarlığını belirtti ve iki ülkenin Irak konusunda ortak tavır sergilediğini dile getirdi. Türkiye'nin Ortadoğu'daki barışın sağlanmasına yönelik katkılarını takdirle karşıladıklarını belirtti.[9]
2007 Yılında Türkiye-Suriye İlişkilerindeki Gelişmeler
2007 yılı her iki ülke içinde seçim yılıydı. Suriye’de reform adına büyük katkı yapması beklenen parlamento ve devlet başkanlığı seçimi, siyasi muhalefetin ve demokrasinin olmadığı bir ortamda Beşşar Esad ve Baas Partisi için sorunsuz geçti. Türkiye ise yılın büyük kısmında iç politika kaosu ile boğuşurken bir erken parlamento seçimi ve ardından devlet başkanlığı seçimi yaşadı. Bu dönemde Türk hükümetinin ve kamuoyunun ilgisi iç politikada sıkışıp kaldı. Fakat Abdullah Gül’ün Cumhurbaşkanı seçilmesinin ardından ani yaşanan bir olay dünya kamuoyunun ilgisini İsrail eksenin de Türkiye-Suriye ilişkilerine çekti.
6 Eylül’de Suriye resmi haber ajansı SANA’ya açıklama yapan Savunma Bakanlığı yetkilileri İsrail savaş uçaklarının ülkenin hava sahasını ihlal ettiğini ve Suriye hava savunma sistemlerinin ihlal gerçekleştiren uçaklara ateş ettikleri ve ülke hava sahası dışına çıkmaya zorladıklarını belirtti.[10] İsrail’in Suriye’ye saldırdığının iddia edildiği saatlerde Türkiye’nin Suriye sınırına yakın bölgesinde de savaş uçaklarının yoğun ve alçaktan uçuşu sırasında boş araziye 2 yakıt tankı düştü. Türkiye Dışişleri Bakanı Babacan’ın ağzından olayı sert bir üslupla kınadı ve İsrail otoritelerinden açıklama beklediklerini belirtti. Olaydan üç gün sonra Suriye Dışişleri Bakanı Velid Muallim, resmi ziyarette bulunmak üzere Ankara’ya geldi. İsrail ve Suriye arasında yaşanan gerginlik hakkındaki sorulara karşılık Muallim, Türkiye ile Suriye arasında var olan karşılıklı güvenin devam ettiğini belirterek “Bizim söylediklerimiz doğrudur ve Türk tarafı da bu gerçeğin farkındadır” dedi.[11] İsrail ise uzun süre sessizliğini koruduktan sonra saldırıyı kabul etti.
Bu saldırı sonrası ortaya atılan iddialarla ve yapılan spekülasyonlarla Türkiye Suriye ilişkileri arasında doğrudan bağlar kurulmaya çalışıldığı söylenebilir. Özellikle İsrail Hava Kuvvetleri’nin (IAF) niye yakıt depolarını Türkiye topraklarına bıraktığı sorusuna verilecek cevap büyük önem arz ediyordu. Bir teoriye göre Suriye hava savunma sistemlerinden kaçan İsrail F-15’leri Türk hava sahasını ihlal etmiş ve hızlarını arttırabilmek için yedek yakıt tanklarını tesadüf sonucu Türkiye topraklarına bırakmak zorunda kalmıştı. Diğer bir teori ise yakıt tanklarının kasıtlı olarak Türkiye bırakıldığını ve bu saldırıda İsrail F-15’lerinin asıl amacının Türk hava sahası üzerinden İran’a yapabileceği bir saldırının provasını yapmak olduğunu dile getirildi. Bu iddiayı, Türk hava sahasının Türkiye-İsrail arasında yapılan askeri işbirliği anlaşmasına dayanılarak ve Türk Genel Kurmayı’nın izni dâhilinde kullanıldığı yönünde iddialar takip etti. Bu ikinci iddia Türk iç politikasındaki denge ve hassasiyetlerle birlikte Türkiye-Suriye arasındaki iyi ilişkileri doğrudan hedef almaktaydı.
Bu gelişmelerin ardından Dışişleri Bakanı Babacan, 6 Ekim’de Suriye, İsrail, Filistin ve Ürdün’ü kapsayan küçük bir Orta Doğu turuna çıktı. Bu tur Türkiye’deki yeni hükümetin Orta Doğu’ya ilgisinin sürdüğünü gösterdiği gibi Babacan’ın Abdullah Gül’ün Orta Doğu ile ilişkilerdeki misyonu sürdürüp sürdüremeyeceği sorularına da cevap oldu. Babacan öncelikle uluslararası medyada çıkan İsrail’in Suriye saldırısına dair iddialara cevap verdi. “Türkiye’nin topraklarını ya da hava sahasını komşumuz ve dostumuz Suriye’ye bir saldırı için her hangi bir sebeple açması düşünülemez ve mümkün değildir” diyen Babacan’ın sözlerini Suriye Dışişleri Bakanı Muallim de onayladı ve Türkiye duydukları güveni belirtti. Muallim Irak'ın toprak bütünlüğü ve bağımsızlığının önemli olduğu ve İstanbul'da gerçekleştirilecek Irak'ı Komşu Ülkeler Toplantısı’nın önemi konusunda Türkiye ile görüş birliği içerisinde olduklarını ifade etti.[12] Babacan Şam’da görüştüğü Beşşar Esad’a Abdullah Gül’ün bir davetini de iletmişti. Suriye Devlet Başkanı davete çok kısa bir süre içerisinde cevap verdi.
Beşşar Esad Üç Yıl Sonra Türkiye’de
Beşşar Esad, 16 Ekim akşamı Cumhurbaşkanı Abdullah Gül'ün resmi davetlisi olarak Ankara’ya geldi. Türkiye ziyaretinde Esad'a eşi Esma Esad, Suriye Ekonomiden Sorumlu Başbakan Yardımcısı Abdullah el-Dardari ve Dışişleri Bakanı Velid el-Muallim eşlik etti. Esad, Ankara’da Cumhurbaşkanı Gül, Başbakan Erdoğan, TBMM Başkanı Toptan ve Genelkurmay İkinci Başkanı Orgeneral Ergin ile görüşürken 10. Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer'i de Gölbaşı'ndaki evini de ziyaret etti. Sezer’in evine yapılan ziyaret Suriye tarafının Sezer karşı duyduğu saygının ve minnettarlığın bir ifadesiydi.[13] Resmi görüşmelerde ise iki tarafın birbirlerine karşı gösterdikleri samimi yaklaşım tarzı ve olayları algılayışlarındaki paralellik ilişkilerde yakalanan bir uyumun göstergesiydi.
Beşşar Esad’ın Cumhurbaşkanı Gül’le görüşmesinin ardından ortak düzenledikleri ilk basın toplantısında söyledikleri dünya ve Arap kamuoyunda büyük yankı buldu.[14] Bir Arap ülkesinin lideri olarak Esad, Türkiye’nin terörle mücadele için gerçekleştirmeyi düşündüğü sınır ötesi operasyona tam destek veriyordu. Esad Türkiye’nin ve Suriye’nin her zaman önceliğinin barışçıl siyasi çözümlerle sorunun çözümü olduğunu söyledi. Ardından “Türkiye hükümetinin teröre ve terör faaliyetlerine karşı gündemine aldığı kararları şüphesiz destekliyoruz ve onların arkasındayız” diyen Esad bunu Türkiye’nin meşru hakkı olarak kabul ettiklerini belirtti. Esad terörün ardından Irak’taki duruma değindi. Irak konusunda iki ülkenin tam bir mutabakat içerisinde olduğunu söyleyen Esad, Irak’ın toprak bütünlüğünün kesin şekilde desteklenmesi ve Irak’ta ulusal bir uzlaşının teşvik edilmesi gerektiğini sözlerine ekledi. Esad, bölgenin iki önemli ülkesi olan Türkiye ve Suriye’nin uyum ve ortak anlayış içinde olmaları gerektiğini vurgularken bunun bölgesel istikrar ve barış için önemli olduğunun altını çizdi.
Cumhurbaşkanı Gül, Esad onuruna verilen öğle yemeğinde yaptığı konuşmada “Irak'taki mevcut durum ve bu ülkenin geleceği Türkiye ve Suriye'yi yakından ilgilendirmektedir. Irak'ın toprak bütünlüğünün ve ulusal birliğinin korunması temel önemdedir. Irak'ın halkıyla barışık, komşularıyla uyumlu, özgür ve egemen bir devlet olarak uluslararası toplum içindeki yerini en kısa sürede alması ortak amacımızdır.”dedi. Iraklı mülteciler sorunu konusunda Suriye’nin yaşadığı sıkıntıları üzülerek izlediklerini belirten Gül her türlü desteği vermeye hazır olduklarını söyledi.[15] Gül’ün en ilgi çeken sözleri ise ortak basın toplantısında Suriye’nin Golan Tepeleri konusundaki tezlerini desteklediklerini açıklaması oldu. Gül Golan Tepeleri Suriye’ye geri verilmeden Suriye-İsrail arasında bir barışın gerçekleştirilemeyeceğini söyledi.[16] Bu açıklama ile Türkiye’nin Golan Sorunu’na olan ilgisi ortaya konulduğu gibi uluslararası kamuoyunda yeterince ilgi toplayamayan Suriye’nin en önemli milli güvenlik sorununa özel bir vurgu yapılmış oldu. Dolayısıyla Gül’ün açıklaması Suriye yönetiminin Golan sorunu konusundaki diplomatik mücadelesine önemli bir destek olarak görülebilir.
Beşşar Esad, TBMM Başkanı Köksal Toptan'la yaptığı görüşmede de PKK'yla mücadele etmenin Türkiye'nin en tabi hakkı olduğunu tekrar vurguladı. Esad, "Ben bölücü terör örgütüyle mücadele edilmesi gerektiğini tezkere çıkmadan önce ve TBMM'deki siyasi yapıyı, aritmetiği bilmeden önce ifade ettim. Sözlerimizin arkasındayız. Samimi kanaatlerimizin TBMM tarafından da paylaşılmasından memnuniyet duyduk" dedi. Özellikle ABD yönetiminin tezkereye yönelik olumsuz tavır belirmesinden sonra Esad’ın Türkiye'ye yönelik tezkere desteğini artırarak sürdürdüğü yorumunun yapılmasına yol açtı.[17]
Esad ziyaretinin İstanbul ayağında Türk gazetecilerle Tarabya’da bulunan Huber Köşkü’nde özel bir sohbet toplantısı gerçekleştirdi. Bu toplantıda Esad Kuzey Irak’ta kurulacak bağımsız bir Kürt devletinin Orta Doğu’nun ortasına konulmuş bir bomba olacağını ifade etti. Ziyaretin başından beri Türkiye’nin teröre karşı aldığı kararları desteklediğini belirten Esad tezkerenin siyasi girişimlerle desteklenmesi gerektiğini söyledi. Özellikle Esad’ın “Türkiye'de bir tamah arzusu mevcut değil ancak Irak'a ilişkin tasavvurlarının bütünüyle netleştiğini söyleyemem” sözleri toplantıya katılan gazetecilerin çoğu tarafından sınır ötesi harekâtın kapsamı konusunda Esad’ın şüphe taşıdığı şeklinde yorumlandı. Hatta Esad’ın sözlerini Türkiye’nin Musul ve Kerkük’e girmesinden korktuğu şeklinde yorumlayanlar, Suriye’nin terör konusunda fikir değiştirdiğini iddia edenler bile oldu. Oysaki Esad burada bir durum belirlemesi yapıyor ve sözlerinin devamında tezkerenin çıkmasından bir iki hafta sonra Türkiye’nin Irak'a ilişkin görüşlerinin netleşeceğini ifade ediyordu. Yine aynı toplantıda Esad PKK’nın Suriye için de tehlikeli bir terör örgütü olduğunun altı çizdi.[18]
Ortak Güvenlik Kaygıları ve Dinamik Çıkar İttifakları
Türkiye Suriye arasında gerçekleşen tüm resmi ziyaretlerde tarafların iki ülkenin tarihsel, kültürel ve coğrafi yakınlığına ve bu yakınlığın getirdiği siyasi ve ekonomik potansiyele özellikle dikkat çektiği görülmektedir. Yeni dönemde kurulan samimi ve iyi ilişkiler bu değerler tarafından desteklenmekte ve ilişkiler ister istemez bir duygusallık taşımaktadır. Bu bağlamda Türkiye-Suriye ilişkilerine duygusal çerçevede bakmamızı sağlayan birçok coğrafi, tarihi ve kültürel ortaklık olduğunu kabul etmek gerekir. Fakat ikili ilişkilerin uzun vadeli ve istikrarlı olabilmesi için bu duygusallık amaç haline getirilmeden bir araç halinde tutulmak zorundadır. Kültürel diplomasinin temel mantığı bunu gerektirir. İçinde bulunduğumuz uluslararası sistemin gerçekleri ise bölgede gerçekleşen olaylar karşısında daha realist ve pragmatik yaklaşımlarla olayları değerlendirmeyi gerektirmektedir. Zaten geniş bir perspektiften baktığımızda Türkiye-Suriye ilişkilerinin duygusallıktan ibaret olmadığını ve realist bir yapıyı içinde şekillendiğini görebiliriz.
Uluslararası sistemin büyük kırılmalara uğradığı ve bölgesel ulus devletlerin etnik ve dini parçalanmalara sürüklendiği Soğuk Savaş sonrası dönemde ortak kaygı konusu güvenliktir. Uluslararası sistem içinde büyük güvenlik riskleri barındırmaktadır. Irak’ın bölge dışı askeri bir müdahale ile parçalanmaya giden bir süreç içerisinde olması bölgedeki halk desteğine dayalı olmayan suni Arap rejimlerini tehdit etmekle birlikte Iraklı Kürtler ve Şiiler gibi yeni aktörleri Orta Doğu siyasetinin içerisine itmiştir. Özellikle Iraklı Kürtlerin aşırı milliyetçi bir fanatizme ve ABD askeri gücüne dayalı politik tavırları, zaman zaman kışkırtıcı bir hal alıp bölgede Kürt etnik kökenli insanları içinde barındıran üç önemli bölge ülkesini (Türkiye, Suriye ve İran) rahatsız etmektedir. Diğer taraftan ABD, İsrail ve İran, bölgedeki değişimden ve rekabetten maksimum fayda sağlayabilmek amacıyla radikal denebilecek politik stratejiler sergilemekte, şiddette başvurma tehditleri savurmakta ve doğrudan veya dolaylı yollardan şiddette başvurabilmektedir. Bu karışık ve sürekli krizlerin hüküm sürdüğü oturmamış sistemsel yapı, Orta Doğu’da bazı devletlere ve siyasi-askeri güçlere yeni fırsatların değerlendirilmesi yoluyla hızlı stratejik sıçrayışlar ve dinamik çıkar ittifaklarına girme imkânı vermektedir. Türkiye Suriye ilişkileri de bu teorik çerçevede ve bölgedeki güvenlik kaygılarından yola çıkarak açıklanabilir.
Suriye’nin bölgedeki güvenlik kaygılarını, ABD’nin Suriye’deki rejimi değiştirmeyi amaçlayacak bir askeri müdahale olasılığı ve askeri güç dengelerini kendi lehinde tutan İsrail gibi bir düşmanın varlığı oluşturmaktadır. ABD’nin Irak’taki askeri varlığı ve Kuzey Irak merkezli oluşan siyasi ve askeri yapı, Suriye’ye yönelik bir rejim değiştirme operasyonunda Suriyeli Kürtlerin kullanılması sonucunu doğurabilir ki bunun provası 2004 yılındaki Kamışlı Olayları ile yapılmıştır. Yine Irak’ta bir türlü sağlanamayan siyasi istikrar ve her geçen gün artan güvenlik sorunları, Suriye’yi Irak sınırından kaynaklanan güvenlik riskleriyle, ABD yönetiminin Iraklı direnişçilere Suriye’nin destek verdiğine yönelik suçlamalarıyla ve ciddi bir Iraklı mülteci kriziyle baş başa bırakmaktadır. Diğer yandan Golan Tepeleri’nde uzun süredir var olan illegal İsrail işgali Suriye-İsrail arasında gerçekleşecek bir barışın önündeki en önemli engel olarak durmaktadır. İsrail’in her istediğinde Suriye ve Lübnan topraklarına gerçekleştirdiği askeri operasyonlar ve uluslararası kamuoyunun bu konudaki duyarsızlığı da Suriye’yi sürekli tedirgin etmektedir. Lübnan iç politikasındaki istikrarsızlık ve Hariri suikastından dolayı Suriye yönetimine yönelen suçlamalar bu tedirginliği daha da arttırmaktadır. Bu uluslararası konjonktür karşısında Suriye’nin işbirliği yapabileceği ve destek alabileceği iki bölge ülkesi İran ve Türkiye’dir.
Türkiye’nin bölgedeki güvenlik kaygılarının başında ise Irak’taki siyasi parçalanmışlık ve Kuzey Irak’taki otorite boşluğunu kendi eylemleri için bir fırsat gören PKK terör örgütünün Türkiye içerisine yönelik faaliyetleri gelmektedir. PKK’nın terörist eylemleri Türkiye’nin topyekûn ilgisini terör ve Kürt sorunu üzerine çekmekte ve dış politikada yakın çevresine gereken ilgiyi göstermesini engellemektedir. Türkiye’nin Kuzey Irak’taki tek sorunu PKK terör örgütü değildir, Irak’ın toprak bütünlüğü, bölgede kurulacak bağımsız bir Kürt devleti ve Kerkük’ün geleceği Türkiye’nin stratejik çıkarları bağlamında önem arz etmektedir. Türkiye genel olarak Irak geleceği konusunda Suriye ile fikir birliği içerisinde görünmektedir. Her iki devlet de Irak’ın toprak bütünlüğünü savunmakta ve Kuzey Irak’taki Kürt siyasi oluşumunu tehlikeli olarak görmektedir. Diğer yandan Doğu Akdeniz’in güvenliği bağlamında Kıbrıs’taki statükonun kendi lehine korunması veya değiştirilmesi Türkiye açısından büyük önem arz etmektedir. Türkiye bölgede sürekli değişen ve içinde riskler ve fırsatlar barındıran konjonktürü Suriye ile gelişken ilişkiler çerçevesinde iyi kullanabilmektedir. Eylül ayında Suriye yönetiminin, Kıbrıs Rum Kesimi’nin tehditlerine rağmen Girne-Lazkiye arasında feribot seferlerine başlamaya razı edilmesi bu stratejinin bir sonucu olarak değerlendirilebilir.[19]
Beşşar Esad’ın Türkiye ziyareti sırasında birçok kez PKK terörü ile mücadele konusunda Türkiye’yi desteklediklerini söylemesi Türk karar alıcıların TBMM’den tezkerenin çıkarılmasıyla dünyaya verdikleri sert mesajı güçlendirici etki yaptı. Birçok Batılı siyasetçinin ve medya kuruluşunun PKK teröre örgütüne yönelik söylemlerinde terörist ifadesine yer vermekten kaçınması da Esad’ın sözlerine ayrı bir anlam yüklemektedir. Diğer yandan Esad’ın sözlerini diplomatik bir üslup sonucu yapılan ve samimiyetten yoksun bir açıklamanın parçası olarak görmemek gerekiyor. Çünkü bu sözlerin arkasında iki ülkenin terörle mücadele konusunda gerçekleştirdiği somut eylemler yatmaktadır. Türkiye ile Suriye’nin son 7 yıllık dönemde başarıyla yürüttükleri önemli bir işbirliği alanı terörle ortak mücadeledir. 1998’de Adana Mutabakatı ile Suriye, topraklarından kaynaklanan ve Türkiye’nin güvenlik ve istikrarını bozmaya yönelik hiçbir faaliyete karşılıklılık ilkesi çerçevesinde izin vermeyeceği taahhüdünde bulundu. Bu taahhüdünden itibaren Suriye yönetiminin PKK terör örgütüne karşı her platformda Türkiye’ye iyi niyetini ve yardımını sunduğu söylenebilir. 17 Aralık 2003’te de Suriye İçişleri Bakanı Ali Hammoud’un Türkiye ziyareti sırasında iki ülke suç ve terörizme karşı işbirliği anlaşması imzaladı.[20] Son yıllarda Suriye yönetiminin söylemleri güvenlik alanında varılan işbirliğini ve samimiyeti açıkça ortaya koymaktadır. Temmuz 2005’de PKK’nın Elazığ-Tatvan seferini yapan trene düzenlediği bombalı saldırı Suriye yetkilileri tarafından kınanan ilk PKK terör eylemi oldu.[21] Bunun yanında her iki ülke güvenlik güçlerinin terör örgütlerine karşı ortak açık ve örtülü operasyonlar yaptığı birçok kez medyaya yansıdı. 2003 yılında PKK terör örgütünün Suriye sorumlularından Hayrettin Konar ile Selahattin Canavar Suriye yönetimi tarafından Türkiye’ye teslim edildi.[22] 29 Kasım 2004’te Musul yakınlarında bir arabanın içerisinde 5 kişiden oluşan Kongra Gel terör örgütü ve onun Suriye’deki uzantısı olan PYD’nin üst düzey üyeleri (Kongra Gel Yürütme Konseyi Üyesi Şilan Kobani ve PYD yöneticileri Civan, Cemil, Zekira ve Hikmet Tokmak) bir saldırı sonucu öldürüldü. Olaya büyük ilgi gösteren Kürt internet siteleri ve terörist Abdullah Öcalan, saldırıdan Türk ve Suriye istihbaratını sorumlu tuttu ve saldırıyı bir örtülü operasyon olarak nitelendirdi.[23] Son yıllarda Suriye’deki PKK terör örgütü üyelerinin Suriye Devlet Güvenlik Mahkemesi’nde yargılanmaları ve uzun süreli hapis cezaları almaları dikkat çeken bir değişimdi. Nisan 2007’de ise ilk kez Türk ve Suriye güvenlik güçlerinin ortak gerçekleştirdiği bir operasyon kamuoyuna yansıdı. PKK terör örgütünün Suriye sorumlusu “Cudi” kod adlı Sadık Aslan Suriye topraklarında ortaklaşa düzenlenen bir operasyonda yakalandı.[24] Terörün tırmandığı son 15 gün içerisinde de Suriye güvenlik güçleri tarafından yakalanan bir terörist, Hatay'ın Cilvegözü Sınır Kapısı'nda Türk güvenlik güçlerine teslim edildi.[25] Görünen o ki Türkiye stratejik ortağı olarak tanımlanan ABD’den 2003’te Irak işgalinin başlamasından bu yana alamadığı terör örgütüyle mücadele desteğini özellikle son 3–4 yıldır Suriye yönetiminden sağlamayı başardı. Son dönemdeki gelişmeler bunun açık göstergesidir. PKK terör örgütü üyelerinin üzerinden Amerikan yapımı silahlar çıkarken Suriye güvenlik güçlerinin yakaladıkları teröristleri kendi eliyle Türkiye’ye teslim etmesi Türk karar alıcıları müttefik terimini kullanırken dikkate aldıkları kriterleri tekrar gözden geçirmeye zorlamaktadır.
Suriye’nin siyasi istikrara sahip olması ve güvenlik tehditlerine karşı varlığını koruyabilmesi de Türkiye’nin güvenliği açısından birinci derecede önemlidir. Suriye’ye yönelebilecek bir ABD askeri müdahalesi ve oluşabilecek siyasi istikrarsızlık, Türkiye’yi güvenlik sorunlarıyla karşı karşıya bırakabilir. Suriye’deki yönetimin dış müdahale ile değişmesi, Irak’tan sonra Türkiye’nin güney sınırında yeni bir güvenlik boşluğu doğuracak, PKK ve benzeri terör örgütlerinin Türkiye’ye yönelik faaliyetlerine daha geniş bir manevra alanı açacak ve İran’ın batısından Mersin’e uzanan Kürt etnik kimliğine sahip coğrafi şeritte tam bağımsız bir Kürt devleti kurulma olasılığını arttıracaktır. Unutulmamalıdır ki Barzani ve Talabani’nin Kuzey Irak’ta şu ana kadar tam bağımsız ilan edememesinin en önemli nedenlerinden biri bölgenin denize çıkışının olmamasıdır. Tüm bunlarla birlikte yakın tarihe bakıldığında Türkiye-Suriye ilişkilerinde tarihsel süreklilik arz eden potansiyel avantajların iki ülkenin siyasal iktidarları tarafından kullanılmadığı dönemlerde, bölgesel istikrara ve barışa yönelik iç ve dış tehditlerin hareket ve etki alanlarını genişlettikleri ve iki ülkenin de bundan zarar gördüğü görülmektedir.
Beşşar Esad’ın PKK terörüne karşı Türkiye’yi desteklemesi, Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’ne feribot seferlerine izin vermesi, Cumhurbaşkanı Gül’ün Golan Sorunu’nda Suriye tezlerini savunması, Irak’ın toprak bütünlüğü ve Lübnan’ın yakın geleceği konusunda ortak kaygılar paylaşılması iki ülke arasında oluşan bir ittifakın sonuçlarıdır. Daha önce de söylediğimiz gibi iki ülke karar alıcıları son dönemde bölgesel sorunlara karşı ortak bir bakış açısı geliştirmeyi başardı. Bu ortak bakış açısının temelinde iki ülkenin hissettiği bölgesel güvenlik kaygıları yatmaktadır. Tabi ki iki ülke arasındaki ilişki şeklini şu an için uzun vadeli stratejik bir ortaklık olarak tanımlamak mümkün değildir. Günümüzde var olan değişken uluslararası sistem uzun vadeli stratejik ortaklıklara kolay izin vermemektedir. Peki, Türkiye Suriye arasındaki gelişen ilişkinin şeklini nasıl adlandırmamız gerekiyor? Aslında bu ilişki şekli Soğuk Savaş sonrası dönemde sistemdeki stratejik boşluk alanlarını doldurmak isteyen iki uluslararası aktörün kurduğu dinamik çıkar ittifakının bir parçası olarak görülebilir.
Dinamik çıkar ittifaklarını ortaya çıkaran temel mantık, uluslararası sistemin dinamik bir yapıya sahip olduğu tezinden yola çıkarak uluslararası güçlerin sistem içindeki konumlanışlarının çıkar ve tehdit algılayışlarını doğrudan etkilemesi ve bunun sonucu ortaya çıkan ittifakların dinamik bir yapıya sahip olmasıdır. Suriye Soğuk Savaş sonrası dönem uluslararası sisteme entegre olmayı başaramamış bir ülkedir. Uzun süredir İsrail’in ve Irak’ın işgalinden sonra ise ABD’nin siyasi ve askeri tehditlerine maruz kalmıştır. Türkiye uzun yıllar tek taraflı bir bağımlılıkla Batılı devletlere endekslenmiş bir dış politika uygulamak zorunda kalmıştır. Bundan dolayı bölgesine yönelik bağımsız bir bakış açısı geliştirememiş, bağımsız politikalar üretememiştir. Bu iki devlet yakın çevresindeki ilişkilerini derinleştirdikçe Suriye içinde bulunduğu yalnızlığı yenme imkânına, Türkiye de kendi bağımsız bölge politikalarını uygulama şansına sahip olmaktadır. Yine bölgede ABD ve İsrail’in saldırgan tutumlarından dolayı var olan güvenlik boşlukları her iki ülkeyi de tehdit etmekte ve ortak mücadeleyi gerekli kılmaktadır. Bölgedeki Irak, Lübnan ve Filistin sorunları iki ülkenin doğrudan müdahil olduğu kriz alanlarıdır. Dinamik çıkar ittifaklarını geçici çıkar ittifaklarından ayırtan en önemli nokta ise bu birliktelik şeklinin çok boyutlu ilişkilerle desteklenen karşılıklı bir güveni de içinde barındırmasıdır. Türkiye ve Suriye ortak güvenlik kaygıları üzerine inşa edilen ilişkilerini siyasi, ekonomik ve kültürel argümanlarla derinleştirmektedir. Dinamik çıkar ittifaklarında ortak hedefler veya kişisel tatminler sağladıktan sonra taraflar ittifakı sona erdirme esnekliğine sahip olabildikleri gibi ittifakı değişen şartlara uydurarak devam da ettirilebilirler. Türkiye Suriye ilişkilerinde oluşturulacak ekonomik ve kültürel derinlik ve bağımlılık ilişkilerin uzun vadeli istikrarını sağladığı gibi ilişki şeklini stratejik bir ortaklığa da dönüştürebilir.
Sonuç
Beşşar Esad’ın Türkiye ziyareti her iki ülkenin kazanımları açısından oldukça yararlı geçmiştir. Türkiye ve Suriye, bölgesel sorunlara işbirliği ve ortak bir bakış açısıyla yaklaştıkları takdirde Orta Doğu’da olan hızlı dönüşümler ve kriz alanları karşısında inisiyatif kullanabileceklerini ve bölgede etkin olabileceklerini bu ziyaretle bir kez daha göstermiştir. İstanbul’da yapılacak Irak’a Komşu Ülkeler Konferansı da Türkiye ve Suriye’nin ortak diplomatik mücadelesinin devamını teşkil etmektedir. Türkiye ve Suriye’nin Irak konusundaki ortak tutumları ise kısa dönemde ABD ve İsrail’in Kuzey Irak merkezli Kürt gruplarla ilişkilerini artırabileceğini düşündürmektedir. Esad’ın Türkiye ziyaretine paralel olarak Rusya Devlet Başkanı Putin’in İran’ı, Irak Devlet Başkanı Talabani’nin ise Fransa’yı ziyaret etmesi bölgede çok farklı çıkar ittifaklarının doğabileceğini ve bölgedeki çıkar ilişkileri ağının daha da karışacağını göstermektedir.
Son olarak Türkiye’nin, Suriye ile ilişkilerini sürdürürken ve Orta Doğu’ya ilgisini yöneltirken karşılanacağı en önemli sorunlardan birinin iç politikadan kaynaklanan çatışmaların dış politikaya yansıtılması olacağının altı çizmek gerekmektedir. 6 Eylül’deki İsrail hava saldırısı sonrası çıkan iddialarda olduğu gibi Türkiye’nin bölgedeki etkinliğinden tedirgin olan güçler tarafından iç politik sorunlar ve çatışmalar kullanılmak istenebilir. Yine ABD yönetimiyle gerilen ilişkiler dolaylı yollardan iç çatışmaların tahrik edilmesini getirebilir. Türkiye inisiyatif kullanabilen bölgesel bir güç olmak istiyorsa uluslararası arenada bütün kurumlarıyla güçlü bir duruş sergilemek zorundadır. Türk dış politikası asla iç politik çekişmelere kurban edilmemelidir. Bunun başarı düzeyi de Türkiye’nin sivil ve askeri karar alıcılarının yetenek düzeyiyle ve birbirleriyle uyumuyla doğru orantılı olacaktır.
Suriye Devlet Başkanı Beşşar Esad, 16–19 Ekim tarihleri arasında Türkiye’ye tarihi bir diplomatik ziyarette bulundu. Esad’ın Türkiye’ye gelişi, Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’e bir tebrik ziyareti gibi görünse de ziyaretin gerçekleştiği günlerde Türkiye’nin Kuzey Irak’a bir askeri harekât yapmasına izin veren bir teskere hazırlığı içerisinde olması, sözde Ermeni soykırımı tasarısından dolayı Türk-Amerikan ilişkilerinde gerginlikler yaşanması ve Suriye’nin 6 Eylül’deki İsrail hava saldırısından beri uluslararası baskı altına alınmak istenmesi ziyarete ayrı bir anlam yüklenmesine neden olmaktadır. Bu noktada ziyaretin iki ülkenin komşularından kaynaklanan güvenlik kaygılarının üst düzeye çıktığı bir dönemde gerçekleştirilmiş olduğunun altını çizmek gerekmektedir. Bu durum ziyaretin kısa ve uzun vadeli stratejik önemini artırmakla birlikte son dönem Türkiye Suriye ilişkilerinin güvenlik boyutuna dikkat çekmekte ve iki ülke arasındaki ittifakın niteliği konusunda soruları beraberinde getirmektedir.
Beşşar Esad, ziyareti sırasında Türkiye’nin terörle mücadelesine ve PKK terörüne karşı alınacak her tedbire tam destek verdiğini açıkladı. Aslında bu destek Türkiye-Suriye ilişkilerinin güvenlik boyutunda geldiği düzeyin bir göstergesiydi. Bununla birlikte ilişkilerde bugün gelinen noktanın zorlu ve uzun bir diplomatik mücadelenin ve bunu destekleyen uluslararası konjonktürün sonunda ortaya çıktığını belirtmek gerekiyor. Bu durumu daha iyi anlayabilmek için öncelikle son 7 yıllık süreç içerisinde gerçekleşen ikili diplomatik ilişkileri kısaca gözden geçirelim. Ardından da Türkiye-Suriye ilişkilerinin güvenlik ittifakı boyutunu ele alalım.
Karşılıklı Diplomatik Ziyaretler ve Suriye ile Siyasi Yakınlaşma
1998’de Türkiye’nin askeri tehdit sonucu terörist Abdullah Öcalan’ın Suriye dışına çıkarılması ve iki ülke arasında imzalanan Adana mutabakatı ile iki ülke ilişkileri normalleşmeye başladı. 2000 yılında Suriye’de iktidarın değişmesinin ardından ise Türkiye Suriye ikili ilişkileri hızlı bir iyileşme süreci içerisine girdi. Bu siyasi iyileşme sürecini hazırlayan en önemli yöntem, iki ülke arasında her düzeyde gerçekleşen karşılıklı diplomatik ziyaretler oldu. Bu ziyaretler, iki komşu ülkenin aktif diplomasiyi etkin kullanarak ikili ilişkilerini geliştirebildiklerini ve uluslararası konjonktürdeki değişimlerin neden olduğu ortak tehditlere karşı işbirliği alanı oluşturabildiklerini gösterdi. Bunun yanında kullanılan aktif diplomasi iki ülkenin siyasi karar alıcıları, entelektüelleri ve halkı düzeyinde var olan düşmanlık duygularının ve psikolojik önyargıların ortadan kalkmasına hizmet ettiği gibi karşılıklı bir güven ortamı tesis etti. Diplomatik ziyaretler sürecinde özellikle 2003 yılından sonra en çok gündeme gelen konu ise Irak’taki parçalanmış yapıdan dolayı iki ülkenin de hissettiği güvenlik riskleriydi.
Son 7 yıl içerisinde iki ülke arasında en üst düzeyde 17 civarı diplomatik ziyaret yapıldı. Rakam olarak etkileyici olan bu diplomatik ziyaretlerin en önemli yanı göstermelik ziyaretler olmaktan kurtulup nitelik olarak da stratejik ve tarihsel öneme sahip olmalarıydı. Hafız Esad’ın 12 Haziran 2000’de yaşama veda etmesi üzerine Türkiye Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer’in cenazeye katılmak için Şam’a gitmesi, diplomatik ziyaretler sürecinin başlangıcını teşkil etmektedir. Üstelik bu ziyaret Cumhurbaşkanı Sezer’in göreve başladıktan sonra çıktığı ilk yurtdışı gezisiydi. Hafız Esad’ın Türkiye’nin sekizinci Cumhurbaşkanı Turgut Özal’ın cenaze törenine katılmaması nedeniyle teamüle göre cenazeye katılmaması beklenen Cumhurbaşkanı Sezer’in Şam’daki cenazeye gitmesi, Türk kamuoyunda bazı çevrelerce eleştirilmiş olsa da, uzun dönemde akıllıca ve etkili bir diplomatik girişimi olduğu anlaşıldı. Hatta Sezer’in ziyaretinin, Türkiye-Suriye ilişkilerinde Suriye Arap yönetiminin gururunu okşayan ve samimiyeti vurgulayan önemli bir köşe taşı olduğunu söyleyebiliriz. Arap basınında bu ziyaretle ilgili yorumlar ve Beşşar Esad’ın Türkiye ziyaretinde görevde olmamasına rağmen Ahmet Necdet Sezer’in evine kadar gitmesi Sezer’in 7 yıl önceki ziyaretinin (ve tabi ki 2005 yılındaki ziyaretinin) Suriyelilerin bilinçaltında bıraktığı izin bir göstergesidir.
Türkiye Cumhurbaşkanı’nın Suriye’ye gidişinin ardından alt ve orta düzey birçok diplomatik ziyaret yapılsa da üst düzey diplomatik ziyaretlerin yoğunlaştığı yıl, Amerikan karar alıcıların Irak’a askeri müdahaleyi gündeme getirdiği 2003 yılı oldu. İlk olarak dönemin Türkiye Başbakanı Abdullah Gül, yaklaşan Irak savaşını engelleme turları çerçevesinde 4 Ocak’ta Suriye’yi ziyaret etti.[1] Gül, 1993'de Süleyman Demirel'in ziyaretinden sonra Suriye'ye giden ilk Türkiye Başbakanı oldu. Gül’ün ziyaretine karşılık aynı ay içerisinde Suriye Dışişleri Bakanı Faruk el-Şara’nın Ankara’yı ziyaretiyle geldi.[2] Irak’taki Saddam Hüseyin rejiminin ABD askeri müdahalesi sonucu yıkılmasının ardından 29 Nisan’da Abdullah Gül bu kez Türkiye Dışişleri Bakanı olarak Şam’da idi. Gündemindeki konu dört ay öncesiyle aynıydı: Irak krizi ve bölgesel güvenlik kaygıları. 29 Temmuz’da Ankara 17 yıl aradan sonra başbakan düzeyinde ilk ziyareti gerçekleştiren Suriye Başbakanı Muhammed Mustafa Miro'yu ağırladı. Miro iki ülke arasındaki ekonomik işbirliğinin gelişmesine ve dostluğu dikkat çekerken, ülkesinin Adana Mutabakatı hükümlerine uyarak PKK militanlarının Kuzey Irak'tan Suriye'ye sızmalarına ve Suriye'de Türkiye karşıtı hiçbir etkinliğe izin verilmeyeceğini vurguladı. Bununla birlikte iki ülke başbakanı da Irak savaşı konusundaki güvenlik endişelerini dile getirdi.[3]
2004 yılının Ocak ayı Türkiye-Suriye ilişkilerinde gelinen noktayı göstermesi açısından tarihi bir ziyarete şahitlik yaptı. 57 yıl sonra Ankara’ya bir Suriye Devlet Başkanı geldi. Türk medyasının geneli Esad’ın ziyaretinin tarihsel anlamı dışında Suriyeli Devlet Başkanı’nın sempatik eşi Esma Esad’a yoğunlaşsa da bu ziyaret Türkiye-Suriye ilişkilerinde yeni bir sayfa açılıyordu. Görüşmeler sırasında Dışişleri Bakanı Gül, Orta Doğu’da daha etkili olma adına Türkiye’nin Suriye-İsrail barışının sağlanmasında arabuluculuk yapma teklifini Esad’a iletti. Buna ek olarak iki ülke arasında ticaretin geliştirilmesi ve Irak krizinin yarattığı sıkıntılar konuşuldu. Esad’ı misafir eden dönemin Genelkurmay Başkanı Hilmi Özkök, Suriye yönetiminin son dönemde Türkiye'nin terörle mücadelesine verdiği desteğe teşekkür etti.[4]
Beşşar Esad’ın tarihi ziyaretinin ardından aynı yıl içinde yeni başbakan Muhammed Naci Otri Temmuz’da[5] ve Dışişleri Bakanı Faruk El- Şara Kasım’da Ankara’yı ziyaret etti.[6] Özellikle Otri’nin ziyareti sırasında Başbakan Erdoğan aynı anda Ankara’da olan dönemin İsrail Dışişleri Bakanı Ehud Olmert’e randevu vermezken Otri’yi kabul etmesi Suriye’nin Türk dış politikasındaki ayrıcalıklı olmaya başlayan konumunu herkese hissettirdi. 22 Aralık’ta ise önemli bir Avrupa Birliği zirvesinden dönen Başbakan Erdoğan Suriye’ye gitti. İki ülke arasında gümrüklerin düşürülmesini öngören ve ekonomik ilişkileri canlandırmayı hedefleyen bir Serbest Ticaret Anlaşması imzalandı.[7] Böylece Başbakan Erdoğan yıl boyunca ilişkilerde süren bayram havasını bu ziyaretle pekiştirdi.
2004 yılı Türkiye’nin “Komşularla sıfır sorun” stratejisini başarıyla uyguladığı ve Suriye ile ilişkilerini en üst düzeye çıkardığı bir dönem oldu. Karşılıklı diplomatik ziyaretler ve gelişen ilişkiler, ABD hükümetinin Irak’taki iç güvenlik sorunlarına yoğunlaşması ve Suriye ile uğraşmaya zaman bulamamasından dolayı uluslararası kamuoyunda olumlu izlenimler bıraktı. 2005 yılı boyunca ise Türkiye-Suriye ilişkileri, ABD yönetiminin yoğun baskısını üzerinde hissetti. Suriye yönetimi uluslararası büyük güçlere karşı var olma mücadelesi verdi. 14 Şubat’ta Beyrut’ta Lübnan eski başbakanı Refik Hariri’nin bombalı bir suikast sonucu öldürülmesi ve ardından gelen suikastlar zinciri Suriye’yi yoğun bir uluslararası baskı altında bıraktığı gibi rejimin güvenlik kaygıları duymasına yol açtı. Bu şartlar altında Türkiye Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer, önceden planlanmış Suriye ziyaretini ABD yönetiminin bütün engelleme çabaları rağmen Nisan ayında gerçekleştirdi. Bu ziyaret ile zor durumdaki yalnız kalmış Suriye yönetimine ve halkına Türkiye’nin en üst düzeyde verdiği destek uzun vadede ilişkilerdeki duygusal derinliği ve sağlamlığı arttıran önemli bir stratejik hamle olarak değerlendirilebilir. Bununla birlikte bu ziyaretten dolayı gerilen Türk-Amerikan ilişkilerinin etkisinden olsa gerek yaz döneminde Esad’ın Türkiye’ye tatil için geleceği söylentilerinin asılsız çıkması Türk hükümetinin Suriye ile olan sıcak ilişkileri bir süreliğine de olsa dondurdu izlenimini verdi. Ardından Ağustos ayında gerçekleşen BM toplantısında yapılması planlanan Esad-Erdoğan görüşmesi, Esad’ın ABD’ye gelmemesi üzerine gerçekleştirilemedi. Cumhurbaşkanı Sezer’in ziyaretinden yedi ay sonra Hariri suikastı soruşturmasından bunalmış Suriye’yi bu kez Dışişleri Bakanı Gül ziyaret etti. Gül’ün önceden planlanmamış günübirlik ziyareti, Suriye olan ilginin sürdüğünün göstergesi oldu. Türk Dışişleri Bakanlığı da bu ziyaretle ilgili yaptığı resmi açıklamada "Türkiye'nin bölgesinde meydana gelen gelişmelere kayıtsız kalması beklenemez. Türkiye bölgemizdeki yeni sıkıntılar yaşanmasını kesinlikle arzu etmemektedir" ifadelerine yer verdi.
2006’nın yaz aylarında İsrail Lübnan’a yönelik yaklaşık bir ay süren bir askeri saldırı düzenlerken olaydan en fazla etkilenen ülkelerden biri Suriye oldu. Suriye’nin Hizbullah’a askeri destek verdiği söylentileri ve İsrail kamuoyunda Golan’dan dolayı var olan Suriye’nin her an saldırabileceği paranoyası, iki ülkeyi savaşın eşiğine getirdi. Dışişleri Bakanı Gül, 22 Ağustos’ta günübirlik bir ziyaret için Şam’da idi. Esad’la görüşmesinde öncelikli konular Lübnan’daki çatışmaların sona ermesinin ardından yaşanan gelişmeler ve Lübnan’a gönderilecek uluslararası gücün niteliğiydi. Yılın son ayı dünya kamuoyunda Orta Doğu’da olabilecek bir barışa İran ve Suriye’nin de katkı yapıp yapamayacağının tartışıldığı bir dönemde Başbakan Erdoğan Suriye’yi ziyaret etti.[8] Beşşar Esad basına açık görüşmelerde öncelikle Türkiye Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer'in geçen yıl kullandığı inisiyatif ve bunun ikili ilişkilere katkısından dolayı minnettarlığını belirtti ve iki ülkenin Irak konusunda ortak tavır sergilediğini dile getirdi. Türkiye'nin Ortadoğu'daki barışın sağlanmasına yönelik katkılarını takdirle karşıladıklarını belirtti.[9]
2007 Yılında Türkiye-Suriye İlişkilerindeki Gelişmeler
2007 yılı her iki ülke içinde seçim yılıydı. Suriye’de reform adına büyük katkı yapması beklenen parlamento ve devlet başkanlığı seçimi, siyasi muhalefetin ve demokrasinin olmadığı bir ortamda Beşşar Esad ve Baas Partisi için sorunsuz geçti. Türkiye ise yılın büyük kısmında iç politika kaosu ile boğuşurken bir erken parlamento seçimi ve ardından devlet başkanlığı seçimi yaşadı. Bu dönemde Türk hükümetinin ve kamuoyunun ilgisi iç politikada sıkışıp kaldı. Fakat Abdullah Gül’ün Cumhurbaşkanı seçilmesinin ardından ani yaşanan bir olay dünya kamuoyunun ilgisini İsrail eksenin de Türkiye-Suriye ilişkilerine çekti.
6 Eylül’de Suriye resmi haber ajansı SANA’ya açıklama yapan Savunma Bakanlığı yetkilileri İsrail savaş uçaklarının ülkenin hava sahasını ihlal ettiğini ve Suriye hava savunma sistemlerinin ihlal gerçekleştiren uçaklara ateş ettikleri ve ülke hava sahası dışına çıkmaya zorladıklarını belirtti.[10] İsrail’in Suriye’ye saldırdığının iddia edildiği saatlerde Türkiye’nin Suriye sınırına yakın bölgesinde de savaş uçaklarının yoğun ve alçaktan uçuşu sırasında boş araziye 2 yakıt tankı düştü. Türkiye Dışişleri Bakanı Babacan’ın ağzından olayı sert bir üslupla kınadı ve İsrail otoritelerinden açıklama beklediklerini belirtti. Olaydan üç gün sonra Suriye Dışişleri Bakanı Velid Muallim, resmi ziyarette bulunmak üzere Ankara’ya geldi. İsrail ve Suriye arasında yaşanan gerginlik hakkındaki sorulara karşılık Muallim, Türkiye ile Suriye arasında var olan karşılıklı güvenin devam ettiğini belirterek “Bizim söylediklerimiz doğrudur ve Türk tarafı da bu gerçeğin farkındadır” dedi.[11] İsrail ise uzun süre sessizliğini koruduktan sonra saldırıyı kabul etti.
Bu saldırı sonrası ortaya atılan iddialarla ve yapılan spekülasyonlarla Türkiye Suriye ilişkileri arasında doğrudan bağlar kurulmaya çalışıldığı söylenebilir. Özellikle İsrail Hava Kuvvetleri’nin (IAF) niye yakıt depolarını Türkiye topraklarına bıraktığı sorusuna verilecek cevap büyük önem arz ediyordu. Bir teoriye göre Suriye hava savunma sistemlerinden kaçan İsrail F-15’leri Türk hava sahasını ihlal etmiş ve hızlarını arttırabilmek için yedek yakıt tanklarını tesadüf sonucu Türkiye topraklarına bırakmak zorunda kalmıştı. Diğer bir teori ise yakıt tanklarının kasıtlı olarak Türkiye bırakıldığını ve bu saldırıda İsrail F-15’lerinin asıl amacının Türk hava sahası üzerinden İran’a yapabileceği bir saldırının provasını yapmak olduğunu dile getirildi. Bu iddiayı, Türk hava sahasının Türkiye-İsrail arasında yapılan askeri işbirliği anlaşmasına dayanılarak ve Türk Genel Kurmayı’nın izni dâhilinde kullanıldığı yönünde iddialar takip etti. Bu ikinci iddia Türk iç politikasındaki denge ve hassasiyetlerle birlikte Türkiye-Suriye arasındaki iyi ilişkileri doğrudan hedef almaktaydı.
Bu gelişmelerin ardından Dışişleri Bakanı Babacan, 6 Ekim’de Suriye, İsrail, Filistin ve Ürdün’ü kapsayan küçük bir Orta Doğu turuna çıktı. Bu tur Türkiye’deki yeni hükümetin Orta Doğu’ya ilgisinin sürdüğünü gösterdiği gibi Babacan’ın Abdullah Gül’ün Orta Doğu ile ilişkilerdeki misyonu sürdürüp sürdüremeyeceği sorularına da cevap oldu. Babacan öncelikle uluslararası medyada çıkan İsrail’in Suriye saldırısına dair iddialara cevap verdi. “Türkiye’nin topraklarını ya da hava sahasını komşumuz ve dostumuz Suriye’ye bir saldırı için her hangi bir sebeple açması düşünülemez ve mümkün değildir” diyen Babacan’ın sözlerini Suriye Dışişleri Bakanı Muallim de onayladı ve Türkiye duydukları güveni belirtti. Muallim Irak'ın toprak bütünlüğü ve bağımsızlığının önemli olduğu ve İstanbul'da gerçekleştirilecek Irak'ı Komşu Ülkeler Toplantısı’nın önemi konusunda Türkiye ile görüş birliği içerisinde olduklarını ifade etti.[12] Babacan Şam’da görüştüğü Beşşar Esad’a Abdullah Gül’ün bir davetini de iletmişti. Suriye Devlet Başkanı davete çok kısa bir süre içerisinde cevap verdi.
Beşşar Esad Üç Yıl Sonra Türkiye’de
Beşşar Esad, 16 Ekim akşamı Cumhurbaşkanı Abdullah Gül'ün resmi davetlisi olarak Ankara’ya geldi. Türkiye ziyaretinde Esad'a eşi Esma Esad, Suriye Ekonomiden Sorumlu Başbakan Yardımcısı Abdullah el-Dardari ve Dışişleri Bakanı Velid el-Muallim eşlik etti. Esad, Ankara’da Cumhurbaşkanı Gül, Başbakan Erdoğan, TBMM Başkanı Toptan ve Genelkurmay İkinci Başkanı Orgeneral Ergin ile görüşürken 10. Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer'i de Gölbaşı'ndaki evini de ziyaret etti. Sezer’in evine yapılan ziyaret Suriye tarafının Sezer karşı duyduğu saygının ve minnettarlığın bir ifadesiydi.[13] Resmi görüşmelerde ise iki tarafın birbirlerine karşı gösterdikleri samimi yaklaşım tarzı ve olayları algılayışlarındaki paralellik ilişkilerde yakalanan bir uyumun göstergesiydi.
Beşşar Esad’ın Cumhurbaşkanı Gül’le görüşmesinin ardından ortak düzenledikleri ilk basın toplantısında söyledikleri dünya ve Arap kamuoyunda büyük yankı buldu.[14] Bir Arap ülkesinin lideri olarak Esad, Türkiye’nin terörle mücadele için gerçekleştirmeyi düşündüğü sınır ötesi operasyona tam destek veriyordu. Esad Türkiye’nin ve Suriye’nin her zaman önceliğinin barışçıl siyasi çözümlerle sorunun çözümü olduğunu söyledi. Ardından “Türkiye hükümetinin teröre ve terör faaliyetlerine karşı gündemine aldığı kararları şüphesiz destekliyoruz ve onların arkasındayız” diyen Esad bunu Türkiye’nin meşru hakkı olarak kabul ettiklerini belirtti. Esad terörün ardından Irak’taki duruma değindi. Irak konusunda iki ülkenin tam bir mutabakat içerisinde olduğunu söyleyen Esad, Irak’ın toprak bütünlüğünün kesin şekilde desteklenmesi ve Irak’ta ulusal bir uzlaşının teşvik edilmesi gerektiğini sözlerine ekledi. Esad, bölgenin iki önemli ülkesi olan Türkiye ve Suriye’nin uyum ve ortak anlayış içinde olmaları gerektiğini vurgularken bunun bölgesel istikrar ve barış için önemli olduğunun altını çizdi.
Cumhurbaşkanı Gül, Esad onuruna verilen öğle yemeğinde yaptığı konuşmada “Irak'taki mevcut durum ve bu ülkenin geleceği Türkiye ve Suriye'yi yakından ilgilendirmektedir. Irak'ın toprak bütünlüğünün ve ulusal birliğinin korunması temel önemdedir. Irak'ın halkıyla barışık, komşularıyla uyumlu, özgür ve egemen bir devlet olarak uluslararası toplum içindeki yerini en kısa sürede alması ortak amacımızdır.”dedi. Iraklı mülteciler sorunu konusunda Suriye’nin yaşadığı sıkıntıları üzülerek izlediklerini belirten Gül her türlü desteği vermeye hazır olduklarını söyledi.[15] Gül’ün en ilgi çeken sözleri ise ortak basın toplantısında Suriye’nin Golan Tepeleri konusundaki tezlerini desteklediklerini açıklaması oldu. Gül Golan Tepeleri Suriye’ye geri verilmeden Suriye-İsrail arasında bir barışın gerçekleştirilemeyeceğini söyledi.[16] Bu açıklama ile Türkiye’nin Golan Sorunu’na olan ilgisi ortaya konulduğu gibi uluslararası kamuoyunda yeterince ilgi toplayamayan Suriye’nin en önemli milli güvenlik sorununa özel bir vurgu yapılmış oldu. Dolayısıyla Gül’ün açıklaması Suriye yönetiminin Golan sorunu konusundaki diplomatik mücadelesine önemli bir destek olarak görülebilir.
Beşşar Esad, TBMM Başkanı Köksal Toptan'la yaptığı görüşmede de PKK'yla mücadele etmenin Türkiye'nin en tabi hakkı olduğunu tekrar vurguladı. Esad, "Ben bölücü terör örgütüyle mücadele edilmesi gerektiğini tezkere çıkmadan önce ve TBMM'deki siyasi yapıyı, aritmetiği bilmeden önce ifade ettim. Sözlerimizin arkasındayız. Samimi kanaatlerimizin TBMM tarafından da paylaşılmasından memnuniyet duyduk" dedi. Özellikle ABD yönetiminin tezkereye yönelik olumsuz tavır belirmesinden sonra Esad’ın Türkiye'ye yönelik tezkere desteğini artırarak sürdürdüğü yorumunun yapılmasına yol açtı.[17]
Esad ziyaretinin İstanbul ayağında Türk gazetecilerle Tarabya’da bulunan Huber Köşkü’nde özel bir sohbet toplantısı gerçekleştirdi. Bu toplantıda Esad Kuzey Irak’ta kurulacak bağımsız bir Kürt devletinin Orta Doğu’nun ortasına konulmuş bir bomba olacağını ifade etti. Ziyaretin başından beri Türkiye’nin teröre karşı aldığı kararları desteklediğini belirten Esad tezkerenin siyasi girişimlerle desteklenmesi gerektiğini söyledi. Özellikle Esad’ın “Türkiye'de bir tamah arzusu mevcut değil ancak Irak'a ilişkin tasavvurlarının bütünüyle netleştiğini söyleyemem” sözleri toplantıya katılan gazetecilerin çoğu tarafından sınır ötesi harekâtın kapsamı konusunda Esad’ın şüphe taşıdığı şeklinde yorumlandı. Hatta Esad’ın sözlerini Türkiye’nin Musul ve Kerkük’e girmesinden korktuğu şeklinde yorumlayanlar, Suriye’nin terör konusunda fikir değiştirdiğini iddia edenler bile oldu. Oysaki Esad burada bir durum belirlemesi yapıyor ve sözlerinin devamında tezkerenin çıkmasından bir iki hafta sonra Türkiye’nin Irak'a ilişkin görüşlerinin netleşeceğini ifade ediyordu. Yine aynı toplantıda Esad PKK’nın Suriye için de tehlikeli bir terör örgütü olduğunun altı çizdi.[18]
Ortak Güvenlik Kaygıları ve Dinamik Çıkar İttifakları
Türkiye Suriye arasında gerçekleşen tüm resmi ziyaretlerde tarafların iki ülkenin tarihsel, kültürel ve coğrafi yakınlığına ve bu yakınlığın getirdiği siyasi ve ekonomik potansiyele özellikle dikkat çektiği görülmektedir. Yeni dönemde kurulan samimi ve iyi ilişkiler bu değerler tarafından desteklenmekte ve ilişkiler ister istemez bir duygusallık taşımaktadır. Bu bağlamda Türkiye-Suriye ilişkilerine duygusal çerçevede bakmamızı sağlayan birçok coğrafi, tarihi ve kültürel ortaklık olduğunu kabul etmek gerekir. Fakat ikili ilişkilerin uzun vadeli ve istikrarlı olabilmesi için bu duygusallık amaç haline getirilmeden bir araç halinde tutulmak zorundadır. Kültürel diplomasinin temel mantığı bunu gerektirir. İçinde bulunduğumuz uluslararası sistemin gerçekleri ise bölgede gerçekleşen olaylar karşısında daha realist ve pragmatik yaklaşımlarla olayları değerlendirmeyi gerektirmektedir. Zaten geniş bir perspektiften baktığımızda Türkiye-Suriye ilişkilerinin duygusallıktan ibaret olmadığını ve realist bir yapıyı içinde şekillendiğini görebiliriz.
Uluslararası sistemin büyük kırılmalara uğradığı ve bölgesel ulus devletlerin etnik ve dini parçalanmalara sürüklendiği Soğuk Savaş sonrası dönemde ortak kaygı konusu güvenliktir. Uluslararası sistem içinde büyük güvenlik riskleri barındırmaktadır. Irak’ın bölge dışı askeri bir müdahale ile parçalanmaya giden bir süreç içerisinde olması bölgedeki halk desteğine dayalı olmayan suni Arap rejimlerini tehdit etmekle birlikte Iraklı Kürtler ve Şiiler gibi yeni aktörleri Orta Doğu siyasetinin içerisine itmiştir. Özellikle Iraklı Kürtlerin aşırı milliyetçi bir fanatizme ve ABD askeri gücüne dayalı politik tavırları, zaman zaman kışkırtıcı bir hal alıp bölgede Kürt etnik kökenli insanları içinde barındıran üç önemli bölge ülkesini (Türkiye, Suriye ve İran) rahatsız etmektedir. Diğer taraftan ABD, İsrail ve İran, bölgedeki değişimden ve rekabetten maksimum fayda sağlayabilmek amacıyla radikal denebilecek politik stratejiler sergilemekte, şiddette başvurma tehditleri savurmakta ve doğrudan veya dolaylı yollardan şiddette başvurabilmektedir. Bu karışık ve sürekli krizlerin hüküm sürdüğü oturmamış sistemsel yapı, Orta Doğu’da bazı devletlere ve siyasi-askeri güçlere yeni fırsatların değerlendirilmesi yoluyla hızlı stratejik sıçrayışlar ve dinamik çıkar ittifaklarına girme imkânı vermektedir. Türkiye Suriye ilişkileri de bu teorik çerçevede ve bölgedeki güvenlik kaygılarından yola çıkarak açıklanabilir.
Suriye’nin bölgedeki güvenlik kaygılarını, ABD’nin Suriye’deki rejimi değiştirmeyi amaçlayacak bir askeri müdahale olasılığı ve askeri güç dengelerini kendi lehinde tutan İsrail gibi bir düşmanın varlığı oluşturmaktadır. ABD’nin Irak’taki askeri varlığı ve Kuzey Irak merkezli oluşan siyasi ve askeri yapı, Suriye’ye yönelik bir rejim değiştirme operasyonunda Suriyeli Kürtlerin kullanılması sonucunu doğurabilir ki bunun provası 2004 yılındaki Kamışlı Olayları ile yapılmıştır. Yine Irak’ta bir türlü sağlanamayan siyasi istikrar ve her geçen gün artan güvenlik sorunları, Suriye’yi Irak sınırından kaynaklanan güvenlik riskleriyle, ABD yönetiminin Iraklı direnişçilere Suriye’nin destek verdiğine yönelik suçlamalarıyla ve ciddi bir Iraklı mülteci kriziyle baş başa bırakmaktadır. Diğer yandan Golan Tepeleri’nde uzun süredir var olan illegal İsrail işgali Suriye-İsrail arasında gerçekleşecek bir barışın önündeki en önemli engel olarak durmaktadır. İsrail’in her istediğinde Suriye ve Lübnan topraklarına gerçekleştirdiği askeri operasyonlar ve uluslararası kamuoyunun bu konudaki duyarsızlığı da Suriye’yi sürekli tedirgin etmektedir. Lübnan iç politikasındaki istikrarsızlık ve Hariri suikastından dolayı Suriye yönetimine yönelen suçlamalar bu tedirginliği daha da arttırmaktadır. Bu uluslararası konjonktür karşısında Suriye’nin işbirliği yapabileceği ve destek alabileceği iki bölge ülkesi İran ve Türkiye’dir.
Türkiye’nin bölgedeki güvenlik kaygılarının başında ise Irak’taki siyasi parçalanmışlık ve Kuzey Irak’taki otorite boşluğunu kendi eylemleri için bir fırsat gören PKK terör örgütünün Türkiye içerisine yönelik faaliyetleri gelmektedir. PKK’nın terörist eylemleri Türkiye’nin topyekûn ilgisini terör ve Kürt sorunu üzerine çekmekte ve dış politikada yakın çevresine gereken ilgiyi göstermesini engellemektedir. Türkiye’nin Kuzey Irak’taki tek sorunu PKK terör örgütü değildir, Irak’ın toprak bütünlüğü, bölgede kurulacak bağımsız bir Kürt devleti ve Kerkük’ün geleceği Türkiye’nin stratejik çıkarları bağlamında önem arz etmektedir. Türkiye genel olarak Irak geleceği konusunda Suriye ile fikir birliği içerisinde görünmektedir. Her iki devlet de Irak’ın toprak bütünlüğünü savunmakta ve Kuzey Irak’taki Kürt siyasi oluşumunu tehlikeli olarak görmektedir. Diğer yandan Doğu Akdeniz’in güvenliği bağlamında Kıbrıs’taki statükonun kendi lehine korunması veya değiştirilmesi Türkiye açısından büyük önem arz etmektedir. Türkiye bölgede sürekli değişen ve içinde riskler ve fırsatlar barındıran konjonktürü Suriye ile gelişken ilişkiler çerçevesinde iyi kullanabilmektedir. Eylül ayında Suriye yönetiminin, Kıbrıs Rum Kesimi’nin tehditlerine rağmen Girne-Lazkiye arasında feribot seferlerine başlamaya razı edilmesi bu stratejinin bir sonucu olarak değerlendirilebilir.[19]
Beşşar Esad’ın Türkiye ziyareti sırasında birçok kez PKK terörü ile mücadele konusunda Türkiye’yi desteklediklerini söylemesi Türk karar alıcıların TBMM’den tezkerenin çıkarılmasıyla dünyaya verdikleri sert mesajı güçlendirici etki yaptı. Birçok Batılı siyasetçinin ve medya kuruluşunun PKK teröre örgütüne yönelik söylemlerinde terörist ifadesine yer vermekten kaçınması da Esad’ın sözlerine ayrı bir anlam yüklemektedir. Diğer yandan Esad’ın sözlerini diplomatik bir üslup sonucu yapılan ve samimiyetten yoksun bir açıklamanın parçası olarak görmemek gerekiyor. Çünkü bu sözlerin arkasında iki ülkenin terörle mücadele konusunda gerçekleştirdiği somut eylemler yatmaktadır. Türkiye ile Suriye’nin son 7 yıllık dönemde başarıyla yürüttükleri önemli bir işbirliği alanı terörle ortak mücadeledir. 1998’de Adana Mutabakatı ile Suriye, topraklarından kaynaklanan ve Türkiye’nin güvenlik ve istikrarını bozmaya yönelik hiçbir faaliyete karşılıklılık ilkesi çerçevesinde izin vermeyeceği taahhüdünde bulundu. Bu taahhüdünden itibaren Suriye yönetiminin PKK terör örgütüne karşı her platformda Türkiye’ye iyi niyetini ve yardımını sunduğu söylenebilir. 17 Aralık 2003’te de Suriye İçişleri Bakanı Ali Hammoud’un Türkiye ziyareti sırasında iki ülke suç ve terörizme karşı işbirliği anlaşması imzaladı.[20] Son yıllarda Suriye yönetiminin söylemleri güvenlik alanında varılan işbirliğini ve samimiyeti açıkça ortaya koymaktadır. Temmuz 2005’de PKK’nın Elazığ-Tatvan seferini yapan trene düzenlediği bombalı saldırı Suriye yetkilileri tarafından kınanan ilk PKK terör eylemi oldu.[21] Bunun yanında her iki ülke güvenlik güçlerinin terör örgütlerine karşı ortak açık ve örtülü operasyonlar yaptığı birçok kez medyaya yansıdı. 2003 yılında PKK terör örgütünün Suriye sorumlularından Hayrettin Konar ile Selahattin Canavar Suriye yönetimi tarafından Türkiye’ye teslim edildi.[22] 29 Kasım 2004’te Musul yakınlarında bir arabanın içerisinde 5 kişiden oluşan Kongra Gel terör örgütü ve onun Suriye’deki uzantısı olan PYD’nin üst düzey üyeleri (Kongra Gel Yürütme Konseyi Üyesi Şilan Kobani ve PYD yöneticileri Civan, Cemil, Zekira ve Hikmet Tokmak) bir saldırı sonucu öldürüldü. Olaya büyük ilgi gösteren Kürt internet siteleri ve terörist Abdullah Öcalan, saldırıdan Türk ve Suriye istihbaratını sorumlu tuttu ve saldırıyı bir örtülü operasyon olarak nitelendirdi.[23] Son yıllarda Suriye’deki PKK terör örgütü üyelerinin Suriye Devlet Güvenlik Mahkemesi’nde yargılanmaları ve uzun süreli hapis cezaları almaları dikkat çeken bir değişimdi. Nisan 2007’de ise ilk kez Türk ve Suriye güvenlik güçlerinin ortak gerçekleştirdiği bir operasyon kamuoyuna yansıdı. PKK terör örgütünün Suriye sorumlusu “Cudi” kod adlı Sadık Aslan Suriye topraklarında ortaklaşa düzenlenen bir operasyonda yakalandı.[24] Terörün tırmandığı son 15 gün içerisinde de Suriye güvenlik güçleri tarafından yakalanan bir terörist, Hatay'ın Cilvegözü Sınır Kapısı'nda Türk güvenlik güçlerine teslim edildi.[25] Görünen o ki Türkiye stratejik ortağı olarak tanımlanan ABD’den 2003’te Irak işgalinin başlamasından bu yana alamadığı terör örgütüyle mücadele desteğini özellikle son 3–4 yıldır Suriye yönetiminden sağlamayı başardı. Son dönemdeki gelişmeler bunun açık göstergesidir. PKK terör örgütü üyelerinin üzerinden Amerikan yapımı silahlar çıkarken Suriye güvenlik güçlerinin yakaladıkları teröristleri kendi eliyle Türkiye’ye teslim etmesi Türk karar alıcıları müttefik terimini kullanırken dikkate aldıkları kriterleri tekrar gözden geçirmeye zorlamaktadır.
Suriye’nin siyasi istikrara sahip olması ve güvenlik tehditlerine karşı varlığını koruyabilmesi de Türkiye’nin güvenliği açısından birinci derecede önemlidir. Suriye’ye yönelebilecek bir ABD askeri müdahalesi ve oluşabilecek siyasi istikrarsızlık, Türkiye’yi güvenlik sorunlarıyla karşı karşıya bırakabilir. Suriye’deki yönetimin dış müdahale ile değişmesi, Irak’tan sonra Türkiye’nin güney sınırında yeni bir güvenlik boşluğu doğuracak, PKK ve benzeri terör örgütlerinin Türkiye’ye yönelik faaliyetlerine daha geniş bir manevra alanı açacak ve İran’ın batısından Mersin’e uzanan Kürt etnik kimliğine sahip coğrafi şeritte tam bağımsız bir Kürt devleti kurulma olasılığını arttıracaktır. Unutulmamalıdır ki Barzani ve Talabani’nin Kuzey Irak’ta şu ana kadar tam bağımsız ilan edememesinin en önemli nedenlerinden biri bölgenin denize çıkışının olmamasıdır. Tüm bunlarla birlikte yakın tarihe bakıldığında Türkiye-Suriye ilişkilerinde tarihsel süreklilik arz eden potansiyel avantajların iki ülkenin siyasal iktidarları tarafından kullanılmadığı dönemlerde, bölgesel istikrara ve barışa yönelik iç ve dış tehditlerin hareket ve etki alanlarını genişlettikleri ve iki ülkenin de bundan zarar gördüğü görülmektedir.
Beşşar Esad’ın PKK terörüne karşı Türkiye’yi desteklemesi, Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’ne feribot seferlerine izin vermesi, Cumhurbaşkanı Gül’ün Golan Sorunu’nda Suriye tezlerini savunması, Irak’ın toprak bütünlüğü ve Lübnan’ın yakın geleceği konusunda ortak kaygılar paylaşılması iki ülke arasında oluşan bir ittifakın sonuçlarıdır. Daha önce de söylediğimiz gibi iki ülke karar alıcıları son dönemde bölgesel sorunlara karşı ortak bir bakış açısı geliştirmeyi başardı. Bu ortak bakış açısının temelinde iki ülkenin hissettiği bölgesel güvenlik kaygıları yatmaktadır. Tabi ki iki ülke arasındaki ilişki şeklini şu an için uzun vadeli stratejik bir ortaklık olarak tanımlamak mümkün değildir. Günümüzde var olan değişken uluslararası sistem uzun vadeli stratejik ortaklıklara kolay izin vermemektedir. Peki, Türkiye Suriye arasındaki gelişen ilişkinin şeklini nasıl adlandırmamız gerekiyor? Aslında bu ilişki şekli Soğuk Savaş sonrası dönemde sistemdeki stratejik boşluk alanlarını doldurmak isteyen iki uluslararası aktörün kurduğu dinamik çıkar ittifakının bir parçası olarak görülebilir.
Dinamik çıkar ittifaklarını ortaya çıkaran temel mantık, uluslararası sistemin dinamik bir yapıya sahip olduğu tezinden yola çıkarak uluslararası güçlerin sistem içindeki konumlanışlarının çıkar ve tehdit algılayışlarını doğrudan etkilemesi ve bunun sonucu ortaya çıkan ittifakların dinamik bir yapıya sahip olmasıdır. Suriye Soğuk Savaş sonrası dönem uluslararası sisteme entegre olmayı başaramamış bir ülkedir. Uzun süredir İsrail’in ve Irak’ın işgalinden sonra ise ABD’nin siyasi ve askeri tehditlerine maruz kalmıştır. Türkiye uzun yıllar tek taraflı bir bağımlılıkla Batılı devletlere endekslenmiş bir dış politika uygulamak zorunda kalmıştır. Bundan dolayı bölgesine yönelik bağımsız bir bakış açısı geliştirememiş, bağımsız politikalar üretememiştir. Bu iki devlet yakın çevresindeki ilişkilerini derinleştirdikçe Suriye içinde bulunduğu yalnızlığı yenme imkânına, Türkiye de kendi bağımsız bölge politikalarını uygulama şansına sahip olmaktadır. Yine bölgede ABD ve İsrail’in saldırgan tutumlarından dolayı var olan güvenlik boşlukları her iki ülkeyi de tehdit etmekte ve ortak mücadeleyi gerekli kılmaktadır. Bölgedeki Irak, Lübnan ve Filistin sorunları iki ülkenin doğrudan müdahil olduğu kriz alanlarıdır. Dinamik çıkar ittifaklarını geçici çıkar ittifaklarından ayırtan en önemli nokta ise bu birliktelik şeklinin çok boyutlu ilişkilerle desteklenen karşılıklı bir güveni de içinde barındırmasıdır. Türkiye ve Suriye ortak güvenlik kaygıları üzerine inşa edilen ilişkilerini siyasi, ekonomik ve kültürel argümanlarla derinleştirmektedir. Dinamik çıkar ittifaklarında ortak hedefler veya kişisel tatminler sağladıktan sonra taraflar ittifakı sona erdirme esnekliğine sahip olabildikleri gibi ittifakı değişen şartlara uydurarak devam da ettirilebilirler. Türkiye Suriye ilişkilerinde oluşturulacak ekonomik ve kültürel derinlik ve bağımlılık ilişkilerin uzun vadeli istikrarını sağladığı gibi ilişki şeklini stratejik bir ortaklığa da dönüştürebilir.
Sonuç
Beşşar Esad’ın Türkiye ziyareti her iki ülkenin kazanımları açısından oldukça yararlı geçmiştir. Türkiye ve Suriye, bölgesel sorunlara işbirliği ve ortak bir bakış açısıyla yaklaştıkları takdirde Orta Doğu’da olan hızlı dönüşümler ve kriz alanları karşısında inisiyatif kullanabileceklerini ve bölgede etkin olabileceklerini bu ziyaretle bir kez daha göstermiştir. İstanbul’da yapılacak Irak’a Komşu Ülkeler Konferansı da Türkiye ve Suriye’nin ortak diplomatik mücadelesinin devamını teşkil etmektedir. Türkiye ve Suriye’nin Irak konusundaki ortak tutumları ise kısa dönemde ABD ve İsrail’in Kuzey Irak merkezli Kürt gruplarla ilişkilerini artırabileceğini düşündürmektedir. Esad’ın Türkiye ziyaretine paralel olarak Rusya Devlet Başkanı Putin’in İran’ı, Irak Devlet Başkanı Talabani’nin ise Fransa’yı ziyaret etmesi bölgede çok farklı çıkar ittifaklarının doğabileceğini ve bölgedeki çıkar ilişkileri ağının daha da karışacağını göstermektedir.
Son olarak Türkiye’nin, Suriye ile ilişkilerini sürdürürken ve Orta Doğu’ya ilgisini yöneltirken karşılanacağı en önemli sorunlardan birinin iç politikadan kaynaklanan çatışmaların dış politikaya yansıtılması olacağının altı çizmek gerekmektedir. 6 Eylül’deki İsrail hava saldırısı sonrası çıkan iddialarda olduğu gibi Türkiye’nin bölgedeki etkinliğinden tedirgin olan güçler tarafından iç politik sorunlar ve çatışmalar kullanılmak istenebilir. Yine ABD yönetimiyle gerilen ilişkiler dolaylı yollardan iç çatışmaların tahrik edilmesini getirebilir. Türkiye inisiyatif kullanabilen bölgesel bir güç olmak istiyorsa uluslararası arenada bütün kurumlarıyla güçlü bir duruş sergilemek zorundadır. Türk dış politikası asla iç politik çekişmelere kurban edilmemelidir. Bunun başarı düzeyi de Türkiye’nin sivil ve askeri karar alıcılarının yetenek düzeyiyle ve birbirleriyle uyumuyla doğru orantılı olacaktır.
*Yasin Atlıoğlu, Araştırmacı-Yazar
E-mail: yatlioglu@yahoo.com
Kaynakça
[1] “Başbakan 'Barış' İçin Suriye'yi Ziyaret Etti”, VOA, 4 Ocak 2007, http://www.voanews.com/turkish/archive/2003-01/a-2003-01-04-5-1.cfm
[2] “El Şara: Türkiye Suriye ilişkileri altın çağını yaşıyor”, Zaman, 14 Ocak 2003
[3] “Miro'yu kabine karşıladı”, Akşam, 30 Temmuz 2003
[4] “Arabulucu olalım”, Akşam, 8 Ocak 2004
[5] “Suriye ile her alanda işbirliği”, Sabah, 14 Temmuz 2004
[6] “Türkiye-Suriye Görüşmeleri Tamamlandı” VOA, 9 Kasım 2004, http://www.voanews.com/turkish/archive/2004-11/a-2004-11-09-11-1.cfm
[7] “Barışa yeni adım”, Radikal, 23 Aralık 2004
[8] “Syria and Turkey call to Ease Tension in Middle East”, SANA, 6Aralık 2006, http://www.sana.org/eng/21/2006/12/06/90918.htm
[9] “Başbakan Erdoğan, Esad ile görüştü”, Yeni Şafak, 6 Aralık 2006
[10] “Air Defense Units Confront Israeli Aircrafts over Syrian airspace forcing them to Leave”, SANA, 6 Eylül 2007, http://www.sana.org/eng/21/2007/09/06/137956.htm
[11] “Suriye Dışişleri Bakanı Ankara’da”, NTVMSNBC, 9 Eylül 2007, http://www.ntvmsnbc.com/news/419418.asp
[12] “Al-Moallem and Turkish Counterpart Hold Press Conference”, SANA, 5 Ekim 2007, http://www.sana.org/eng/21/2007/10/07/142702.htm
[13] “President al-Assad and wife pay a cordial visit to Former Turkish President Sezer”, SANA, http://www.sana.org/eng/22/2007/10/18/144086.htm
[14] “Syria gives backing to possible Turkish incursion into Iraq”, AFP, 17 Ekim 2007
[15] “Suriye Arap Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı Sayın Beşar Esad onuruna verilen öğle yemeği”, T.C. Cumhurbaşkanlığı Resmi Web Sitesi, 17 Ekim 2007, http://www.cankaya.gov.tr/tr_html/KONUSMALAR/17.10.2007-3680.html
[16] “Presidents al-Assad and Gul hold Press Conference”, SANA, 17 Ekim 2007, http://www.sana.org/eng/22/2007/10/17/144003.htm
[17] “ABD tezkereye tepki gösterince, Esad desteğini arttırdı”, Zaman, 18 Ekim 2007
[18] “Kürt devleti Ortadoğu'yu havaya uçurur”, CNNTURK, 18 Ekim 2007, http://www.cnnturk.com/TURKIYE/haber_detay.asp?PID=318&haberID=398672
[19] “Rum yönetiminden Suriye'ye nota”, CNNTURK, 26 Eylül 2007, http://www.cnnturk.com/DUNYA/haber_detay.asp?PID=319&HID=1&haberID=393689
[20] “Damascus, Ankara sign security understanding memorandum”, Arabic News, 18 Aralık 2003, http://www.arabicnews.com/ansub/Daily/Day/031218/2003121807.html
[21] “Suriye trene bombayı kınadı”, NTVMSNBC, 13 Temmuz 2005, http://www.ntvmsnbc.com/news/331563.asp
[22] “KADEK activities in Syria and Iran shifted to rural areas”, Turkish Daily News, 11 Nisan 2003
[23] “15.12.2004 Tarihli Görüşme Notları”, Rizgari, 17 Aralık 2004, http://www.rizgari.com/modules.php?name=News&file=article&sid=432
[24] “Gizli operasyonda PKK'nın Suriye sorumlusu yakalandı”, Zaman, 4 Nisan 2007
[25] “Suriye 1 PKK'lıyı teslim etti”, Kanal7 Haber, 10 Ekim 2007, http://www.haber7.com/haber.php?haber_id=273712
[1] “Başbakan 'Barış' İçin Suriye'yi Ziyaret Etti”, VOA, 4 Ocak 2007, http://www.voanews.com/turkish/archive/2003-01/a-2003-01-04-5-1.cfm
[2] “El Şara: Türkiye Suriye ilişkileri altın çağını yaşıyor”, Zaman, 14 Ocak 2003
[3] “Miro'yu kabine karşıladı”, Akşam, 30 Temmuz 2003
[4] “Arabulucu olalım”, Akşam, 8 Ocak 2004
[5] “Suriye ile her alanda işbirliği”, Sabah, 14 Temmuz 2004
[6] “Türkiye-Suriye Görüşmeleri Tamamlandı” VOA, 9 Kasım 2004, http://www.voanews.com/turkish/archive/2004-11/a-2004-11-09-11-1.cfm
[7] “Barışa yeni adım”, Radikal, 23 Aralık 2004
[8] “Syria and Turkey call to Ease Tension in Middle East”, SANA, 6Aralık 2006, http://www.sana.org/eng/21/2006/12/06/90918.htm
[9] “Başbakan Erdoğan, Esad ile görüştü”, Yeni Şafak, 6 Aralık 2006
[10] “Air Defense Units Confront Israeli Aircrafts over Syrian airspace forcing them to Leave”, SANA, 6 Eylül 2007, http://www.sana.org/eng/21/2007/09/06/137956.htm
[11] “Suriye Dışişleri Bakanı Ankara’da”, NTVMSNBC, 9 Eylül 2007, http://www.ntvmsnbc.com/news/419418.asp
[12] “Al-Moallem and Turkish Counterpart Hold Press Conference”, SANA, 5 Ekim 2007, http://www.sana.org/eng/21/2007/10/07/142702.htm
[13] “President al-Assad and wife pay a cordial visit to Former Turkish President Sezer”, SANA, http://www.sana.org/eng/22/2007/10/18/144086.htm
[14] “Syria gives backing to possible Turkish incursion into Iraq”, AFP, 17 Ekim 2007
[15] “Suriye Arap Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı Sayın Beşar Esad onuruna verilen öğle yemeği”, T.C. Cumhurbaşkanlığı Resmi Web Sitesi, 17 Ekim 2007, http://www.cankaya.gov.tr/tr_html/KONUSMALAR/17.10.2007-3680.html
[16] “Presidents al-Assad and Gul hold Press Conference”, SANA, 17 Ekim 2007, http://www.sana.org/eng/22/2007/10/17/144003.htm
[17] “ABD tezkereye tepki gösterince, Esad desteğini arttırdı”, Zaman, 18 Ekim 2007
[18] “Kürt devleti Ortadoğu'yu havaya uçurur”, CNNTURK, 18 Ekim 2007, http://www.cnnturk.com/TURKIYE/haber_detay.asp?PID=318&haberID=398672
[19] “Rum yönetiminden Suriye'ye nota”, CNNTURK, 26 Eylül 2007, http://www.cnnturk.com/DUNYA/haber_detay.asp?PID=319&HID=1&haberID=393689
[20] “Damascus, Ankara sign security understanding memorandum”, Arabic News, 18 Aralık 2003, http://www.arabicnews.com/ansub/Daily/Day/031218/2003121807.html
[21] “Suriye trene bombayı kınadı”, NTVMSNBC, 13 Temmuz 2005, http://www.ntvmsnbc.com/news/331563.asp
[22] “KADEK activities in Syria and Iran shifted to rural areas”, Turkish Daily News, 11 Nisan 2003
[23] “15.12.2004 Tarihli Görüşme Notları”, Rizgari, 17 Aralık 2004, http://www.rizgari.com/modules.php?name=News&file=article&sid=432
[24] “Gizli operasyonda PKK'nın Suriye sorumlusu yakalandı”, Zaman, 4 Nisan 2007
[25] “Suriye 1 PKK'lıyı teslim etti”, Kanal7 Haber, 10 Ekim 2007, http://www.haber7.com/haber.php?haber_id=273712
Thursday, October 18, 2007
Wednesday, October 17, 2007
Tuesday, October 16, 2007
Monday, October 15, 2007
Sunday, October 14, 2007
Saturday, October 13, 2007
Friday, October 12, 2007
Thursday, October 11, 2007
Wednesday, October 10, 2007
Tuesday, October 09, 2007
Monday, October 08, 2007
Sunday, October 07, 2007
Saturday, October 06, 2007
Friday, October 05, 2007
Thursday, October 04, 2007
Wednesday, October 03, 2007
Tuesday, October 02, 2007
Monday, October 01, 2007
Saturday, September 29, 2007
Friday, September 28, 2007
Thursday, September 27, 2007
Wednesday, September 26, 2007
Tuesday, September 25, 2007
Monday, September 24, 2007
Sunday, September 23, 2007
Saturday, September 22, 2007
Friday, September 21, 2007
Thursday, September 20, 2007
Wednesday, September 19, 2007
Arab voices- CNN (Video)
Another Lebanese lawmaker is killed in an apparent assassination. CNN's Octavia Nasr discusses this developing story.
Tuesday, September 18, 2007
Monday, September 17, 2007
Sunday, September 16, 2007
Friday, September 14, 2007
Thursday, September 13, 2007
Wednesday, September 12, 2007
Tuesday, September 11, 2007
Monday, September 10, 2007
Sunday, September 09, 2007
Friday, September 07, 2007
Golan Tepeleri ve Suriye-İsrail Askeri Güç Dengesi
Yasin Atlıoğlu
Radikalleşme ve çatışma kültürünün gidererek yayıldığı Orta Doğu coğrafyasında son dönemde en fazla gündemi işgal eden konulardan biri Suriye ile İsrail arasında gerçekleşecek bir barış görüşmesi ihtimalidir. Bununla birlikte özellikle İsrail basınında Suriye’nin askeri kapasitesini genişletme ve Golan Tepelerine yönelik bir saldırı endişesi sürekli dile getirilmektedir. Haaretz, Jerusalem Post,Yedioth Ahronot gibi İsrail gazetelerinde ve Debkafile (1) gibi İsrail istihbaratına yakın internet sitelerinde, ya Suriye İsrail arasında olan veya olabilecek gizli barış görüşmeleri ve karşılıklı yollanan mesajlar hakkında iddialar ortaya atılmakta ya da Suriye’nin İran ve Rusya ile yakınlaşmasının askeri olarak güçlenmesine yol açacağı ve bu durumun İsrail’in güvenliği için bir facia olacağı ifade edilmektedir. Kısacası son bir yılda İsrail medyasında Suriye ile ilgili barış ve savaşın konuşulmadığı bir gün bile geçmedi. Suriye tarafı ise Haziran 2006’da Beşşar Esad'ın Lazkiye'deki sarayının üzerinde uçuş yapan İsrail savaş uçaklarına ateş açıldığı iddialarının üzerinden bir yıldan fazla bir zaman geçtikten sonra 6 Eylül’de yeni bir iddia ortaya attı. SANA’ya açıklama yapan Suriye Savunma Bakanlığı yetkilileri İsrail savaş uçaklarının ülkenin hava sahasını ihlal ettiğini ve Suriye hava savunma sistemlerinin ihlal gerçekleştiren uçaklara ateş ettikleri ve ülke hava sahası dışına çıkmaya zorladıklarını belirtti. (2)
Bölgedeki bu haber ve söylentiler üzerinden bölgedeki güç dengelerindeki değişim ve bölgenin yakın geleceği üzerine bazı tahminlerde bulunmak mümkündür. Tabi ki öncelikle çıkan haberlerin arka planını iyi anlayabilmek için cevaplanması gereken bazı sorular var. Suriye Golan Tepelerini askeri bir harekâtla geri alabilecek askeri ve siyasi iradeye ve yaptırım gücüne şu an sahip mi? Yoksa bu söylentiler İran Suriye ve Rusya arasında ABD ve İsrail’e karşı oluşabilecek bölgesel bir ittifaktan duyulan bir endişenin sonucunu ve ABD’nin Suriye’ye düzenleyebileceği askeri bir müdahalenin nedenini mi oluşturmaktadır? Golan sorunu yakın bir gelecekte çözülebilecek mi? Bu çözüm savaşla mı barışla mı olacak? Bu çerçevede Suriye’nin askeri kapasitesini Golan Tepeleri sorunu ile birlikte ele almaya çalışalım..
40 Yıllık Bir Sorun: Golan’daki İsrail İşgali
10 Haziran 1967’de Altı Gün Savaşı olarak bilinen Arap İsrail Savaşı’nın bitimiyle Golan Tepeleri’nde başlayan İsrail işgali dünyanın en uzun süreli işgali olma yolunda ilerlerken aynı zaman da çok taraflı uluslararası bir kriz alanına dönüştü. Krize birçok uluslararası aktörün müdahil olmasına rağmen İsrail işgali ile oluşan statükonun değişmesi adına çabalar ve girişimler bir türlü başarıya ulaştırılamadı. 4 Haziran 1967’den sonra İsrail’in işgal ettiği toprakları boşaltmasını öngören BM Güvenlik konseyi kararlarının (242 ve 338 sayılı kararlar) yaptırım gücünden yoksun olması ve büyük güçlerin bu kararları uygulatma adına isteksizlikleri İsrail işgalinin süresini uzatan öncelikli nedenlerdir
Geçen 40 yıl içerisinde tek taraflı ve uzlaşmaz tutumuna devam eden İsrail bölgedeki demografik yapıyı değiştirmek adına sayısız faaliyet içerisine girdi. 1970’den itibaren bölgeye Yahudi yerleşimlerini kurmaya başlayan İsrail, 1981’de Knesset’in işgali onaylamasıyla kendi yasalarının bölgede uygulamaya başladı. Golan’daki Arap ve Çerkes yerleşimlerini ve bölgenin başkenti olan Kuneytra’yi yerle bir eden İsrail, 140 bin civarında Arap ve Çerkes’in bölgeyi terk etmesine neden oldu. Günümüzde Golan’da 33 Yahudi yerleşimi ve sadece 5 Dürzi köyü vardır. Suriye’ye siyasi destek veren Golan Dürzileri İsraili’in uyguladığı siyasi ve sosyo-ekonomik ayrımcılık ve baskı politikası altında yaşamlarına devam etmektedir.
İsrail’in Golan’ı işgal altında tutarken kendini meşrulaştırma çabalarında kullandığı neden her zaman ki gibi çevresindeki Arap ülkelerine karşı duyduğu güvenlik kaygıları oldu. Aslında 1945’de Arap dünyasının kalbinde yaratılan İsrail’in Arap komşularına karşı güvenlik kaygısı duyması normal bir durumdur. Bu bağlamda Golan işgali ile Şam’ın 60 km yakınına askeri olarak konumlanan ve stratejik ve taktik üstünlük sağlayan İsrail, Suriye’yi askeri ve siyasi manevra alanını oldukça sınırlandırmaktadır. Suriye yönetimi ve halkı Golan’daki İsrail askeri varlığından duydukları tedirginliği sürekli hissetmektedir. Bu psikolojik ve askeri üstünlük ve Golan’ın askeri bir tampon bölge olarak kullanılması İsrail’in Suriye’ye karşı duyduğu güvenlik kaygılarını oldukça alt düzeye indirgemektedir. Diğer yandan Golan’daki İsrail işgalini sadece güvenlik kaygılarıyla açıklamanın yeterli olmadığını belirtmek gerekiyor. İsrail sürekli Golan Tepeleri’ndeki işgalin nedenini meşru müdafaa ve kendi güvenliğini sağlama olarak göstermek istemesi bir yana bölgenin su kaynakları açısından stratejik önemi ve dinsel nedenler İsrail karar alıcılarının ve halkının bilinçaltında sürekli varlığını korumaktadır. Özellikle Golan’ın İsrail’in su ihtiyacını karşılama yönünden stratejik önemi bölgeyi vazgeçilmez kılmaktadır. Dinsel olarak da Yahudi kutsal kitabında Golan’a yapılan atıflar pek çok dinci Yahudi’nin gözünde Golan’ı kutsallaştırmakta ve Büyük İsrail’in vazgeçilmez bir parçası olarak görmelerine neden olmaktadır. Bu durum çoğu zaman da İsrail iç politikasında Golan konusunda uzlaşılmaz tartışmaların yolunu açmaktadır.
1992’de Madrid’te başlayan Orta Doğu Barış Süreci çerçevesinde Golan Sorunu’nu ele almak için barış masasına oturan Suriye ve İsrail, 2000 yılında görüşmelerin kesilmesinden sonra tekrar barış masasına oturmayı başaramadı. Bu dönemde Beşşar Esad İsrail yönetimine yolladığı barış masasına oturalım tekliflerine ve barış için arabuluculuk girişimlerine İsrail tarafından olumlu cevap alınamamıştır. Gayri resmi yollardan Türkiye ve bazı Avrupa ülkelerinin arabuluculuk girişimleri olduysa da somut sonuçlar elde edilememiştir. Örneğin Haaretz gazetesi, bu yılın ilk ayında Suriye ile İsrail arasında Eylül 2004'ten Temmuz 2006'ya kadar süren gizli barış görüşmeleri olduğunu yazarken İsrail ve Suriye temsilcilerince müzakere edilmiş bir barış anlaşması taslağından bahsetmekteydi. Gazeteye göre bu taslak öncelikle İsrail'in Golan'dan 4 Haziran 1967 sınırlarına çekilmesini öngörüyordu. Bununla birlikte tamamen çekilme konusunda Suriyeliler 5 yıl, İsrailliler 15 yıldan öngördükleri için belirsizlik vardı. Tampon bölgedeki Galile Denizi'nin ortak kullanıma açık park yapılması ve parkın Golan'ın büyük kısmını içine alması planlanıyordu. İsrailliler parka serbestçe girebilecekti. Ürdün Irmağı ve Galile Denizi'nin sularının kontrolü İsrail'e kalıyordu. Sınırın askerden arındırılması da dörtte bir oranında İsrail'in lehine yapılacaktı.(3) Fakat bu haber Suriye ve İsrail yönetimince hemen yalanlandı. Aslında daha önce belirttiğimiz gibi İsrail basınında Suriye ile barış ve savaş konusundaki haberler birbirini kovalamaktadır. Şubat 2007’de İsrail ordusu Golan Tepeleri'nde son beş yılın en büyük askeri tatbikatını gerçekleştirirken aynı gazete, İran ve Rusya’nın yardımıyla güçlenen Suriye Silahlı Kuvvetleri’nin sınıra askeri yığınak yaptığını belirtiyordu. Gazete sınırdaki hareketliliği Ekim 1973'teki Yom Kippur Savaşı sırasındaki hareketliliğe benzetiyordu.(4) Haziran’da ise İsrail'de yayımlanan Yedioth Ahronot gazetesi, Olmert'in kapsamlı bir barış anlaşması karşılığında Golan tepelerinden tamamen çekilmeyi önerdiğini ve Suriye'den de İran, Hizbullah ve Hamas ile ilişkilerini kesmesini istediği iddia ediliyordu.(5) Son olarak 15 Ağustos’ta ise Beyaz Saray eski danışmanı Anthony H. Cordesman’ın hazırladığı “Syria and Israel: The Changing Military Balance and the Prospects of War” (6) adlı raporda Suriye İsrail askeri güç dengelerindeki değişim ve Golan Tepeleri’ndeki askeri durum ayrıntılı olarak analiz edilerek bir savaş olasılığına dikkat çekilmek isteniyordu.
Suriye’nin Askeri Kapasitesi
Suriye Silahlı Kuvvetleri, hali hazırda 220 bin kişilik bir askeri personel gücüne sahip bölgenin en önemli askeri güçlerinden biridir. Fakat eski Sovyet silah teknolojisi üzerine inşa edilmiş ve donanım olarak zamanın şartlarının gerisinde kalan Suriye Silahlı Kuvvetleri önemli bir revizyona ihtiyaç duymaktadır. Suriye’de silahlı kuvvetler üç ana ordu şeklinde örgütlenmiştir. Merkez karargâhı Şam’da olan 1. Ordu, Şam ve Golan Tepeleri ve Ürdün sınırı arasındaki bölgede görev yapmaktadır. Elinde 350 civarında T–62/72 tankları bulunan Cumhuriyet Muhafızları Mekanize Tümeni ve Golan Tepeleri ve Lübnan sınırında üstlenmiş 14.Özel Kuvvetler Tümeni Suriye ordusunun iki önemli elit birliğidir ve doğrudan 1 Orduya bağlıdır. Merkez karargâhı Zebdani’de olan 2 Ordu, Şam’ın kuzeyinden Humus’a kadar olan bölgede faaliyet göstermektedir. 2005 Nisanı’ndaki çekilmeden önce Lübnan’daki Suriye birlikleri bu orduya bağlıydı. 1980’lerin sonunda kuzey Suriye’de kurulan 3. Ordu ise Türkiye ve Irak sınırını korumaktadır. Merkez karargâhı Halep’te olan bu ordunun diğer bir görevi de kimyasal ve biyolojik silah üretim tesislerini, füze üretim ve fırlatma imkânlarını korumaktır.(7)
Hafız Esad döneminde Suriye Silahlı Kuvvetleri’nin vurucu gücünü oluşturan zırhlı mekanize tümenleri eski Sovyet teknolojisine sahip zırhlı araçlardan oluşmaktadır. Suriye Silahlı Kuvvetleri’nin elinde 4600 civarında tank mevcuttur, fakat 1000’den fazla tank kullanılamaz durumda depolarda beklemektedir.(8) 4600 tankın 1600 kadarı T–72, 1000 kadarı T–62 ve geri kalan 2000’i T–54/55’lerdir. Tank filosunun en modern ve etkili tankları olarak görülen T-72’lerin bile Körfez Savaşı’ndaki performansına bakarak İsrail’le girilecek bir çatışmada Merkava ve M-60’ların karşısında nasıl rekabet edebileceği merak konusudur. Suriye Silahlı Kuvvetleri 4,500 civarı zırhlı personel taşıyıcısı, 500 motorlu, 1,500 kadar çekilen top, 2,000 kadar uçaksavara sahiptir. 6 bin Rus yapımı AT3, AT5, AT7, AT10 ve AT14 gibi modern ve etkili anti-tank füzeleri vardı. Bunlara Euro MILAN füzelerini ve insan tarafından taşınabilir özelliğe sahip karadan havaya 5 binden fazla SAM füzesini de ekleyebiliriz. Ayrı bir hava savunma komutasına bağlı 600 yaşlı Rus yapımı SA2, SA3, SA5 ve SA6 SAM sistemleri ve modern sayılabilecek az sayıda SA8 ve SA10 ile 4000 civarı uçaksavar vardır. Suriye havadan yere yapılacak taarruzlara karşı güçlü bir hava savunma sistemine sahip bir görüntü vermektedir. Özellikle yeni nesil Rus SAM füze sistemlerinin (Tor, BUK, TANGUSKA ve S-300 gibi) gerek menzil üstünlüğü gerekse hareket kabiliyeti olarak Batılı rakiplerine üstünlük sağladığı düşünülürse Suriye’nin bu füzelere sahip olması hava savunması açısından önemlidir. Yine Şam’ın İran’la yaptığı askeri anlaşma çerçevesinde yeni radar sistemleri, füzeler, komuta ve kontrol sistemleri İsrail’e karşı caydırıcılık sağlamada öncelikli hale gelmektedir.(9) Suriye’nin elindeki maddi olanaklarla eski Rus teknolojisine sahip tank filosunu ise yakın bir gelecekte tamamen değiştirme şansı yoktur. Suriye elindeki tankları ve diğer zırhlı araçları, Rusya ve Ukrayna, Bulgaristan gibi eski Sovyet mirasını devam ettiren ülkelerle askeri işbirliği çerçevesinde yürütmeye çalıştıkları modernizasyon projeleriyle günün koşullarına uygun hale getirme çabası içerisinde görülmektedir.
Suriye Hava Kuvvetleri, 40 bin personeli, 9 savaş ve bombardıman filosu ve 17 hava savunma filosu ile kâğıt üzerinde oldukça etkileyici görünmektedir. Hava kuvvetlerinin envanterinde 90 adet Su-22, 134 adet MiG-23, 20 adet Su-24, 198 adet MiG-21, 40 adet MiG-25 ve 60 adet MiG-29 savaş uçağı ve Rus yapımı 48 Mi-24/25 saldırı helikopterleri mevcuttur.(10) Bu hava araçları Fransız ve Rus yapımı günün şartlarına uygun havadan yere ve havadan havaya füzelerle donatılmış durumdadır. Bununla birlikte mevcut uçakların neredeyse yarısının çalışmaz durumda olması ve Suriyeli savaş pilotlarının yetersiz eğitim ve düşük yıllık uçuş saatleri, İsrail Hava Kuvvetleri karşısında girişilecek bir savaşta Suriye’nin başarı şansını oldukça düşürmektedir.(11)
Silahlı Kuvvetlerini güçlendirme ve modernleştirme adına sınırlı ekonomik güce sahip olan Suriye yönetimi, Soğuk Savaşın bitişinden beri yüksek caydırıcılık imkânlarına sahip silah sistemlerin sağlanmasına yönelmektedir. Bu silah sistemlerinin başında füze teknolojisi ve kitle imha silahları gelmektedir. Suriye Silahlı Kuvvetleri’nin füze gücünün önemli bir kısmını uzun menzilli Scud’lar oluşturmaktadır. Scud’lar Halep’in güney doğusundaki Al-Safir Füze Üssü’ndeki yeraltı tünellerinde ve silolarda saklanıyor. Scud’ların savaş etkinliğini artıran en önemli özelliği mobil füze rampalarla taşınabilir olmalarıdır. İran ve Kuzey Kore’nin Suriye’ye Scud-C ve Çin yapımı M-9 füzelerinin üretimi konusunda destek verdiği iddialar da vardır. Bazı gözlemcilere göre Suriye 60–70 kadar mobil füze rampasına ve bin civarı Rus ve İran malı geliştirilmiş Scud’a sahiptir.(12)Diğer bir iddia ise Suriye’nin Scud-B ve Scud-C’lerin yanı sıra Kuzey Kore ve İran tarafından geliştirilen ve 500kg’lık başlığı 700km öteye taşıyabilen uzun menzilli Scud-D füzelerine sahip olduğudur. Hatırlanacağı gibi 2005 Mayıs ayında bu iddiaları kanıtlar nitelikte bir olay Türk kamuoyunu meşgul etmişti. Suriye’nin denediği üç Scud füzesinden biri, Türkiye topraklarına düştü. İsrail askeri yetkililere göre denenen füzelerden biri 200 kilometre menzile sahip Scud-B, diğer ikisinin de 700 kilometre menzile sahip Scud-D füzeleriydi.(13) Suriye Silahlı Kuvvetleri’nin envanterinde Scud’lara ek olarak Rus yapımı SS-21 ve FROG-7 füzeleri bulunmaktadır. Suriye Scud’ların bir yeni versiyonu sayılan SS-26 İskender-E füzelerini Rusya’dan tedarik etme çabasındadır. Bazı istihbarat kaynaklarına göre Suriye’de en uzun menzilli füzelerden 150–200 kadarı kimyasal ve biyolojik savaş başlıkları ile donatılmış durumda bekletilmektedir. Diğer bir iddia ise Suriye’nin kimyasal silah üretmede uzun bir tecrübeye ve Hama’da kimyasal silah üretilecek tesislere sahip olduğudur. Bu arada bölgeye yönelik Batılı istihbarat raporlarının Irak deneyiminden sonra ne kadar inandırıcı kabul edileceğini belirtmeden geçmeyelim.
Suriye-Rusya Askeri İşbirliği
Son zamanlarda Suriye’nin askeri gücünün İsrail’i bu kadar dile getirilmesinin temel nedeni, Suriye’nin Rusya ve İran’la askeri ilişkilerini hızlı bir şekilde geliştirme çabasının somut silah transferlerine dönüşmesi kaygısıdır. ABD yönetiminin tek taraflı ve baskıcı politikaları karşısında Beşşar Esad Suriyesi kendisi için iki önemli bölgesel ittifak olarak gördüğü İran ve Rusya ile ilişkilerine büyük önem vermektedir. İki ülke Suriye’nin bölgesel yalnızlığını yenmesine yardımcı olabileceği gibi çok taraflı ilişkilerin geliştirilmesi yoluyla Suriye’nin acil siyasi, ekonomik ve askeri ihtiyaçlarına cevap verecektir. Özellikle toprakları 40 yıldır işgal altında olan ve İsrail karşısında askeri güç dengeleri sürekli aleyhine gelişen bir devlet olarak Suriye silahlı kuvvetlerini modernleştirme adına önemli bir fırsatla karşı karşıyadır.
Suriye ile Rusya arasındaki ilişkilerin tarihi ve askeri bağımlılık Soğuk Savaş dönemine uzanan bir tarihsel derinliğe sahiptir. Fakat Rusya’nın kendini toparlama ve Putin lideriğinde küresel etkinliğini artırma çabası ilişkilere yeni bir boyut kazandırdı. Putin Rusya’sı ABD’nin bir türlü denetimi sağlayamadığı ve bir kriz içerisinde yönettiği Orta Doğu’da etkili olmanın ilk yolu olarak bölgede güçlü siyasi ve ekonomik ilişkiler kurup bölgeye karşı duyarlı olduğunu göstermek istemektedir. Bu duyarlılığın ve dünyanın önemli silah üreticilerinden biri olarak bölgede kendine pazar yaratma çabasının bir sonucu olarak son yıllarda Rusya’nın bölgeye yönelik politikasının Suriye’nin acil ihtiyaçlarıyla çakıştığı gözlemlenmektedir. 2005 yılında Beşşar Esad ile Rusya Ekonomi Bakanı Alexei Kudrin arasındaki görüşmede Rusya Suriye’nin kendisine olan 13.4 milyar dolar borcunun %73’ünü silmeyi kabul etmesi bu politik çakışmanın bir sonucudur.(14) Nisan 2005’te Rusya, İsrail Başbakanı Ariel Şaron bütün uyarılara rağmen, Suriye’ye 100 milyon dolarlık Strelets SA-18 alçak irtifa yüzeyden-havaya füzelerinin satışını onaylıyordu.(15) SA-18’ler esasen Strela uçaksavar füzelerinin geliştirilmiş modeli olup yaklaşık 2 kilogramlık patlayıcı başlığa sahip bu füzelerin azami menzilleri 5,2 kilometre, azami irtifaları ise 3,5 kilometredir. Başbakan Şaron’un İsrail için tehlike gördüğü SA-18’ler alçaktan uçan uçak, helikopter ve hatta pilotsuz uçakları saf dışı etmede gerçekten etkili füzelerdir. Putin, hem İsrail ve hem de Amerika’nın rica ve baskılarına rağmen Suriye’ye SA–18 füzelerini satma kararını aldı ve böylece genel stratejik anlamda olmasa bile en azından taktik anlamda İsrail-Suriye askerî dengesini bir ölçüde değiştirdi.(16) Putin bir röportajında da İsrail savaş uçaklarının, Suriye Başkanlık Sarayı üzerinden uçuşunun bu füzeler nedeniyle bundan böyle zor olacağını da belirtiyordu.(17) Aralık 2006’da Beşşar Esad’ın Moskova ziyareti sırasında dünya kamuoyunda en çok konuşulan konular ise, Rusya’nın Orta Doğu’da daha etkin olma çabaları ve Rusya’nın Suriye’ye satmak istediği MiG-29SMT savaş uçakları ve Pantsir S1 kısa menzilli karadan havaya, aynı anda iki hedefi vurabilen balistik füzeleri idi. Görüşmeden silahların satışı konusunda net bir sonuç çıkmasa da birçok İsrailli yetkili Pantsir S1 füzeleri ve Tor-M1 anti-tank füzelerinin çoktan Rusya tarafından Suriye’ye ulaştırıldığına inanıyor.
Rusya’nın Suriye kıyılarına yeni bir askeri üs kurabileceğine dair iddialar ise Soğuk Savaş’taki gibi Orta Doğu’da ve Akdeniz’de askeri olarak da var olma isteğinin bir sonucu olarak görülmektedir. Böyle bir istek bölgedeki askeri güç dengelerinde önemli oynamalara yol açabileceği gibi Suriye ile Rusya arasındaki silah ticaretinde birçok pazarlığın kapısını açabilir. Örneğin Rusya’nın bölgedeki askeri dengeleri bozar kaygısıyla Suriye’ye satmakta istekli olmadığı SS-26 İskender-E (SS-36) füzelerini kurmak istediği askeri üs karşılığında verebilme imkanı da ortaya çıkabilir. Suriye’nin diğer bir isteği de uzun süredir istediği ve İsrail’e karşı hava savunma sisteminde önemli bir yer işgal edecek olan S–300 PMU ve S–400 Triumf hava savunma sistemleri olabilir. Tabi Suriye Rusya askeri yakınlaşmasının bir yanını da İran Suriye ilişkileri oluşturmaktadır. İran Cumhurbaşkanı Mahmud Ahmedinecad’ın Temmuz ayında gerçekleştirdiği son Şam ziyaretinde Suriye’ye silah alımı için maddi yardım teklif ettiği ve askeri işbirliğini yoğunlaştırmak istediği iddiaları İsrail basını tarafından dikkatle takip edildi. İsrail’in en önemli endişelerinden biri de Suriye’ye gelen silahların çeşitli yollarla Lübnan’daki Hizbullah Örgütüne kaydırılabilmesidir. Hizbullah’ın şu an da İsrail topraklarına doğrudan saldırabilecek bölgedeki tek askeri güç konumunda olması ve özellikle geçen yıl yaşanan Lübnan Savaşı’nda Katyuşalarla İsrail topraklarına yaptıkları saldırıların vuruş ve zarar gücünün yüksekliği bu endişenin boyutunu yükseltmektedir. Eğer Hizbullah Suriye aracılığıyla SA-18’ler gibi uçaksavar füzelerine, Pantsir S1 gibi kısa menzilli karadan havaya füzelere sahip olursa İsrail’e karşı Hizbullah’ın askeri güç yelpazesi genişleyeceği gibi Lübnan içerisinde de örgüt rakipsiz askeri güç konumunu pekiştirecektir. ABD’nin örgütü silahsızlaştırma projesi de bir hayalin ötesine geçemeyecektir. Görüldüğü gibi olaylar sadece Rusya aracılığıyla Suriye’nin askeri gücünü yenilemenin ötesinde Lübnan’daki siyasi durumu ve Hizbullah’ın silahsızlandırılması söylemini kapsayan geniş bir çerçeveyi kapsamaktadır.
Suriye Golan’a Saldıracak Mı?
Suriye’nin ulusal güvenliğini birinci dereceden ilgilendiren Golan gibi bir sorunu askeri güçle çözme ihtimali, gerek Suriye’nin askeri güç kapasitesinin yetersizliği gerekse Beşşar Esad yönetiminin dış politikada ılımlı yaklaşımlarından dolayı yakın bir gelecekte düşük gözükmektedir. Beşşar Esad’ın dış politikadaki önceliği diplomatik yollarla Golan sorununun çözümüdür. Bu çerçevede Suriye yönetimi uluslararası hukuka göre haklı oldukları bir davaya dünya kamuoyunun ilgisini ve Batılı devletlerin desteğini kazanma adına uzun ve zor bir diplomatik süreç içerisinde mücadele etmektedir. Diğer yandan 2005 yılında Lübnan’dan askerlerini çekmek zorunda kalan Beşşar Esad, Golan Tepeleri konusunda yapacağı diplomatik pazarlık sürecinde önemli bir kozu elinden kaybetmiştir.
Elbette ki Suriye yönetimi ve halkı için başkent Şam’ın 60 km uzağındaki stratejik bir bölgenin en büyük düşmanlarının elinde olması moral bozucu ve tedirgin uyandırıcı bir milli sorundur. Bir gün Golan Tepeleri’ni geri alma hayalini kurmayan bir Suriyeliye bile rastlamak çok zordur. Hatta 6 Eylül’de yaşanan İsrail Hava Kuvvetleri’nin Şam üzerinde yaptığı taciz uçuşları gibi olaylar birçok Suriyeliyi sinirlendirmekte ve tahrik etmektedir. İsrail’in nükleer silah sahip olduğu ve Suriye karşısındaki sahip olduğu askeri ve stratejik üstünlüğü de işini içine kattığımızda statüko Suriyeliler için bir çıkmaz haline gelmektedir. Bununla birlikte Suriye yönetiminin bölgede İsrail ile bir çatışmaya sürüklenmesi ancak İsrail’in Suriye topraklarına yapacağı bir saldırı veya üçüncü bir ülkenin –bu İran veya ABD olabilir- müdahil olmasıyla gerçekleşebilir. Özellikle Lübnan iç politikasındaki siyasi belirsizlik ve ABD’nin Hizbullah’ı silahsızlandırma çabaları, Lübnan’ı bölgeye yayılabilecek kontrolsüz savaşın merkezi haline getirip Suriye ve İsrail’i bu savaşın içinde bırakabilir.
Her şeye rağmen İsrail ve ABD yönetimlerinin Suriye’nin askeri gücünü dünya kamuoyu önünde olduğundan fazla abartıp Suriye karşı bir önleyici müdahalenin yolu açmak isteyeceğini de göz önünde bulundurmak gerekiyor. Normal şartlarda İsrail ve ABD’nin Suriye’de bir rejim değişikliğini akıllarına getirmemekle birlikte Suriye’nin siyasi, ekonomik ve askeri gelişimini belli sınırlar içerisinde tutmak için sürekli kriz yaratacakları düşünülebilir. Çünkü son yıllarda Hariri suikastı, Hizbullah, Iraklı direnişçilere destek gibi konular bahane edilerek Suriye’nin bölgedeki yaptırım gücü sınırlandırmak istenmektedir. Bu konulara (bahanelere) Suriye’nin silahlanması ve bölge güvenliğine etkileri de eklenebilir.
Son olarak Golan Tepeleri’ndeki sorunun çözümüne gelince, öncelikle sorun yakın bir dönemde çözülebilecek gibi gözükmüyor. Golan’da işgalci devlet konumundaki İsrail’in uzlaşmaz tutumu ve barış masasına oturmak için ileri sürdüğü dayatmalar barış yolunda umutları azaltan en önemli nedenlerdir. Öncelikle İsrail yönetiminin dinsel fanatizmden kurtulup statükoyu değiştirme adına bir istem ortaya koyması ve barış masasına oturduktan sonrada iki devlet temsilcileri arasında bir güven oluşturulması gerekmektedir. İsrail yönetiminin dikkat etmesi gereken noktalardan biri de bu sorunu çözmek istiyorsa Beşşar Esad gibi bir liderin ılımlı yaklaşım tarzından yararlanması gerektiğidir. İsrail yönetimi ve ordu genel olarak Golan’daki statükodan memnun gözükse de Suriye’nin saldırabileceği paranoyası yüksek güvenlik riskleri altında yaşayan İsrail kamuoyunun ve halkının bilinçaltına yerleşmektedir. Bu rahatsızlığın daha da büyümemesi ve iç politikada daha büyük kutuplaşmalara yol açmaması için acilen barış masasına oturulması gerekmektedir. Suriye tarafının ise, içinde bulunduğu uluslararası konjonktürden dolayı, Lübnan, Hizbullah ve İran konusunda kısa dönemde taviz vermesi mümkün görünmemektedir. Fakat Suriye ile İsrail arasında barış görüşmeleri başlatıldığı takdirde Suriye’nin İran’a olan bağımlılığı azaltılabilir ve global sisteme entegre edilebilir. Bu entegrasyon sürecinde en fazla iş düşen aktörler ABD, AB ve bölgesel güçler olacaktır. Özellikle 2005 yılında Lübnan’da 1559 nolu BM kararını baskı ile Suriye’ye kabul ettiren ABD ve Fransa yönetimlerinin uluslararası sistemdeki eşitlik ve adalet duygusunun sağlanması adına Golan sorunu konusunda gayret göstermesi gerekmektedir. Diplomasinin uzun ve engebeli bir yol olduğu unutulmadan Golan Sorunu’nun barış yoluyla çözülmesi bölgedeki radikalleşmenin önüne geçme açısından önemli bir köşe taşı olabilir.
Kaynakça
(1) Debkafile adlı internet sitesinin bu konuyla ilgil haberleri için bkz. “Iran Plots Syrian President’s Ouster”,Debkafile, 3 Ağustos 2007, http://www.debka.com/article.php?aid=1296; “Syrian and Iranian Generals in Intensive War Consultations”, Debkafile, 9 Temmuz 2007, http://www.debka.com/article.php?aid=1279; “Syrian Armed Forces Revamped”, Debkafile, 5 Haziran 2007, http://www.debka.com/article.php?aid=1249
(2) “Air Defense Units Confront Israeli Aircrafts over Syrian airspace forcing them to Leave”, SANA, 6 Eylül 2007, http://www.sana.org/eng/21/2007/09/06/137956.htm
(3) “Israeli, Syrian representatives reach secret understandings”, Haaretz, 16 Ocak 2007 http://www.haaretz.com/hasen/spages/813817.html
(4) “Peretz urges Israel to avoid verbal escalation with Syria”, Haaretz, 22 Şubat 2007, http://www.haaretz.com/hasen/spages/828914.html
(5) “Olmert: Willing to negotiate directly with Syria”, Yedioth Ahronot, 6 Haziran 2007, http://www.ynetnews.com/articles/0,7340,L-3409574,00.html
(6) Bkz. Anthony H. Cordesman, “Syria and Israel: The Changing Military Balance and the Prospects of War”, 15 Ağustos 2007, The Center for Strategic and International Studies (CSIS), http://www.csis.org/media/csis/press/pr_2007_0820.pdf
(7) Cordesman, a.g.m., s.151
(8) Richard M Bennett, “Syria's military flatters to deceive”, 28 Temmuz 2006, Asia Times, http://www.atimes.com/atimes/Middle_East/HG28Ak02.htm
(9) Bennett, a.g.m.
(10) “Syrian Arab Air Force”, Global Security, http://www.globalsecurity.org/military/world/syria/airforce.htm
(11) Bennett, a.g.m.
(12) a.e
(13) “Suriye'nin Denediği Füze Türkiye'ye Düştü”, VOA, 3 Haziran 2005, http://www.voanews.com/turkish/archive/2005-06/2005-06-03-voa8.cfm
(14) Cordesman, a.g.m., s.143
(15) “Rusya: Şam'a füze satacağız”, BBC Turkish, 16 Şubat 2005, http://www.bbc.co.uk/turkish/news/story/2005/02/050216_moscow_missile.shtml
(16) Fikret Ertan, “Putin İsrail’de”, 28 Nisan 2005, Zaman
(17) “İsrail Suriye'nin alacağı füzelerden endişeli”, BBC Turkish, 21 Nisan 2005, http://www.bbc.co.uk/turkish/news/story/2005/04/050421_israel_missiles.shtm
Subscribe to:
Posts (Atom)