"And I have found both freedom and safety in my madness, the freedom of loneliness and the safety from being understood, for those who understand us enslave something in us. But let me not be too proud of my safety. Even a Thief in a jail is safe from another thief. "

Khalil Gibran (How I Became a Madman)

Lübnan Marunîleri / Yasin Atlıoğlu

NEWS AND ARTICLES / HABERLER VE MAKALELER

Wednesday, October 31, 2007

Lübnan’da Cumhurbaşkanlığı Seçimi ve Siyasi Hesaplaşmalar


Yasin Atlıoğlu*

Refik Hariri’nin 14 Şubat 2005’te Beyrut’ta bombalı bir suikast sonucu öldürülmesinin ardından Lübnan, iç ve dış siyasetinde önemli siyasi ve askeri krizlerin yaşandığı uzun vadeli bir dönüşüm süreci içerisine girmiştir. Bu süreç içerisinde Lübnan, Batı’nın “Sedir Demokratik Devrimi” olarak adlandırdığı Suriye karşıtı halk gösterilerine, ülkedeki Suriye işgalinin sona erişine, Mayıs 2005 parlamento seçimleri sonucu gerçekleşen iktidar değişikliğine, birçok hükümet içi krize, İsrail’in Lübnan’a saldırısı sonucu ortaya çıkan insanlık faciasına ve 7 siyasi suikasta sahne oldu.

Yaşanan krizlerde Lübnan merkezi hükümetinin insiyatif kullanma konusunda yetersiz kalması ve krizlerin ülke dışındaki güç odaklarının yönlendirmesine açık olması, ülkedeki siyasi iktidarın güçsüzlüğünü, siyasi istikrarsızlığı ve güvenlik zafiyetlerini açıkça ortaya koymaktadır. Bu olumsuz şartlar altında Cumhurbaşkanı Emil Lahud’un 24 Kasım’da görev süresinin bitmesiyle Lübnan ülke içindeki siyasi güç odakları arasındaki kamplaşmanın hat safhaya vardığı bir cumhurbaşkanlığı seçimine sürüklenmiştir. Bu seçim, Lübnan için zararları uzun süreli olabilecek büyük çaplı yeni bir siyasi depreme yol açabilme potansiyelini taşımaktadır. Muhakkak ki bu siyasi deprem Lübnan’ın siyasal ve toplumsal yapılarını olduğu gibi Orta Doğu’nun da yakın geleceğini tehdit etmektedir.

Lübnan’da Siyasi Kamplaşma ve Cumhurbaşkanlığı Krizi

Lübnan merkezi yönetiminin yaklaşık bir yıldır süren hükümet içindeki siyasi krizlerden dolayı etkin işletilemediği ve ülke içinde insitatif kullanmakta zorlandığı görülmektedir. Ortaya çıkan tablo Lübnan siyasetinin iki ana kampa bölündüğünü açıkça göstermektedir. Bu bölünme Mayıs 2005 parlamento seçimlerinin ardından belirginleşmiş ve son bir yıldır da hızlı bir siyasi çatışma ortamına çekilmiştir. Siyasi kamplaşmanın hükümet tarafını adını Hariri’nin öldürülmesinin ardından ortaya çıkan Suriye karşıtı protestoların en üst safhaya çıktığı 14 Mart gününden alan Suriye karşıtı ittifak oluşturmaktadır. 14 Mart İttifakı’nın liderliğini Saad Hariri ile birlikte Dürzî lider Velid Canbulat ve Başbakan Fuat Sinyora gibi siyasal eylem açısından etkin liderler yapmaktadır. 14 Mart İttifakı, 127 kişiden oluşan Lübnan Parlamentosu'nda 68 milletvekiliyle çoğunluğu elinde tutmaktadır. Siyasi kamplaşmanın muhalefet tarafını oluşturan Ulusal Özgürlük Hareketi'nin liderliğini ise Hizbullah ve Mişel Aoun yapmaktadır. Şii Emel Örgütü, Dürzî Arslan Ailesi, Ermeni Taşnak Partisi ve Lübnan İslami Amel Partisi’nin Sünni lideri Fethi Yeken de muhalefeti desteklemektedir. Muhalefet parlamentoda 58 milletvekili ile temsil edilmektedir.

Lübnan’daki cumhurbaşkanlığı seçimde hükümet ile muhalefet arasında ortak bir aday üzerinde uzlaşma sağlanamadığından dolayı seçim iki kez ertelendi. 23 Eylül'deki ilk tur Hizbullah’ın başını çektiği muhalefetin parlamentoyu boykot etmesiyle 23 Ekim'e, 23 Ekim'de yapılması planlanan ikinci tur da 12 Kasım’a ertelendi. Lübnan Anayasası’na göre cumhurbaşkanı Marunî Hıristiyanların arasından seçilmek zorundadır. Muhalefet, Michel Aoun’u cumhurbaşkanlığı için aday gösterirken 14 Mart İttifakı adayları Emil Lahud’un kuzeni Nassib Lahud, Boutros Harb ve Robert Ganim’dir. Aslında cumhurbaşkanlığı seçiminin görünürdeki açmazı hukukidir. Lübnan Anayasası’nın 49. maddesi cumhurbaşkanın parlamentonun üçte ikisinin oyuyla seçilebileceğini öngörmektedir. 14 Mart İttifakı 49. maddenin yalnızca ilk tur için geçerli olabileceğini, sonraki turlarda yüzde 51 oy oranının cumhurbaşkanının seçimi için yeterli olduğunu ileri sürmektedir. Muhalefet ise 49. maddenin tüm turlarda uygulanması gerektiğini söyleyerek cumhurbaşkanın bir uzlaşıyla seçilmesini istemektedir. Bu durum seçim sürecini kilitlemekte ve gerilimi tırmandırmaktadır.

Hükümet ile muhalefet arasındaki uzlaşma görüşmeleri sürerken Hizbullah Yürütme Kurulu Başkanı Haşim Safiyeddin, Hıristiyan grupların ortak belirleyeceği bir adayı kendilerinin de destekleyeceğini belirtmiştir. Hizbullah’ın parlamentodaki sözcüsü Muhammed Ra'd ise Hizbullah için cumhurbaşkanın kim olduğu değil direnişi destekleyecek yani ABD ve İsrail karşıtı biri olmasının önemli olduğunun altını çizmeyi ihmal etmemektedir. Lübnan siyasetinde devam eden ve ülkenin geleceğini büyük riskler altına sokan kriz konusunda Hıristiyan grupların bir uzlaşma sağlaması sistemin işlemesi adına oldukça önemlidir. Lübnanlı Hıristiyan gruplar da ülkedeki diğeri siyasal aktörler gibi ulus-altı birlikteliklerden oluşmakla birlikte dinsel ve ailesel çıkarlar üzerinden yola çıkarak siyasi alandaki hareket tarzlarını belirlemektedir. Buna rağmen özellikle ülkedeki Hıristiyanlar arasında uzlaşma sağlayabilecek bir isim Marunî Kilisesi’nin Kardinali Nasrullah Butros Sefir'dir. Lübnan Hıristiyan cemaati ve Batılı ülkeler nezdinde sahip olduğu itibar, Sefir’e ülkedeki siyasi kamplaşma arasında bir denge unsuru olma fırsatı sağlamaktadır. Öyle ki Sefir, Ekim ayı başında hükümet ve muhalefeti cumhurbaşkanlığı seçimi için bir uzlaşma komitesi kurulması konusunda ikna etmeyi başardı. Sefir, dini lider vasfıyla Marunî cumhurbaşkanının seçimini ülkedeki Hıristiyan olmayan diğer grupların insiyatifine bırakmak istemese de Sefir’in Suriye’ye karşıtı duyguları Michel Aoun ile sağlanabilecek bir uzlaşmaya aracı olmasını zorlaştıran bir etken olarak ön plana çıkmaktadır.

Uluslararası Güçlerin Müdahalesi ve Suikastlar

Lübnan’daki cumhurbaşkanlığı seçim sürecinde her iki taraf da çoğu zaman kamuoyu önünde birbirlerini düşmanca bir bakış açısıyla sert bir biçimde eleştirmektedir. Özellikle 14 Mart İttifakı’nın, Dürzi lider Velid Canbulat aracılığıyla muhalefete ve Suriye’ye yönelik yaptığı suçlamalara Hizbullah da aynı şekilde cevap vermiştir. Bunun yanında Hizbullah hükümet binası etrafında düzenlediği gösterilerle kamuoyu propagandasını yoğunlaştırmış ve hükümeti baskı altına almaya çalışmıştır. 14 Mart İttifak’ı üyeleri ise her fırsatta Suriye’yi Lübnan’ın içişlerine karışmakla suçlamaya devam ederken ittifakın lideri Saad Hariri yurtdışı gezileriyle ABD ve Arap ülkelerinden destek aldığını gösterme çabası içerisine girdi. Tabi ki Lübnan siyasetindeki mücadele sadece ülke içi aktörler arasında yapılmamakta uluslararası aktörler de olaya müdahil olmaya çalışmaktadır.

Lübnan’daki cumhurbaşkanlığı seçiminin uluslararası arenadaki yansımasında iki rakip tarafın oluşturduğu sert bir kamplaşmadan ve konjonktürün getirdiği fırsatlardan yararlanmak isteyen üçüncü tarafların mevcudiyetinden bahsedilebilir. ABD Lübnan’da hükümeti destekleyen en önemli uluslararası aktördür. ABD’nin bölgedeki stratejik ortağı İsrail’dir. ABD’nin karşısında Hizbullah’ın önderliğindeki muhalefeti destekleyen Suriye-İran ittifakı vardır. Tabi bu ittifaklar burada ifade ettiğimiz kadar net bir şeklide kendini tanımlamaktan kaçınmakta ve uluslararası diplomasiyi ve hukuk, demokrasi, güvenlik gibi uluslararası alanda herkes tarafından kabul edilmiş değerleri kullanarak politika yürütmektedir. Uluslararası sistemin dinamik yapısı ise bölgedeki ittifakları kısa süreli çıkar ittifaklarına dönüştürebilmektedir.

Bölgedeki karmaşık uluslararası ilişkiler ağı içinde Lübnan muhalefeti, hükümeti zaman zaman İsrail ile işbirliği yapmakla suçlayarak 14 Mart İttifakı’na ülke içinde siyasi güç kaybettirmeye çalışmaktadır. Bu suçlamaları son olarak Kahire ziyaretinde cevaplayan Saad Hariri, İsrail’le girilebilecek bir ilişkiye ihtiyaçlarının olmadığını belirtmiştir. Saad Hariri ve ittifakının İsrail ile ilişkisinin boyutu tam olarak bilinmese bile ABD ve Suudi Arabistan yönetimlerinden tam destek gördükleri ortadadır. Özellikle Saad Hariri, Amerikalı Yeni Muhafazakâr politikacılar ve Suudi Arabistan’ın eski Washington büyükelçisi Prens Bandar bin Sultan’ın arasındaki karmaşık ilişki birçok soru işaretini beraberinde getirmektedir. Bu sene başında iki ülke arasında diplomatik ilişki olmamasına rağmen Prens Bandar’ın İsrail Başbakanı Ehud Olmert’le Ürdün’de görüştüğü iddiası bölgedeki güç dengelerindeki değişim açısından ilgi çekici bir argümandır. Bu görüşmeye paralel olarak Prens Bandar’ın Orta Doğu’daki Sünni- Şii çatışmasını tahrik ederek İran’a yapılacak bir askeri harekâtını yolunu açmak istediği iddiaları Seymour Hersh, Nibras Kazimi gibi uzmanların ağzından birçok kez dile getirildi. Lübnan’ın da bu stratejinin bir parçası olarak Suudi Arabistan tarafından kullanılmak istendiği söylenebilir. Zaten Eylül’deki Antoine Ganim suikastının ardından El-Arabiya televizyonuna yaptığı açıklamada Suudi Arabistan Dışişleri Bakanı Suud el-Faysal ülkesinin 14 Mart İttifakı’na verdiği desteği açıkça ortaya koydu. Görülüyor ki Suudi Arabistan da en az ABD kadar Lübnan iç siyasetine müdahildir.

Lübnan’daki seçim süreci sürerken ABD yönetiminin Lübnan’da bir askeri üs kurma teklifiyle mevcut hükümete başvurduğu kamuoyuna yansıdı. Bazı çevreler bu teklifi İran’a yapılacak olası bir müdahalenin hazırlıkları çerçevesinde değerlendirdi. Yeni askeri üs, hem Lübnan içinde ABD’yi Hizbullah’a rakip bir askeri güç olarak ortaya çıkaracak hem de Rusya’nın Suriye’nin Lazkiye kentine kurmayı düşündüğü askeri üsse karşı bir denge unsuru olacaktır. Aynı zaman da Türkiye ile gerginleşen ilişkiler düşünüldüğünde bu üs İncirlik üssünün bir alternatifi olarak düşünülebilir. Bu nedenlerden dolayı Lübnan’da askeri bir üs, ABD’ye askeri açıdan birçok stratejik avantaj ve bölgedeki kriz alanlarına müdahale derinliği sağlayacaktır. Buna mukabil Hizbullah örgütü ABD’nin böyle bir teklifinin Lübnan hükümeti tarafından kabul edilmesinin bir işgal olarak değerlendirileceğini ve bunun sorumlusunu hükümet olacağını sert bir diller ifade etmiştir.

ABD ile Suriye-İran ittifakı arasındaki mücadeleyi üçüncü bir taraf olarak izleyen Batılı uluslararası aktör Fransa’dır. Sarkozy, iktidara geçmesinin ardından Fransa’nın Lübnan üzerindeki tarihsel misyonunu da kullanarak yeni siyasi ve ekonomik çıkar alanları yaratma ve Orta Doğu siyaseti üzerine yönlendirici olma çabası içerisine girmiştir. Sarkozy iktidarına göre bunun ilk yolu, Fransa’nın ABD ve İsrail ile olan ilişkilerini yakınlaştırması olacaktır. Fakat bu yakınlaşma stratejisi Fransa'nın geleneksel politikasının dışına çıkılmadan yapılacak ihtiyatlı bir yakınlaşmadır. Fransa Dışişleri Bakanı Bernard Kouchner'in görevi devraldıktan sonra Avrupa dışındaki ilk resmi ziyaretini Mayıs ayında Beyrut’a gerçekleştirmesi Lübnan’a verilen önemin bir göstergesi olmuştur. Fransa Lübnan’daki son cumhurbaşkanlığı krizinde de siyasi gerginliği yumuşatıcı mesajlar vererek hem ABD politikalarına tam destek vermediğini hem de ABD’yi karşısına almak istemediğini gösterdi. Kouchner'in BM Genel Kurulu'nda görüşmeyi reddettiği Suriye Dışişleri Bakanı Velid Muallim ile İstanbul'daki “Irak'a Komşu Ülkeler Konferansı”nda konuşacağı konulardan birinin de Lübnan olacağı kesin gibi görünmektedir. Fransa şu an ki hareket tarzıyla Lübnan krizine konjonktürün getirdiği fırsatlardan yararlanmak isteyerek yaklaşan üçüncü taraf tanımımıza tam olarak uymaktadır.

Lübnan’daki kriz sürerken olabilecek diğer bir tehlike de siyasi suikastların devam etmesidir. Seçim süreci başlamadan önce Beyrut’un el-Fil semtindeki bombalı bir saldırıda Falanj Partisi milletvekili Antoine Ganim öldürülmüştür. Suikasttan birkaç gün sonra bu kez Hizbullah yetkililerinden Ahmed Mehenna yönelik bir bombalı saldırı gerçekleşmiş, Mehenna saldırıdan yara almadan kurtulmuştur. Bununla birlikte son dönemde Lübnan’da suikastlarla ilgili açıklamaların da birbiri ardına yapıldığı gözden kaçmamaktadır. Saad Hariri, son Kahire ziyaretinde kendisine ve Başbakan Fuat Sinyora’ya yönelik suikast planlarının yapıldığını ifade etmektedir. Saad Hariri suikast planlarının ardındaki isim olarak da Suriye Askeri İstihbarat Servisi Başkanı Asef Şevket’i doğrudan suçlamaktadır. Suriye yönetimi bu suçlamayı derhal yalanlamıştır. Muhtemelen doğuracağı siyasi etkiler göz önüne alınarak suikasta hedef olabilecek diğer isimler arasında Dürzi lider Velid Canbulat, Lübnan İletişim Bakanı Mervan Hamade gibi Suriye karşıtlığı üzerinden politika yapan siyasetçiler yer alabilir. Suikastlar hakkında farklı bir iddia da bombalı bir suikast sonucu 21 Haziran 2005’te öldürülen Lübnan Komünist Partisi eski lideri George Havi’nin oğlu Rafi Madayan’dan geldi. Beyrut’ta düzenlediği basın toplantısında Madayan, Refik Hariri suikastının ardında Suudi Arabistan ile İsrail bağlantılarının bulunabileceğini iddia etti ve Suudi Arabistan yönetimini siyasi cinayetlerle ilgili tahkikat sürecini engellemekle suçladı. Eylül ayının son günlerinde İsrail ajanı olduğu iddia edilen Daniel Sharon’un Lübnan güvenlik güçleri tarafından yakalanması ise Lübnan’daki suikastlarda İsrail’in payı olabileceği yönünde kuşkuları arttırdı. Lübnan Ordusu İstihbarat Servisi eski Başkanı Abduh el-Maruf yeni siyasi cinayetlerin işleneceğini iddia etmesi ise ülkedeki güvenlik zafiyetlerinin profesyonel bir ağızdan ifadesi olarak tarihe kaydedildi.

Bu iddialarla birlikte yeni suikastların yakın dönem Lübnan siyasetinde önemli sonuçlar doğuracağı açıktır. Özellikle 14 Mart İttifakı’na üye milletvekillerine düzenlenebilecek suikastlar parlamentodaki güç dengelerini değiştirecek ve hükümetin çoğunluğu kaybetmesine hizmet edecektir. Suikastların dış yansıması da her suikastta olduğu gibi Suriye yönelik suçlamaların ve baskının artmasına yol açacaktır. Unutulmamalıdır ki Lübnan’daki siyasi suikastlar zinciri, bazen iç siyasette rakipleri etkisiz hale getirmenin bir yolu olarak kullanılırken, bazen de dış güçlerin ülkeye siyasi ve askeri müdahalelerini kolaylaştıran bir etken haline gelebilmektedir. Suikastlar konusunda son olarak hükümet ile muhalefet arasındaki bir uzlaşma veya dış güçlerin baskısıyla seçilecek bir cumhurbaşkanına yönelik bir suikast yapılabilme olasılığının da olduğunu belirtmek gerekiyor. Lübnan’ın yakın tarihinde böyle bir olasılığın iki örneğini(Beşir Cemayel ve Rene Muavvad suikastları) görmek mümkündür.

Sonuç

Cumhurbaşkanlığı seçim sürecindeki kriz, ülke içinde ve dışındaki güç odaklarının kısa ve orta vadeli siyasal çıkarı ile desteklenen kötü yapılandırılmış bir siyasal sistemin sonucudur. Seçimin ardından Lübnan ya çok renkli siyasi ve toplumsal yapısıyla uzlaşma içerisinde kendi yolunu bulacak ya da tarihteki iki iç savaş deneyimine bir yenisini daha ekleyecek bir ortamın alt yapısını oluşturacaktır. Ne yazık ki ülkedeki mevcut siyasi konjonktür bizi olumsuz senaryolar üretmeye itmektedir. Eğer Emil Lahud’un görev süresinin bittiği 24 Kasım’a kadar uzlaşma sağlanamazsa Lübnan’daki siyasi ve toplumsal bölünmüşlük tehlikeli bir yol ayrımına girebilir ve siyasal yapıda onarılamayacak büyük yaralar açacak bir durumla karşı karşıya kalınabilir. Cumhurbaşkanı Lahud 24 Kasım’a kadar uzlaşma sağlanamazsa yeni hükümet kurma görevini Genelkurmay Başkanı Michel Süleyman’a vereceğini ve ülkeyi yeni bir parlamento seçimine götürecek süreci başlatacağını açıklamıştır. Böyle bir durum karşısında hükümet da varlığını koruma veya parlamento dışında kendi başına cumhurbaşkanı seçme denemesine kalkışırsa ülke siyaseti içinden çıkılamaz bir kaosa girebilir. Ülkedeki siyasi iki başlılık ise Hizbullah, Lübnan ordusu ve diğer milis güçlerinin hızlı bir şekilde silahlanmaya yönelmesi neden olacak ve bu durum da Lübnan’da yeni bir iç savaşın habercisi olacaktır.

Şu an ki konjonktürde silahsızlandırmak yoluyla veya şiddet yoluyla Hizbullah’ı bir siyasi ve askeri aktör olarak Lübnan siyasetinden silmeye çalışmak ABD ve İsrail’in öncelikli amacıdır. Diğer yandan Hizbullah’ın bir günde ortaya çıkan bir örgütlenme olmadığı ve Lübnan içinde sahip olduğu askeri, psikolojik ve toplumsal gücü ile bir iç savaş durumunda diğer gruplara karşı üstünlük sağlaması yüksek bir olasılık olarak görülebilir. Bir dış askeri müdahale olmadan Lübnan’ı kontrolsüz bir iç savaşın içerisine sürüklemek Hizbullah yok etmek yerine güçlenmesini ve Lübnan’ın parçalanmasını getirecektir. Bu sonuçta yakın tarihte olduğu gibi ya komşu devletlerin ya da büyük güçlerin Lübnan’a yapacağı askeri müdahaleyi doğuracaktır. Irak’taki Amerikan işgalinin sıkıntısı ve İsrail ordusunun 2006 yazında Hizbullah karşısında uğradığı hezimet iki ülke karar alıcılarının böyle bir riski göze alamayacağını düşündürmektedir. Aslında Lübnan’ın son 70 yıllık tarihine baktığımızda bugünkü olayları anlamamız kolaylaşacaktır. Lübnan’da her şey kısır bir döngü içerisinde ilerlemektedir. Oyuncular aynı oyunun oynandığı yer aynıdır, bir tek kazananlar değişmekte kaybedenlerse hep Lübnanlılar olmaktadır. Sonuç olarak Fransız sömürgeci yönetiminin oluşturduğu siyasi ve toplumsal dengeler üzerine kurulan siyasal sistem bir revizyona tabi tutulmadıkça ve günümüz gerçeklerine uydurulmadıkça Lübnan’ın huzura ve istikrara kavuşması imkânsızdır.

*Araştırmacı Yazar

E-mail:
yatlioglu@yahoo.com