"And I have found both freedom and safety in my madness, the freedom of loneliness and the safety from being understood, for those who understand us enslave something in us. But let me not be too proud of my safety. Even a Thief in a jail is safe from another thief. "
Khalil Gibran (How I Became a Madman)
Khalil Gibran (How I Became a Madman)
NEWS AND ARTICLES / HABERLER VE MAKALELER
Wednesday, December 28, 2005
Tuesday, December 27, 2005
Monday, December 26, 2005
Turkey denies cooperation with US against Iran and Syria
SOURCE: Arabic News
Turkish Foreign Minister Abdullah Gul on Saturday dismissed reports that the US had offered a deal to attack the PKK kurdish organization in return for allowing an attack on Iran.
German news agency (DPP) had claimed on Friday that CIA director Peter Goss requested support from Turkish PM Recep Tayyip Erdogan during his visit to Ankara last week for an aerial attack to Iran's nuclear plants, Cihan News Agency reported.
The report said Gul said that the top level visits from the US to Turkey were not related to third countries, including Iran and Syria. "Those claims are pure imagination," Foreign Minister Gul told the reporters on Saturday in the city of Bursa.
The DPP had claimed in the news that Goss, in return for Turkey's support, promised that Turkey would be allowed to hold raids against PKK camps in Iran, by letting Turkey know that the US offensive is to begin in a few hours on the same day.
Turkey has long strategic relations with USA, however, the relations between Turkey and neighboring Iran have also improved in remarkable ways in recent years following reciprocal trust boosting measures
Tuesday, December 20, 2005
Monday, December 19, 2005
İkinci Mehlis Raporu Ne Getirdi?
Yasin Atlıoğlu
Birleşmiş Milletler (BM) Hariri Suikastı Soruşturmasını yürüten Alman Savcı Detlev Mehlis, dünya kamuoyunun merakla beklediği raporu, 12 Aralık Pazartesi günü BM Genel Sekreteri Kofi Annan’a sundu ve bir gün sonra konseye rapor hakkında bir brifing verdi. Suriye’yi işbirliğinde yavaş davrandığı için eleştiren 25 sayfalık yeni raporda Viyana'da sorgulanan beş Suriyeli yetkili dahil olmak üzere 19 şüphelinin gözaltına alınması istendi. Savcı Mehlis konseye verdiği brifingte ise şu ana kadar toplanan kanıtların Suriye’ye yönelik ilk raporda yer alan suçlamaları desteklediğini söyledi ve soruşturmanın devamı için altı aylık ek süre istedi. Mehlis’in isteği, Fransa, İngiltere ve ABD’nin hazırladığı bir tasarının konseyde kabul edilmesiyle karşılandı ve Hariri Soruşturması 15 Haziran 2006 tarihine kadar uzatıldı. İkinci Mehlis raporu, konseye sunulan metnin içeriğindeki iddialardan çok, iki rapor arasındaki dönemde gerçekleşen gelişmelere bakılarak değerlendirilmelidir.
Savcı Mehlis’in Tanıkları ve İstihbarat Örgütlerinin Rolü
BM Güvenlik Konseyi’nin 1636 nolu kararının yayınlandığı 31 Ekim’den ikinci Mehlis raporunun konseye sunulduğu 12 Aralık tarihine kadar olan dönemde, Hariri suikastı soruşturması ve Suriye’nin üzerinde yoğunlaşan uluslararası baskı, dünya kamuoyunun en önemli gündem maddelerinde birini oluşturdu. Bu gergin dönemde, Suriye merkezli ve BM soruşturmasıyla yakından alaka kurulabilecek pek çok gelişme meydana geldi. Bu gelişmeler karmaşık, belirsiz ve birbirinden kopuk görünmekle birlikte, bir sistematik içinde incelendiğinde bir bütünlük arz etmekte ve anlam kazanmaktadır.
Hariri suikastı, kısa bir zaman dilimi çerçevesinde değerlendirilebilecek kadar basit bir siyasi suikast değildir, planlanması, uygulanması ve sonrasında doğurduğu sonuçlar itibarıyle uzun bir süreci kapsamaktadır. Bu süreç uluslararası konjonktür ve bölgedeki güç ilişkileri ile birlikte düşünüldüğünde, öncelikle Hariri suikastının çözülmesinin zor olduğu, giderek daha fazla siyasileştiği ve istihbarat örgütlerinin yoğun mücadelesine sahne olduğu belirlemesini yapmamız gerektirmektedir. İki Mehlis raporu arasındaki dönemde, El Kaide üyesi Loui Sakra’nın avukatının açıklamaları, savcı Mehlis’in tanıklarından Hüssam Tahir Hüssam’ın Suriye’ye sığınması ve Mehlis raporunun sunulduğu gün Lübnanlı gazeteci-milletvekili Cibran Tueyni’nin öldürülmesi gibi olaylar istihbarat örgütlerinin bu süreçteki etkin ve krizi yönlendirici rolünü ortaya koymaktadır.
10 Ağustos’ta Türkiye’de yakalanan Suriyeli terörist Louai Sakra’nın avukatı Osman Karahan’ın, 15 Kasım tarihinde iki CIA ajanının Kandıra Cezaevi’nde Sakra’yı sorguladığı iddiası, ilk günler kamuoyunda etki uyandırmasa da daha sonraki günlerde CIA uçakları konusuyla birlikte gündemde üst sıralara tırmanmıştır. Karahan’ın açıklamalarının asıl önemli kısmını Sakra ve Hariri suikastı arasında bağlantı kurma çabası oluşturmaktadır. İddiaya göre cezaevine gelen kişiler, Sakra’dan Hariri suikastı konusunda Suriye karşıtı tanıklık yapmasını istemişler ve buna karşılık olarak para ve özgürlük vaad etmişlerdir. Sakra’dan, Almanya’da Asef Şevket’le yaptığı görüşmeden hareketle, Hariri suikastı için Şevket’e Iraklı bir intihar komandosonun bulduğunu söylemesi istenmiştir. Karahan’ın Sakra ile Hariri suikasti arasında bağlantı kurma çabası ve ABD’ye karşı yapılan suçlama, tek başına düşünüldüğünde Sakra’nın kendini gündeme getirme çabası olarak yorumlanabilir. Fakat Sakra’nın geçmişine baktığımızda sıradan bir terörist olmadığı ve istihbarat kurumlarıyla yakın iletişim içinde olduğu görülmektedir. Yakalanmadan önce CIA, MİT ve El-Muhaberat tarafından takip edilen hatta sorgulandığı söylenen Sakra’nın, 11 Eylül olaylarından Londra bombalamalarına kadar uzanan birçok olayla ilgili olduğu düşünülmektedir. Peki Sakra’ya BM soruşturması çerçevesinde biçilen rol ne olabilir? Hariri suikastı soruşturmasında savcı Mehlis’in Suriye’ye yönelik suçlamalarını dayandırdığı iki önemli tanığı El-Muhaberat’ın eski görevlileri Muhammed Züheyr El Sıddık ve Hüssam Tahir Hüssam idi. Muhtemelen Suriye’yi suçlayan taraflar, istihbarat örgütlerine yakınlığı bilinen Sakra’yı, Hariri suikasti soruşturmasında diğer iki önemli tanığın yanına üçüncü bir tanık olarak yerleştirme çabasına girişmiş olabilirler. Sakra’nın sorgulanması olayı, özellikle Türk kamuoyunun büyük bir bölümü tarafından şüpheyle karşılansa da Hariri suikastının karmaşıklığı ve istihbarat örgütlerinin katkısını göstermesi açısından göz ardı edilmemelidir.
Savcı Mehlis’in iki önemli tanığını olan Muhammed Züheyr El Sıddık ve Hüssam Tahir Hüssam’ın güvenilirliği belki de soruşturmanın seyrini ve Suriye’ye yapılan suçlamaları doğrudan etkileyecek en önemli unsurlardan biridir. Fransız istihbaratı tarafından Paris’te yakalanan ve eskiden El-Muhaberat adına çalıştığını söyleyen El Sıddık, Alman dergisi Der Spiegel’in haberinde sahtekarlıkla suçlanmasının ötesinde savcı Mehlis’e verdiği çelişkili ifadelerle daha ilk rapor yayınlandığında kamuoyu karşısında inandırıcılığını alt düzeye indirmişti. Buna rağmen Kasım ayı içinde ABD’nin kamuoyu oluşturma ve etkileme gücünü kullanması Suriye karşıtı güçlerin faaliyetleriyle birleşince Suriye’deki rejimin yıkılması üzerine düşünceler ve görüşler Türk ve dünya kamuoyunda sıkça dile getirilmeye başlandı. Suriye yönetiminin, 24 Kasım’da BM soruşturma komisyonu ile işbirliğine gidip beş Suriyeli’nin Viyana’da sorgulanmasını kabul etmesi yaratılan bu ortama katkı yapmıştır. Viyana’ya giden Suriyelilerin adları resmi olarak açıklanmasa da bu kişilerin Suriye'nin Lübnan'daki eski istihbarat şefi Korgeneral Rüstem Gazali, Korgeneral Tafer Yusuf, Kongeneral Abdülkerim Abbas ve Gazali'nin yardımcısı Cemia Cemia ile bir sivil olduğu sanılıyor. Suriye’ye dönme garantisi verilen 5 Suriyeli’nin Viyana’ya gittiği günlerde soruşturmanın önemli tanığı Hüssam Tahir Hüssam konusunda beklenmedik bir gelişme gerçekleşti. Hariri suikastının görgü tanığı olarak Lübnan'da şahitlik yapan Hüssam Tahir Hüssam (Kürt kökenli Suriye vatandaşı) Suriye'ye kaçtı ve ifadesini değiştirerek avukatı Teysir İd ve Suriye Enformasyon Bakanı Mehdi Dahlallah ile birlikte bir basın açıklaması yaptı. Hüssam’ın iddiaları Hariri suikastının ne kadar karmaşık ve çözümlenemeyecek bir olay olduğunu gözler önüne sermiştir. Hüssam, Lübnan'da kendisinin ve nişanlısının tehdit edildiğini söylerken avukatı Teysir İd de Hüssam’a baskı ve işkence altında şahitlik yaptırıldığını ifade ediyordu. Hüssam’ın en önemli iddialarından biri de Saad Hariri'nin kendisine Suriyeli yetkililer (özellikle Mahir Esad ve Asef Şevket) aleyhinde konuşması karşılığında 1 milyon 300 bin dolar teklif ettiğini söylemesi oldu. Hariri ailesi bu iddiayı reddederken savcı Mehlis ise, Suriye’yi Hüssam’ı kullanarak Soğuk Savaş tarzı propaganda yapmakla suçluyordu.
Savcı Mehlis’in hazırladığı rapor, temel kaynak olarak Muhammed Züheyr El Sıddık ve Hüssam Tahir Hüssam olmak üzere bu iki kişiye dayanıyordu. El Sıddık’a yapılan suçlamalar ve Hüssam’ın yaptığı açıklamalar raporun içindeki Suriyeli yetkilere yönelik suçlamaları büyük ölçüde kanıtsız bırakmaktadır. Hüssam’ın açıklamalarını savcı Mehlis’in dediği gibi propaganda aracı olarak Suriye yönetiminin baskısıyla yaptığını düşündüğümüzde ilk akla gelen soru Hüssam’ın niye Suriye’ye kaçtığı olacaktır. Özellikle Kürt kökenli bir kişinin maddi olanakları ve rahat bir yaşamı bırakıp Suriye’nin zor şartlarına nedensiz geri dönmesi anlamsız bir hareket tarzı olacaktır. Sonuç olarak Suriye yönetimi, Hüssam’ın açıklamalarıyla soruşturmada oldukça sratejik bir hamle gerçekleştirmiştir. Bu stratejik hamle, Lübnan hükümetinin soruşturma süresinin altı ay daha uzatılması taleplerini ve savcı Mehlis’in soruşturmayı bırakacağına dair haberlerin çıkmasına neden olmuştur. Aynı günlerde Lübnan dağı eteklerinde bulunan bir ceset ve bu cesetin Hariri suikastını gerçekleştiren Suriyelilere cep telefonu satan Nawar Dora’ya ait olduğu iddiaları ise Lübnan’daki Suriye karşıtı çevrelerin karşı hamlesi olarak değerlendirilebilir.
Suriye’nin Hüssam faktörünü kullanarak gerçekleştirdiği kendini dünya kamuoyu önünde haklı gösterme çabası, ABD yönetiminin tek taraflı dış politika anlayışı ve istihbarat örgütlerinin bölgedeki faaliyetleriyle birlikte düşünülmelidir. ABD yönetiminin geçmişteki hareket tarzına bakılarak Suriye’ye baskı için yeni gerekçeler ve yöntemler bulunacağı tahmin ediliyordu. 12 Aralık’ta Beyrut'ta Suriye karşıtı görüşleriyle bilinen milletvekili ve gazeteci Cibran Tueyni’nin bombalı saldırı sonucu öldürülmesi bu tahminleri doğruladı. Bu saldırı Lübnan’ın “suikastlar ülkesi” olduğunu bir kez daha hatırlarken ABD yönetiminin ve Suriye karşıtlarının hedefi yine Suriye oluyordu. Hıristiyan Ortodoks olan Tueyni, Suriye’ye yönelik sert eleştirileriyle tanınan bir gazeteciydi. Haziran’da Saad Hariri’nin listesinde milletvekili oldu. Aldığı tehditlerden dolayı bir süredir Fransa’da yaşayan Tueyni Beyrut’a döndüğü gün öldürüldü. Tueyni’ye yönelik bombalı saldırıyı adı daha önce duyulmamış “Doğunun Özgürlüğü ve Birliği Savaşçıları” adlı bir örgüt üstlendi. Örgüt yaptığı açıklamada “Cibran Tueyni'nin kalemini kırdık, sesini sonsuza kadar susturduk ve Nahar'ı karanlık geceye gömdük. Bugün, zehrini ve yalanlarını yayan ve kendisine tekrar tekrar gönderdiğimiz uyarılara karşın durmayan bir ağzı daha kapamayı başardık” diyordu. Bu açıklama düz mantıkla değerlendirildiğinde “Suriye’ye karşı olma ve konuşma yoksa ölürsün” anlamına geliyordu. Fakat dünya kamuoyunda pek çok kişi, ABD yönetiminin Irak’ı işgal ederken kullandığı kanıtların gerçek dışı olduğunu ve köşeye sıkışmış bir Suriye’nin böyle bir saldırıyı yapmasının anlamsızlığını göz önünde bulundurarak Suriye’nin suçlu olmadığını düşünmektedir. Tueyni suikastı konusunda sorması gereken soru aslında çok basitti: “Köşeye sıkışmış bir Suriye, geleceğini ilgilendiren bir raporun açıklanacağı gün niye böyle bir suikast gerçekleştirsin?”
İki Rapor Arası Dönemde Suriye Muhalefeti
Kasım ayı içindeki diğer önemli bir gelişme ise, BM soruşturmasıyla doğrudan bağlantılı olmasa da Manama’da 11-12 Kasım tarihinde gerçekleşen ve Genişletilmiş Orta Doğu ve Kuzey Afrika Projesi’nin (yol haritasını çizecek olan “Gelecek için Forum” toplantısıdır. 13 ülkenin dışişleri bakanları düzeyinde katıldığı toplantıda Suriye’yi Dışişleri Bakanı Faruk El Şara temsil etti. Manama Toplantısı, ABD’nin demokratikleş(tir)me projesi olan Genişletilmiş Orta Doğu ve Kuzey Afrika Projesi’nin ayrıntılı konuşulduğu ilk toplantı olma özelliğini taşımaktadır. ABD’yi temsil eden ve ev sahibi konumundaki Dışişleri Bakanı Rice, Arap liderlerin dışarıdan dayatılacak reformlara karşı çıkması nedeniyle istediği sonuç bildirgesini yayınlatamamış ve hayal kırıklığına uğramıştır. Buna rağmen Rice, Suriye’yi eleştirmeye ve baskı politikası uygulamaya bu toplantıda da devam etmiştir. Suriye halkının özgürlük ve demokrasi çabalarını destekliyoruz diyen Rice yakın zamanda tutuklanan Suriye Liberal Demokratik Birlik Partisi Başkanı Kemal Labwani’nin ABD dönüşü hava alanında tutuklanmasına atıfta bulunarak Suriyeli muhaliflere yönelik keyfi tutuklamaların sona ermesini istemiştir. Bir süredir Amerika’da bulunan Kemal Labwani, Beşşar Esad sonrası Suriye hakkında üst düzey ABD’li yöneticilerle görüşmeler yapmıştır. Görüşmelerin ardından ülkesine dönen Labwani, Şam hava alanında Suriye güvenlik güçlerince tutuklanmıştır. Bu tutuklanma olayı, Suriye’de gerçekleşen sıradan bir insan hakları ihlali olarak değerlendirilebileceği gibi Suriye ulusal güvenliğinin tehdit altında olduğu bir dönemde Labwani’nin Amerika ziyareti şüpheyle karşılanabilir. Labwani’nin Suriye içindeki siyasi kişiliğine baktığımızda seküler-reformcu kimliğinin ve insan haklarının ihlalleriyle ilgili çalışmalarının ön plan çıktığı görülmektedir. Bununla birlikte Labwani’nin bölgedeki Kürt grupların bağımsızlık taleplerine sıcak bakan siyasi anlayışı dikkat çekici bir özelliğidir.
Suriye üzerindeki uluslararası baskının arttığı günlerde Suriyeli Kürt gruplar da Beşşar Esad iktidarını yıpratmaya yönelik eylemlere girişmiştir. Aralık ayı başında Fransa Parlamentosu’nda, “Ortadoğu’nun Demokratikleşmesi ve Suriye’de Kürt Sorunu” adlı uluslararası bir konferans gerçekleştirildi. Pek çok Kürt grubun katıldığı konferansta Suriye’nin kuzeyi “Güneybatı Kürdistan” diye tanımlanırken Suriyeli Kürtlerin Araplar tarafından baskı ve zulme uğradıkları iddia edildi. Konuşmacıların üzerinde durduğu önemli bir nokta da, Büyük Kürdistan olarak adlandırdıkları coğrafi alanın denize açılan tek bölgesinin Suriye içinde yer alan Kürt bölgesi olduğu gerçeğidir. Yine Suriye’nin kuzey bölgesindeki petrol, tarım ve doğal zenginliklerden Kürtlerin yeterince yararlanamadıkları ve yoksul olduklarının altı çizildi. Konferansta, “ulusal milliyetçiliğin baskısı altında yaşayan mağdur etnik azınlık olma” söylemi üzerinden yola çıkılarak bölgede demokratikleşmenin olmazsa olmaz şartının Kürtlerin siyasi ve kültürel kazanımları olduğu belirtmek isteniyordu. Konferansta yapılan bazı açıklamalar üzerinde dikkatle durmak gerekmektedir. Suriye Kürt bölgesinin Kuzey Irak’taki federal Kürt devleti oluşumunun denize açılmasını sağlayacak jeopolitik konuma sahip olması, özellikle Türkiye’nin güvenliği açısından Suriye’nin toprak bütünlüğünün ne kadar önemli olduğunu ortaya koymaktadır. Bu konferansın yapılış yeri ve zamanlaması, Beşşar Esad karşıtı Kürt muhalefeti ve bölgedeki Kürtçü akımları harekete geçirici bir işleve sahiptir. Bu çerçevede yakın bir gelecekte Suriye’deki Kürt bölgelerinde (özellikle Kamışlı merkezli) bir ayaklanma ve çatışma çıkma olasılığının arttığı söylenebilir. Konferansın Fransa Parlamentosu’nda yapılması da Fransa’nın yeni Orta Doğu siyasetinin çerçevesi konusunda ipuçları vermektedir. Kısa bir süre önce Afrika kökenli vatandaşlarının şiddet olayları çıkarması sonucu olağanüstü hal ilan etmek zorunda kalan Fransa, bu konferansla başka bir ülkedeki azınlığın (Suriyeli Kürtleri) sorunlarına ilgi duyduğunu ve Suriyeli Kürtlerin hamiliğine aday olduğunu göstermektedir
İki Mehlis raporu arasındaki dönemde, Suriye’deki seküler ve Kürt muhalefet ile ilgili haberleri tamamlayan son gelişme 3 Aralık’ta Halep’ten geldi. Halep’te Suriye güvenlik güçleriyle İslamcı teröristler arasında çıkan çatışmada 3 terörist kendilerini içinde bulundukları araçla birlikte havaya uçurdu. Olayın ardından bu teröristlerin Mısırlı Müslüman Kardeşlere üye oldukları iddiaları ortaya atıldı. Ali El Bayanuni önderliğindeki Suriyeli Müslüman Kardeşler, son bir sene içinde ABD yönetimiyle ilişkilerini sıkılaştırarak Beşşar sonrası Suriye’de bir iktidar alternatifi olduklarını göstermeye çalışmaktadır. Mayıs 2005’te Suriyeli seküler-reformcu muhalefetle (Attasi Forumu) işbirliği içine giren Müslüman Kardeşler, Suriye’de halk arasında en geniş tabanı olan muhalif grup olma özelliğini korumaktadır. Örgütün Suriye içinde silahlı eylem yapma kapasitesi şu an için mevcut olmamakla birlikte Haziran ayında “El-Şam Cihad ve Tevhid” adlı İslamcı bir örgütün iki militanının çatışma sonucu öldürülmesi ve 3 Aralık’ta Halep’te gerçekleşen çatışma gibi olaylarla Müslüman Kardeşler bağlantısı tartışma konusu yapabilmektedir.
Görülüyor ki Suriyeli muhalif gruplar kendilerini küresel güç ABD’nin Suriye’nin geleceğine yönelik vereceği karara endekslemiş durumdalar. Beşşar’ın iktidarı kaybetme olasılığına karşı yeni dönemde oluşacak iktidar yapılanmasından en fazla payı almak isteyen muhalif gruplar, Beşşar iktidarını hedef alan eylemleriyle bilinçli veya bilinçsiz şekilde ABD’nin Orta Doğu politikasıyla bütünleşmektedirler. Hariri suikastı ise Suriye yönetimine karşı olanları birleştiren ortak bir platform haline gelmiştir.
İkinci Mehlis Raporu ve Sonrası
Birinci Mehlis raporunun yayınlanmasından sonra Beşşar Esad rejiminin yıkılacağına dair ABD (ve İsrail) kamuoyu propagandasının artması dünya genelinde bu yönde görüşlerin güçlenmesini beraberinde getirmişti. Hatta 15 Aralık sonrası BM Güvenlik Konseyi’nden çıkacak ağır bir ekonomik veya siyasi yaptırım kararıyla Beşşar iktidarının güç kaybedeceği ve kısa bir süre sonra içten gelen bir siyasi hareketle yıkılacağı düşünülmekteydi. İkinci Mehlis raporu 12 Aralık’ta BM Güvenlik Konseyine sunluduktan sonra bunların hiç birinin olmayacağı ortaya çıktı. Öncelikle rapor, beklendiği kadar büyük bir etki doğurmadı ve inandırıcı olmaktan uzaktı. Savcı Mehlis, Hariri suikastı konusunda Suriye’yi suçlamaya devam ederken bu iddiaları kanıtlarla ispatlama konusunda oldukça yetersiz kaldı. Soruşturmanın iki önemli tanığı olan Muhammed Züheyr El Sıddık ve Hüssam Tahir Hüssam’ın güvenilirlik konusundaki sorunları, savcı Mehlis’in bu görevdeki başarısızlığını ortaya koyduğu gibi oldukça da yıpranmasına neden oldu. Sonuç olarak Suriye’ye karşı çoğu zaman objektif olmakta zorlanan savcı Mehlis görevi bırakmak istediğini açıkladı. Suriye yönetimi ise Hüssam Tahir Hüssam’a yaptırdığı açıklamalarla soruşturmanın seyrinde Mehlis’in iddialarına karşı psikolojik üstünlük sağlamakla birlikte dünya kamuoyu önünde meşruluğunu artırdı.
Suriye’nin soruşturma sürecindeki beklenmedik hamlesi ve başarılı kriz yönetimi karşısında ABD önderliğindeki Suriye karşıtı cephe, soruşturma süresini 15 Haziran’a kadar uzatacak karar tasarısını Güvenlik Konseyi’nden geçirdi. Fransa, İngiltere ve ABD’nin hazırladığı karar tasarısında yer alan Lübnan’ın özel mahkeme ve soruşturmanın diğer suikastları da kapsayacak şekilde genişletilmesi isteği Çin, Rusya ve Cezayir’in itirazı ile tasarıdan çıkarıldı. Soruşturmanın uzatılması, önümüzdeki dönem Hariri suikastının daha fazla siyasallaştırılmasına hizmet edeceği gibi Suriye yönetimi üzerindeki ABD baskısının aracı olmaya devam edecektir. Bununla birlikte yeni altı aylık sürede soruşturmanın yeni bir savcı ve yeni tanıklara ihtiyacı olacak. Yeni tanıkların bulunmasında en önemli rol ise yine istihbarat örgütlerine düşecek. Cibran Tueyni’ye yönelik düzenlenen son suikast, Lübnan’da soruşturmayla doğrudan bağlantı kurulabilecek yeni suikastların yapılabileceğinin gösterdi. ABD yönetimi dış politika kararalma mekanizmasının içindeki Yahudi lobisinin etkisiyle sürekli olumsuz olarak algıladığı Suriye’yi siyasi bir takıntı olmaktan çıkarmadığı sürece ABD-Suriye ilişkileri çeşitli bahanelerle önümüzdeki yılda da gerilecek ve kriz potansiyeli taşıyacaktır. Bu sürekli gerginlik, çoğu zaman Suriye rejiminin yıkılacağı söylentilerini beraberinde getirecektir. Bazen de Hariri suikastı soruşturmasında olduğu gibi Beşşar Esad yönetimi için bir trajediye dönüşmesi beklenen bir olay ABD, İngiltere, Fransa ve savcı Mehlis’in başrolünü oynadığı bir komediye dönüşebilmektedir.
Savcı Mehlis’in Tanıkları ve İstihbarat Örgütlerinin Rolü
BM Güvenlik Konseyi’nin 1636 nolu kararının yayınlandığı 31 Ekim’den ikinci Mehlis raporunun konseye sunulduğu 12 Aralık tarihine kadar olan dönemde, Hariri suikastı soruşturması ve Suriye’nin üzerinde yoğunlaşan uluslararası baskı, dünya kamuoyunun en önemli gündem maddelerinde birini oluşturdu. Bu gergin dönemde, Suriye merkezli ve BM soruşturmasıyla yakından alaka kurulabilecek pek çok gelişme meydana geldi. Bu gelişmeler karmaşık, belirsiz ve birbirinden kopuk görünmekle birlikte, bir sistematik içinde incelendiğinde bir bütünlük arz etmekte ve anlam kazanmaktadır.
Hariri suikastı, kısa bir zaman dilimi çerçevesinde değerlendirilebilecek kadar basit bir siyasi suikast değildir, planlanması, uygulanması ve sonrasında doğurduğu sonuçlar itibarıyle uzun bir süreci kapsamaktadır. Bu süreç uluslararası konjonktür ve bölgedeki güç ilişkileri ile birlikte düşünüldüğünde, öncelikle Hariri suikastının çözülmesinin zor olduğu, giderek daha fazla siyasileştiği ve istihbarat örgütlerinin yoğun mücadelesine sahne olduğu belirlemesini yapmamız gerektirmektedir. İki Mehlis raporu arasındaki dönemde, El Kaide üyesi Loui Sakra’nın avukatının açıklamaları, savcı Mehlis’in tanıklarından Hüssam Tahir Hüssam’ın Suriye’ye sığınması ve Mehlis raporunun sunulduğu gün Lübnanlı gazeteci-milletvekili Cibran Tueyni’nin öldürülmesi gibi olaylar istihbarat örgütlerinin bu süreçteki etkin ve krizi yönlendirici rolünü ortaya koymaktadır.
10 Ağustos’ta Türkiye’de yakalanan Suriyeli terörist Louai Sakra’nın avukatı Osman Karahan’ın, 15 Kasım tarihinde iki CIA ajanının Kandıra Cezaevi’nde Sakra’yı sorguladığı iddiası, ilk günler kamuoyunda etki uyandırmasa da daha sonraki günlerde CIA uçakları konusuyla birlikte gündemde üst sıralara tırmanmıştır. Karahan’ın açıklamalarının asıl önemli kısmını Sakra ve Hariri suikastı arasında bağlantı kurma çabası oluşturmaktadır. İddiaya göre cezaevine gelen kişiler, Sakra’dan Hariri suikastı konusunda Suriye karşıtı tanıklık yapmasını istemişler ve buna karşılık olarak para ve özgürlük vaad etmişlerdir. Sakra’dan, Almanya’da Asef Şevket’le yaptığı görüşmeden hareketle, Hariri suikastı için Şevket’e Iraklı bir intihar komandosonun bulduğunu söylemesi istenmiştir. Karahan’ın Sakra ile Hariri suikasti arasında bağlantı kurma çabası ve ABD’ye karşı yapılan suçlama, tek başına düşünüldüğünde Sakra’nın kendini gündeme getirme çabası olarak yorumlanabilir. Fakat Sakra’nın geçmişine baktığımızda sıradan bir terörist olmadığı ve istihbarat kurumlarıyla yakın iletişim içinde olduğu görülmektedir. Yakalanmadan önce CIA, MİT ve El-Muhaberat tarafından takip edilen hatta sorgulandığı söylenen Sakra’nın, 11 Eylül olaylarından Londra bombalamalarına kadar uzanan birçok olayla ilgili olduğu düşünülmektedir. Peki Sakra’ya BM soruşturması çerçevesinde biçilen rol ne olabilir? Hariri suikastı soruşturmasında savcı Mehlis’in Suriye’ye yönelik suçlamalarını dayandırdığı iki önemli tanığı El-Muhaberat’ın eski görevlileri Muhammed Züheyr El Sıddık ve Hüssam Tahir Hüssam idi. Muhtemelen Suriye’yi suçlayan taraflar, istihbarat örgütlerine yakınlığı bilinen Sakra’yı, Hariri suikasti soruşturmasında diğer iki önemli tanığın yanına üçüncü bir tanık olarak yerleştirme çabasına girişmiş olabilirler. Sakra’nın sorgulanması olayı, özellikle Türk kamuoyunun büyük bir bölümü tarafından şüpheyle karşılansa da Hariri suikastının karmaşıklığı ve istihbarat örgütlerinin katkısını göstermesi açısından göz ardı edilmemelidir.
Savcı Mehlis’in iki önemli tanığını olan Muhammed Züheyr El Sıddık ve Hüssam Tahir Hüssam’ın güvenilirliği belki de soruşturmanın seyrini ve Suriye’ye yapılan suçlamaları doğrudan etkileyecek en önemli unsurlardan biridir. Fransız istihbaratı tarafından Paris’te yakalanan ve eskiden El-Muhaberat adına çalıştığını söyleyen El Sıddık, Alman dergisi Der Spiegel’in haberinde sahtekarlıkla suçlanmasının ötesinde savcı Mehlis’e verdiği çelişkili ifadelerle daha ilk rapor yayınlandığında kamuoyu karşısında inandırıcılığını alt düzeye indirmişti. Buna rağmen Kasım ayı içinde ABD’nin kamuoyu oluşturma ve etkileme gücünü kullanması Suriye karşıtı güçlerin faaliyetleriyle birleşince Suriye’deki rejimin yıkılması üzerine düşünceler ve görüşler Türk ve dünya kamuoyunda sıkça dile getirilmeye başlandı. Suriye yönetiminin, 24 Kasım’da BM soruşturma komisyonu ile işbirliğine gidip beş Suriyeli’nin Viyana’da sorgulanmasını kabul etmesi yaratılan bu ortama katkı yapmıştır. Viyana’ya giden Suriyelilerin adları resmi olarak açıklanmasa da bu kişilerin Suriye'nin Lübnan'daki eski istihbarat şefi Korgeneral Rüstem Gazali, Korgeneral Tafer Yusuf, Kongeneral Abdülkerim Abbas ve Gazali'nin yardımcısı Cemia Cemia ile bir sivil olduğu sanılıyor. Suriye’ye dönme garantisi verilen 5 Suriyeli’nin Viyana’ya gittiği günlerde soruşturmanın önemli tanığı Hüssam Tahir Hüssam konusunda beklenmedik bir gelişme gerçekleşti. Hariri suikastının görgü tanığı olarak Lübnan'da şahitlik yapan Hüssam Tahir Hüssam (Kürt kökenli Suriye vatandaşı) Suriye'ye kaçtı ve ifadesini değiştirerek avukatı Teysir İd ve Suriye Enformasyon Bakanı Mehdi Dahlallah ile birlikte bir basın açıklaması yaptı. Hüssam’ın iddiaları Hariri suikastının ne kadar karmaşık ve çözümlenemeyecek bir olay olduğunu gözler önüne sermiştir. Hüssam, Lübnan'da kendisinin ve nişanlısının tehdit edildiğini söylerken avukatı Teysir İd de Hüssam’a baskı ve işkence altında şahitlik yaptırıldığını ifade ediyordu. Hüssam’ın en önemli iddialarından biri de Saad Hariri'nin kendisine Suriyeli yetkililer (özellikle Mahir Esad ve Asef Şevket) aleyhinde konuşması karşılığında 1 milyon 300 bin dolar teklif ettiğini söylemesi oldu. Hariri ailesi bu iddiayı reddederken savcı Mehlis ise, Suriye’yi Hüssam’ı kullanarak Soğuk Savaş tarzı propaganda yapmakla suçluyordu.
Savcı Mehlis’in hazırladığı rapor, temel kaynak olarak Muhammed Züheyr El Sıddık ve Hüssam Tahir Hüssam olmak üzere bu iki kişiye dayanıyordu. El Sıddık’a yapılan suçlamalar ve Hüssam’ın yaptığı açıklamalar raporun içindeki Suriyeli yetkilere yönelik suçlamaları büyük ölçüde kanıtsız bırakmaktadır. Hüssam’ın açıklamalarını savcı Mehlis’in dediği gibi propaganda aracı olarak Suriye yönetiminin baskısıyla yaptığını düşündüğümüzde ilk akla gelen soru Hüssam’ın niye Suriye’ye kaçtığı olacaktır. Özellikle Kürt kökenli bir kişinin maddi olanakları ve rahat bir yaşamı bırakıp Suriye’nin zor şartlarına nedensiz geri dönmesi anlamsız bir hareket tarzı olacaktır. Sonuç olarak Suriye yönetimi, Hüssam’ın açıklamalarıyla soruşturmada oldukça sratejik bir hamle gerçekleştirmiştir. Bu stratejik hamle, Lübnan hükümetinin soruşturma süresinin altı ay daha uzatılması taleplerini ve savcı Mehlis’in soruşturmayı bırakacağına dair haberlerin çıkmasına neden olmuştur. Aynı günlerde Lübnan dağı eteklerinde bulunan bir ceset ve bu cesetin Hariri suikastını gerçekleştiren Suriyelilere cep telefonu satan Nawar Dora’ya ait olduğu iddiaları ise Lübnan’daki Suriye karşıtı çevrelerin karşı hamlesi olarak değerlendirilebilir.
Suriye’nin Hüssam faktörünü kullanarak gerçekleştirdiği kendini dünya kamuoyu önünde haklı gösterme çabası, ABD yönetiminin tek taraflı dış politika anlayışı ve istihbarat örgütlerinin bölgedeki faaliyetleriyle birlikte düşünülmelidir. ABD yönetiminin geçmişteki hareket tarzına bakılarak Suriye’ye baskı için yeni gerekçeler ve yöntemler bulunacağı tahmin ediliyordu. 12 Aralık’ta Beyrut'ta Suriye karşıtı görüşleriyle bilinen milletvekili ve gazeteci Cibran Tueyni’nin bombalı saldırı sonucu öldürülmesi bu tahminleri doğruladı. Bu saldırı Lübnan’ın “suikastlar ülkesi” olduğunu bir kez daha hatırlarken ABD yönetiminin ve Suriye karşıtlarının hedefi yine Suriye oluyordu. Hıristiyan Ortodoks olan Tueyni, Suriye’ye yönelik sert eleştirileriyle tanınan bir gazeteciydi. Haziran’da Saad Hariri’nin listesinde milletvekili oldu. Aldığı tehditlerden dolayı bir süredir Fransa’da yaşayan Tueyni Beyrut’a döndüğü gün öldürüldü. Tueyni’ye yönelik bombalı saldırıyı adı daha önce duyulmamış “Doğunun Özgürlüğü ve Birliği Savaşçıları” adlı bir örgüt üstlendi. Örgüt yaptığı açıklamada “Cibran Tueyni'nin kalemini kırdık, sesini sonsuza kadar susturduk ve Nahar'ı karanlık geceye gömdük. Bugün, zehrini ve yalanlarını yayan ve kendisine tekrar tekrar gönderdiğimiz uyarılara karşın durmayan bir ağzı daha kapamayı başardık” diyordu. Bu açıklama düz mantıkla değerlendirildiğinde “Suriye’ye karşı olma ve konuşma yoksa ölürsün” anlamına geliyordu. Fakat dünya kamuoyunda pek çok kişi, ABD yönetiminin Irak’ı işgal ederken kullandığı kanıtların gerçek dışı olduğunu ve köşeye sıkışmış bir Suriye’nin böyle bir saldırıyı yapmasının anlamsızlığını göz önünde bulundurarak Suriye’nin suçlu olmadığını düşünmektedir. Tueyni suikastı konusunda sorması gereken soru aslında çok basitti: “Köşeye sıkışmış bir Suriye, geleceğini ilgilendiren bir raporun açıklanacağı gün niye böyle bir suikast gerçekleştirsin?”
İki Rapor Arası Dönemde Suriye Muhalefeti
Kasım ayı içindeki diğer önemli bir gelişme ise, BM soruşturmasıyla doğrudan bağlantılı olmasa da Manama’da 11-12 Kasım tarihinde gerçekleşen ve Genişletilmiş Orta Doğu ve Kuzey Afrika Projesi’nin (yol haritasını çizecek olan “Gelecek için Forum” toplantısıdır. 13 ülkenin dışişleri bakanları düzeyinde katıldığı toplantıda Suriye’yi Dışişleri Bakanı Faruk El Şara temsil etti. Manama Toplantısı, ABD’nin demokratikleş(tir)me projesi olan Genişletilmiş Orta Doğu ve Kuzey Afrika Projesi’nin ayrıntılı konuşulduğu ilk toplantı olma özelliğini taşımaktadır. ABD’yi temsil eden ve ev sahibi konumundaki Dışişleri Bakanı Rice, Arap liderlerin dışarıdan dayatılacak reformlara karşı çıkması nedeniyle istediği sonuç bildirgesini yayınlatamamış ve hayal kırıklığına uğramıştır. Buna rağmen Rice, Suriye’yi eleştirmeye ve baskı politikası uygulamaya bu toplantıda da devam etmiştir. Suriye halkının özgürlük ve demokrasi çabalarını destekliyoruz diyen Rice yakın zamanda tutuklanan Suriye Liberal Demokratik Birlik Partisi Başkanı Kemal Labwani’nin ABD dönüşü hava alanında tutuklanmasına atıfta bulunarak Suriyeli muhaliflere yönelik keyfi tutuklamaların sona ermesini istemiştir. Bir süredir Amerika’da bulunan Kemal Labwani, Beşşar Esad sonrası Suriye hakkında üst düzey ABD’li yöneticilerle görüşmeler yapmıştır. Görüşmelerin ardından ülkesine dönen Labwani, Şam hava alanında Suriye güvenlik güçlerince tutuklanmıştır. Bu tutuklanma olayı, Suriye’de gerçekleşen sıradan bir insan hakları ihlali olarak değerlendirilebileceği gibi Suriye ulusal güvenliğinin tehdit altında olduğu bir dönemde Labwani’nin Amerika ziyareti şüpheyle karşılanabilir. Labwani’nin Suriye içindeki siyasi kişiliğine baktığımızda seküler-reformcu kimliğinin ve insan haklarının ihlalleriyle ilgili çalışmalarının ön plan çıktığı görülmektedir. Bununla birlikte Labwani’nin bölgedeki Kürt grupların bağımsızlık taleplerine sıcak bakan siyasi anlayışı dikkat çekici bir özelliğidir.
Suriye üzerindeki uluslararası baskının arttığı günlerde Suriyeli Kürt gruplar da Beşşar Esad iktidarını yıpratmaya yönelik eylemlere girişmiştir. Aralık ayı başında Fransa Parlamentosu’nda, “Ortadoğu’nun Demokratikleşmesi ve Suriye’de Kürt Sorunu” adlı uluslararası bir konferans gerçekleştirildi. Pek çok Kürt grubun katıldığı konferansta Suriye’nin kuzeyi “Güneybatı Kürdistan” diye tanımlanırken Suriyeli Kürtlerin Araplar tarafından baskı ve zulme uğradıkları iddia edildi. Konuşmacıların üzerinde durduğu önemli bir nokta da, Büyük Kürdistan olarak adlandırdıkları coğrafi alanın denize açılan tek bölgesinin Suriye içinde yer alan Kürt bölgesi olduğu gerçeğidir. Yine Suriye’nin kuzey bölgesindeki petrol, tarım ve doğal zenginliklerden Kürtlerin yeterince yararlanamadıkları ve yoksul olduklarının altı çizildi. Konferansta, “ulusal milliyetçiliğin baskısı altında yaşayan mağdur etnik azınlık olma” söylemi üzerinden yola çıkılarak bölgede demokratikleşmenin olmazsa olmaz şartının Kürtlerin siyasi ve kültürel kazanımları olduğu belirtmek isteniyordu. Konferansta yapılan bazı açıklamalar üzerinde dikkatle durmak gerekmektedir. Suriye Kürt bölgesinin Kuzey Irak’taki federal Kürt devleti oluşumunun denize açılmasını sağlayacak jeopolitik konuma sahip olması, özellikle Türkiye’nin güvenliği açısından Suriye’nin toprak bütünlüğünün ne kadar önemli olduğunu ortaya koymaktadır. Bu konferansın yapılış yeri ve zamanlaması, Beşşar Esad karşıtı Kürt muhalefeti ve bölgedeki Kürtçü akımları harekete geçirici bir işleve sahiptir. Bu çerçevede yakın bir gelecekte Suriye’deki Kürt bölgelerinde (özellikle Kamışlı merkezli) bir ayaklanma ve çatışma çıkma olasılığının arttığı söylenebilir. Konferansın Fransa Parlamentosu’nda yapılması da Fransa’nın yeni Orta Doğu siyasetinin çerçevesi konusunda ipuçları vermektedir. Kısa bir süre önce Afrika kökenli vatandaşlarının şiddet olayları çıkarması sonucu olağanüstü hal ilan etmek zorunda kalan Fransa, bu konferansla başka bir ülkedeki azınlığın (Suriyeli Kürtleri) sorunlarına ilgi duyduğunu ve Suriyeli Kürtlerin hamiliğine aday olduğunu göstermektedir
İki Mehlis raporu arasındaki dönemde, Suriye’deki seküler ve Kürt muhalefet ile ilgili haberleri tamamlayan son gelişme 3 Aralık’ta Halep’ten geldi. Halep’te Suriye güvenlik güçleriyle İslamcı teröristler arasında çıkan çatışmada 3 terörist kendilerini içinde bulundukları araçla birlikte havaya uçurdu. Olayın ardından bu teröristlerin Mısırlı Müslüman Kardeşlere üye oldukları iddiaları ortaya atıldı. Ali El Bayanuni önderliğindeki Suriyeli Müslüman Kardeşler, son bir sene içinde ABD yönetimiyle ilişkilerini sıkılaştırarak Beşşar sonrası Suriye’de bir iktidar alternatifi olduklarını göstermeye çalışmaktadır. Mayıs 2005’te Suriyeli seküler-reformcu muhalefetle (Attasi Forumu) işbirliği içine giren Müslüman Kardeşler, Suriye’de halk arasında en geniş tabanı olan muhalif grup olma özelliğini korumaktadır. Örgütün Suriye içinde silahlı eylem yapma kapasitesi şu an için mevcut olmamakla birlikte Haziran ayında “El-Şam Cihad ve Tevhid” adlı İslamcı bir örgütün iki militanının çatışma sonucu öldürülmesi ve 3 Aralık’ta Halep’te gerçekleşen çatışma gibi olaylarla Müslüman Kardeşler bağlantısı tartışma konusu yapabilmektedir.
Görülüyor ki Suriyeli muhalif gruplar kendilerini küresel güç ABD’nin Suriye’nin geleceğine yönelik vereceği karara endekslemiş durumdalar. Beşşar’ın iktidarı kaybetme olasılığına karşı yeni dönemde oluşacak iktidar yapılanmasından en fazla payı almak isteyen muhalif gruplar, Beşşar iktidarını hedef alan eylemleriyle bilinçli veya bilinçsiz şekilde ABD’nin Orta Doğu politikasıyla bütünleşmektedirler. Hariri suikastı ise Suriye yönetimine karşı olanları birleştiren ortak bir platform haline gelmiştir.
İkinci Mehlis Raporu ve Sonrası
Birinci Mehlis raporunun yayınlanmasından sonra Beşşar Esad rejiminin yıkılacağına dair ABD (ve İsrail) kamuoyu propagandasının artması dünya genelinde bu yönde görüşlerin güçlenmesini beraberinde getirmişti. Hatta 15 Aralık sonrası BM Güvenlik Konseyi’nden çıkacak ağır bir ekonomik veya siyasi yaptırım kararıyla Beşşar iktidarının güç kaybedeceği ve kısa bir süre sonra içten gelen bir siyasi hareketle yıkılacağı düşünülmekteydi. İkinci Mehlis raporu 12 Aralık’ta BM Güvenlik Konseyine sunluduktan sonra bunların hiç birinin olmayacağı ortaya çıktı. Öncelikle rapor, beklendiği kadar büyük bir etki doğurmadı ve inandırıcı olmaktan uzaktı. Savcı Mehlis, Hariri suikastı konusunda Suriye’yi suçlamaya devam ederken bu iddiaları kanıtlarla ispatlama konusunda oldukça yetersiz kaldı. Soruşturmanın iki önemli tanığı olan Muhammed Züheyr El Sıddık ve Hüssam Tahir Hüssam’ın güvenilirlik konusundaki sorunları, savcı Mehlis’in bu görevdeki başarısızlığını ortaya koyduğu gibi oldukça da yıpranmasına neden oldu. Sonuç olarak Suriye’ye karşı çoğu zaman objektif olmakta zorlanan savcı Mehlis görevi bırakmak istediğini açıkladı. Suriye yönetimi ise Hüssam Tahir Hüssam’a yaptırdığı açıklamalarla soruşturmanın seyrinde Mehlis’in iddialarına karşı psikolojik üstünlük sağlamakla birlikte dünya kamuoyu önünde meşruluğunu artırdı.
Suriye’nin soruşturma sürecindeki beklenmedik hamlesi ve başarılı kriz yönetimi karşısında ABD önderliğindeki Suriye karşıtı cephe, soruşturma süresini 15 Haziran’a kadar uzatacak karar tasarısını Güvenlik Konseyi’nden geçirdi. Fransa, İngiltere ve ABD’nin hazırladığı karar tasarısında yer alan Lübnan’ın özel mahkeme ve soruşturmanın diğer suikastları da kapsayacak şekilde genişletilmesi isteği Çin, Rusya ve Cezayir’in itirazı ile tasarıdan çıkarıldı. Soruşturmanın uzatılması, önümüzdeki dönem Hariri suikastının daha fazla siyasallaştırılmasına hizmet edeceği gibi Suriye yönetimi üzerindeki ABD baskısının aracı olmaya devam edecektir. Bununla birlikte yeni altı aylık sürede soruşturmanın yeni bir savcı ve yeni tanıklara ihtiyacı olacak. Yeni tanıkların bulunmasında en önemli rol ise yine istihbarat örgütlerine düşecek. Cibran Tueyni’ye yönelik düzenlenen son suikast, Lübnan’da soruşturmayla doğrudan bağlantı kurulabilecek yeni suikastların yapılabileceğinin gösterdi. ABD yönetimi dış politika kararalma mekanizmasının içindeki Yahudi lobisinin etkisiyle sürekli olumsuz olarak algıladığı Suriye’yi siyasi bir takıntı olmaktan çıkarmadığı sürece ABD-Suriye ilişkileri çeşitli bahanelerle önümüzdeki yılda da gerilecek ve kriz potansiyeli taşıyacaktır. Bu sürekli gerginlik, çoğu zaman Suriye rejiminin yıkılacağı söylentilerini beraberinde getirecektir. Bazen de Hariri suikastı soruşturmasında olduğu gibi Beşşar Esad yönetimi için bir trajediye dönüşmesi beklenen bir olay ABD, İngiltere, Fransa ve savcı Mehlis’in başrolünü oynadığı bir komediye dönüşebilmektedir.
Wednesday, December 14, 2005
Tuesday, December 13, 2005
BEYRUT'TA PATLAMA: 4 ÖLÜ
Kaynak: AA
Lübnan'ın başkenti Beyrut'un bir banliyösünde meydana gelen, bomba yüklü bir aracın yol açtığı tahmin edilen patlamada, ilk belirlemelere göre 4 kişi öldü, 10 kişi yaralandı. Patlamada, saldırının hedefi olan Suriye karşıtı gazeteci milletvekili Cibran Tüeyni'nin de yaşamını yitirdiği bildirildi.
Lübnan televizyonları LBC ve Future, Tüeyni'nin bombalı saldırıda öldüğünü duyururken polis, bu haberleri henüz resmi olarak doğrulamadı. Saldırıyı adı duyulmamış bir örgüt üstlendi. Reuters'a ''Doğunun Özgürlüğü ve Birliği Savaşçıları'' adına gönderilen bir faksta, Lübnan'da ''Arapçılık''ın diğer muhaliflerini de aynı akıbetin beklediği belirtildi. Patlamanın meydana geldiği, nüfusun çoğunluğunu Hıristiyanların oluşturduğu sanayi bölgesi Mekalis'in, eski Lübnan Başbakanı Refik Hariri suikastını soruşturan BM heyetinin bürosunun birkaç kilometre uzağında olduğu da belirtiliyor.
Suriye, patlamanın zamanının, Suriye'nin itibarını zedeleme niyetinin göstergesi olduğunu bildirdi. Suriye'nin resmi ajansının haberinde saldırının kınandığı belirtildi.
Bugünkü patlamadan birkaç saat önce, BM soruşturma heyetinin başkanı Detlev Mehlis'in soruşturmayla ilgili son raporunu BM Genel Sekreteri Kofi Annan'a sunduğuna dikkat çekiliyor.
Lübnan'ın başkenti Beyrut'un bir banliyösünde meydana gelen, bomba yüklü bir aracın yol açtığı tahmin edilen patlamada, ilk belirlemelere göre 4 kişi öldü, 10 kişi yaralandı. Patlamada, saldırının hedefi olan Suriye karşıtı gazeteci milletvekili Cibran Tüeyni'nin de yaşamını yitirdiği bildirildi.
Lübnan televizyonları LBC ve Future, Tüeyni'nin bombalı saldırıda öldüğünü duyururken polis, bu haberleri henüz resmi olarak doğrulamadı. Saldırıyı adı duyulmamış bir örgüt üstlendi. Reuters'a ''Doğunun Özgürlüğü ve Birliği Savaşçıları'' adına gönderilen bir faksta, Lübnan'da ''Arapçılık''ın diğer muhaliflerini de aynı akıbetin beklediği belirtildi. Patlamanın meydana geldiği, nüfusun çoğunluğunu Hıristiyanların oluşturduğu sanayi bölgesi Mekalis'in, eski Lübnan Başbakanı Refik Hariri suikastını soruşturan BM heyetinin bürosunun birkaç kilometre uzağında olduğu da belirtiliyor.
Suriye, patlamanın zamanının, Suriye'nin itibarını zedeleme niyetinin göstergesi olduğunu bildirdi. Suriye'nin resmi ajansının haberinde saldırının kınandığı belirtildi.
Bugünkü patlamadan birkaç saat önce, BM soruşturma heyetinin başkanı Detlev Mehlis'in soruşturmayla ilgili son raporunu BM Genel Sekreteri Kofi Annan'a sunduğuna dikkat çekiliyor.
Monday, December 12, 2005
Hüsnü Mahalli'nin Beşşar Esad ile Röportajı
Irak işgali öncesinde sıranın Suriye’ye geleceğini söyleyen ABD ve müttefikleri uzun bir süredir bu ülkeyi sıkıştırıyor. Irak’a direnişçilerin sızmalarına göz yummakla suçlanan Suriye, Lübnan eski başbakanı Hariri’nin öldürülmesi ile daha da kuşatıldı. İçte ise reform karşıtları genç Başkan Esad’ın yolunu engellemeye çalışıyor. İşte böylesi bir zamanda Başkan Esad, Türk kamuoyuna seslenmek istedi. Esad bunun için de AKŞAM gazetesini seçti. Şam’daki özel konutunda AKŞAM’ı kabul eden Başkan Esad sorulara içten ve açık bir şekilde yanıt verdi.
Sayın Başkan, temmuzda Türkiye’ye bekleniyordunuz, ancak son anda gelmediniz. Daha sonra da ABD baskısı sonucu ziyaretin iptal edildiği yazıldı. Gerçek nedir? Ne zaman Türkiye’ye geleceksiniz?
Amerikan baskılarından söz edeceksek bu baskılar her zaman vardı ve olacak. Hatırlayalım... Cumhurbaşkanı Sayın Sezer, Suriye’ye gelmeden önce Amerikan Büyükelçisi çıkıp, ‘Sezer Suriye’ye gitmesin’ deme cesaretini kendinde bulmuştu. Sayın Sezer ise Suriye’ye gelerek gerekli yanıtı vermişti. Elbette ABD ve İsrail, Türkiye’nin Suriye ile ilişkilerinden rahatsız. ABD ve müttefikleri Türkiye’yi Suriye’den hatta Arap âleminden uzaklaştırmak için özel bir çaba içindeler. Ancak ikili ilişkilerimizin gücü ve karşılıklı çıkarlarımızı tüm bu çabaları boşa çıkartmaktadır.
Temmuz ayında ikinci kez Türkiye’ye gelişim gündeme gelmişti. Ancak yoğun işlerim nedeniyle tüm gezilerimi erteledim. Sayın Ahmet Necdet Sezer ve Başbakan Sayın Erdoğan’ın davetleri üzerine yakında Türkiye’ye gelmeyi planlıyorum. Türkiye ve Türk halkını özledim.
ZOR GÜNÜMÜZDE GELDİ
Bazı çevreler Türkiye-Suriye ilişkilerinde bir soğumadan söz ediyor ve sizin bu nedenle ziyaretinizi ertelediğinizi söylüyor?
Bakın bu doğru olsaydı Dışişleri Bakanı Sayın Abdullah Gül Şam’a gelmezdi. Üstelik Sayın Gül bizim en zor günlerimizde ve ilginç önerilerle geldi. Bu nedenle de biz Gül’ün önerilerini kabul ettik.
Neydi bu öneriler?
Beş Suriyeli subayın Gaziantep’te sorgulanması. Bildiğiniz gibi o sıralar BM Savcısı Mehlis bu subayları Beyrut’ta sorgulamak istiyordu. Biz ise bunları Şam’da BM binasına teslim edebileceğimizi ya da Kahire’deki AB merkezine gönderebileceğimizi söylüyorduk. Gerginlik giderek tırmanıyordu. Türkiye devreye girdi ve Gaziantep’i önerdi. Hemen kabul ettik. Ancak Mehlis ve yandaşları kabul etmedi. Çünkü Türkiye’nin bölgede daha da saygınlık kazanmasını ve Suriye ile ilişkilerinin güçlenmesini istemiyorlardı.
SURİYE’NİN BAŞI BELADA
Sizce kim öldürdü Hariri’yi?
Suriye’ye kötülük yapmak ve başına çorap örmek isteyneler Hariri’yi öldürdüler. Olayların seyrine baktığınızda Hariri’nin öldürülmesinden sonra Suriye’nin başı sürekli belada. Hariri’nin öldürülmesinden en çok zarar gören ülke Suriye’dir.Hariri’nin öldürülmesini bahane edenler bizi sıkıştırmaya çalışıyor. Irak ile ilgili suçlamalarıyla amaçlarına varamayanlar şimdi de Hariri suikastını kullanarak bizi sıkıştırmak istiyorlar. Ama başaramadılar. Çünkü ellerinde hiç bir kanıt yok ve olamaz. Çünkü Suriye’nin bu ve daha sonraki suikastlarla hiç bir ilgisi yok. Hariri Suriye’nin dostuydu. Hariri’nin Suriye tarafından öldürüldüğünü söyleyenler her nedense İsrail’in Lübnan’da işlediği cinayetleri hatırlamıyor. İsrail son yıllarda onlarca Lübnanlı ve Filistinliyi öldürdü. Güney Lübnan’ı 18 yıl süreyle işgal eden İsrail, Lübnan’ın istikrarsızlaştırılması ve parçalanması için özel bir çaba harcıyor. Suriyeliler, Lüban’ı savunmak için binlerce şehit verdi.
MEHLİS’İN YALANLARI
BM adına Hariri suikastını araştıran Savcı Mehlis’in raporlarına göre Suriye suçlu.
Savcı Mehlis yüzlerce tanığın söylediklerini alt alta yazarak sonuca varıyor. Bu tanıkların bazılarının daha sonra yalancı olduğu ortaya çıktı. Mehlis bir savcı olmasına rağmen raporlarında hiçbir kanıt sunamdı. Çünkü kanıt yoktu ve olamaz. Ancak işin daha tehlikeli tarafı Güvenlik Konseyi’nin bu raporlara dayanarak Suriye aleyhine karar almasıdır. Oysa bu hukuka aykırıdır. Çünkü soruşturma henüz tamamlanmamıştı ve yalanlarından dolay zor durumda kalan Mehlis istifa edip kaçmıştı.
Türkiye-Suriye ilişkilerinin geleceğini nasıl görüyorsunuz?
İlişkilerimizde hiçbir sorun yok. Bu ilişkiler her alanda gelişiyor. Tüm dış müdahale ve engellemelere rağmen bu ilişkilerin geleceğinden çok umutluyum. Irak’ta olup bitenler hepimizi ilgilendiriyor. Ortadoğu’nun barış ve istikrarı hepimizi ilgilendiriyor. Bu nedenle biz daha önce de Türkiye’den İsrail ile barış konusunda arabulucu olmasını istemiştik. İsrail buna yanaşmadı. Çünkü İsrail Türkiye’nin bölgesel rolüne tahammül edemez ve bunu engellemek ister. Suriye ve Türkiye’nin beraberliği bölgemiz için stratejik öneme sahiptir. Her iki ülke ılımlı, laik İslam için örnek ülkelerdir. Radikalizm ve terörle anılan İslam’ın gerçek imajını yalnızca Türkiye ve Suriye kurtarabilir ve koruyabilir. Suriye ve Türkiye toplumları her şeyleriyle birbirine benziyor. Böylesi ortak çıkarlar ve değerler ülkelerimiz arasındaki ilişkilerin geleceğini çok daha önemli kılmaktadır.
İlişkilerimiz istenilen hızda ve düzeyde gerçekleşmiyor olabilir. Bunun nedeni belki de Suriye ve Türkiye’deki idari ve bürokratik nedenlerdir. Bölgesel koşullar da Türkiye-Suriye ilişkilerinin gelişmesini yavaşlatmış olabilir.
PKK’yı unutalım
Bir zamanlar PKK’ya destek veriyordunuz.
BENCE geçmişi konuşmak hiç kimseye yarar sağlamaz. Birinci ve İkinci Dünya Savaşlarında birbirine karşı savaşan ve milyonlarca insanın ölümüne neden olan ülkeler bugün Avrupa Birliği içinde birlikteler. Ayrıca belirtmek isterim ki; PKK ile ilişkiler asla bu örgütün Türkiye’ye yönelik terörist eylemlerine destek vermek anlamına gelmemeliydi. 1998 öncesine ait bu söylemlerin artık hiçbir anlamı yoktur. Suriye şu anda Türkiye ile birlikte PKK’ya karşı ortak bir mücadele veriyor. Bu konuda açıklanan ve açıklanmayın birçok adım attık. Ancak Türk halkına geçmişi hatırlatanlar şu anda PKK’ya kimin destek verdiğini her nedense söylemiyor.
İfadeler Viyana’da alındı
LÜBNAN eski Başbakanı Refik Hariri’nin 14 Şubat 2005’te öldürülmesiyle ilgili BM soruşturması çerçevesinde beş Suriyeli, Avusturya’nın başkenti Viyana’da ifade verdi. İfade vermeye gidenler hakkında resmi bir açıklama yapılmazken, bazı kaynaklar, bu kişilerin Suriye’nin Lübnan’daki eski istihbarat şefi Korgeneral Rüstem Gazali, Korgeneral Tafer Yusuf, Korgeneral Abdülkerim Abbas ve Gazali’nin yardımcısı Cemia Cemia ile bir sivil olduklarını belirtmişlerdi.
Hariri’nin öldürülmesiyle ilgili Alman Savcı Detlev Mehlis başkanlığında soruşturma yürüten BM heyetinin, ekim ayında açıklanan raporunda, Hariri suikastına Suriyeli ve Lübnanlı istihbarat servislerinin karıştığı ima edilmişti. BM, Suriye’den soruşturma konusunda işbirliği yapmasını istemiş, Mehlis de kasım ayında da beş Suriyeli yetkiliyi sorgulama talebinde bulunmuştu. Söz konusu beş yetkili de Mehlis’in bu isteği doğrultusunda 5 Aralık’ta Viyana’daki BM müfettişleri tarafından sorgulanmıştı.
Suda sorun kalmadı
TÜRKİYE ile su konusunda sorunumuz yok. Türkler anlaşma gereği gerekli suyu, yani saniyede 500 metreküpü Fırat’tan bize bırakıyorlar. Hatta daha fazlasını göderiyor. Türkiye’nin bu tavrına büyük değer biçiyoruz. Asi üzerinde ortak baraj projemiz var. Dicle ise bildiğimiz gibi Irak’ı da ilgilendiriyor.
Beyrut'ta Bombalı Saldırı
Kaynak: VOA
Beyrut’ta bugünkü bombalı saldırıda, tanınmış bir gazeteci olan Lübnanlı milletvekili Cibran Tueni öldü.
Polis, parkedilmiş bir otomobile yerleştirilen bombanın, Hıristiyan milletvekili Tueni’nin zırhlı aracı geçerken patladığını bildirdi.
Patlama yüzünden yol kenarındaki hendeğe yuvarlanan araçta bulunan Tueni’yle şoförü ve yoldan geçen en az iki sivil öldü.
Patlamada 30 kişinin de yaralandığı bildiriliyor. Suriye karşıtı görüşleriyle tanınan En Nahar gazetesi yöneticisi ve milletvekili Cibran Tueyni, geçen Haziran ayında milletvekilli seçilmişti.
Saldırının sorumluluğunu daha önce adı duyulmamış bir grup üstlendi. Lübnan’daki Suriye varlığına karşı çıkan Lübnanlı Dürzi lider Velid Cambolat ise, saldırıdan Şam hükümetini sorumlu tuttu. Lübnan’da eski Başbakan Refik Hariri'nin öldüğü suikastten bu yana, Suriye karşıtı kişileri hedef alan çok sayıda saldırı düzenlendi.
Bu arada, Hariri suikastiyle ilgili soruşturma raporunun önümüzdeki saatlerde Güvenlik Konseyi’ne sunulması bekleniyor. Ayrıca soruşturmayı yürüten Alman savcı Detlev Mehlis yarın Konsey’e bilgi verecek. Haberlere göre, raporda suikastın arkasında Suriye ve Suriye yanlısı Lübnanlı yetkililerin bulunduğu ileri sürülüyor.
Beyrut’ta bugünkü bombalı saldırıda, tanınmış bir gazeteci olan Lübnanlı milletvekili Cibran Tueni öldü.
Polis, parkedilmiş bir otomobile yerleştirilen bombanın, Hıristiyan milletvekili Tueni’nin zırhlı aracı geçerken patladığını bildirdi.
Patlama yüzünden yol kenarındaki hendeğe yuvarlanan araçta bulunan Tueni’yle şoförü ve yoldan geçen en az iki sivil öldü.
Patlamada 30 kişinin de yaralandığı bildiriliyor. Suriye karşıtı görüşleriyle tanınan En Nahar gazetesi yöneticisi ve milletvekili Cibran Tueyni, geçen Haziran ayında milletvekilli seçilmişti.
Saldırının sorumluluğunu daha önce adı duyulmamış bir grup üstlendi. Lübnan’daki Suriye varlığına karşı çıkan Lübnanlı Dürzi lider Velid Cambolat ise, saldırıdan Şam hükümetini sorumlu tuttu. Lübnan’da eski Başbakan Refik Hariri'nin öldüğü suikastten bu yana, Suriye karşıtı kişileri hedef alan çok sayıda saldırı düzenlendi.
Bu arada, Hariri suikastiyle ilgili soruşturma raporunun önümüzdeki saatlerde Güvenlik Konseyi’ne sunulması bekleniyor. Ayrıca soruşturmayı yürüten Alman savcı Detlev Mehlis yarın Konsey’e bilgi verecek. Haberlere göre, raporda suikastın arkasında Suriye ve Suriye yanlısı Lübnanlı yetkililerin bulunduğu ileri sürülüyor.
Thursday, December 08, 2005
Hariri soruşturmasında tanık sorunu
Kaynak: NTVMSNBC
Eski Lübnan Başbakanı Refik Hariri suikastini araştıran BM komisyonunun soruşturmasında beklenmedik sorunlar belirdi
Tanıklardan biri bir trafik kazasında yaşamını yitirdi. Türkiye’de cezaevinde bulunan ve adı tanıklar arasında geçen Lui Sakka ise, Hariri suikastinde yalan ifade vermeye zorlandığını ileri sürdü.
Eski Lübnan Başbakanı Refik Hariri suikastini araştıran BM komisyonunun soruşturmasında beklenmedik sorunlar belirdi
Tanıklardan biri bir trafik kazasında yaşamını yitirdi. Türkiye’de cezaevinde bulunan ve adı tanıklar arasında geçen Lui Sakka ise, Hariri suikastinde yalan ifade vermeye zorlandığını ileri sürdü.
Soruşturmanın en önemli tanığı Hüsam Tahir Hüsam da ifadesini değiştirerek, komisyona anlattığı herşeyin yalan olduğunu söyledi. Suriye hükümetine yakın kaynaklara göre, bir tanık daha yakında ifadesini değiştirecek.
Bu gelişmeler Şam yönetimine koz verdi. Hariri suikastını araştıran komisyonun başkanı Detlev Mehlis’in, raporunu şaibeli tanıklara dayanarak hazırlamış olması, Mehlis’in güvenirliğinin sorgulanmasına neden oldu. Nitekim Mehlis, 13 Aralık’ta son raporunu BM Güvenlik Konseyi’ne verdikten sonra görevini bırakmaya hazırlanıyor.
Alman savcı, eleştirileri “Böyle karmaşık bir soruşturmada sorunlar yaşanır” sözleriyle yanıtlıyor. Mehlis, suikastle ilgili olarak ifadesini almak istediği 5 Suriyeli yetkilinin Avusturya’daki sorgusuna da katılmadı.
Bu 5 kişiden 2’si, Suriye’nin Lübnan’daki eski istihbarat sorumlusu Rüstem Gazali ve yardımcısı ülkelerine, BM komisyonuna ifade verip ülkelerine döndü. Diğer 3 Suriyeli yetkilinin ifadeleriyse bugün alınacak.
Thursday, December 01, 2005
Jumblatt: Syria undermining UN probe
SOURCE: Al Jazeera English
Lebanese Druze leader Walid Jumblatt has accused Syria of trying to destabilise Lebanon to undermine a UN inquiry implicating Damascus in the killing of former prime minister Rafiq al-Hariri.
A Syrian witness who has accused al-Hariri's son Saad of bribing him to testify falsely, said on Monday that a report by UN investigator Detlev Mehlis implicating Syrian and Lebanese officials in the assassination was based mainly on his own lies.
Jumblatt said the allegations of Hussam Tahir Hussam, a former Syrian intelligence agent, were part of a Syrian campaign to discredit Mehlis before UN investigators question five Syrian witnesses in Vienna.
"This political senility and this deception by the Syrian security apparatus is a laughable farce and at the same time it seems they will use all means, even security, to shake up security [in Lebanon] to try to confuse the inquiry," Jumblatt said on Tuesday.
Security networks
The Druze leader, an erstwhile ally of Damascus who turned into a fierce critic of Syria's military presence in Lebanon, said the Syrians still had a security network in the country.
Syria dominated its neighbour politically and militarily for almost three decades until a Lebanese and international outcry over al-Hariri's death forced it to withdraw its troops in April.
A series of bombings and assassinations has rocked Lebanon since, targeting politicians and prominent journalists.
In a televised news conference in Damascus, Hussam also accused Jumblatt and Lebanese Telecommunications Minister Marwan Hamadeh of getting other witnesses to testify falsely to Mehlis.
Jumblatt and Hamadeh have denied the allegations.
No force
The UN investigation has confirmed Hussam was a witness but said he signed a statement on 1 September saying that he was testifying voluntarily and had not been forced, threatened or given incentives.
It made no comments on his assertions about the weight placed on his testimony in the Mehlis report.
Hussam's appearance came after Damascus agreed to allow five Syrian officials to be questioned at UN offices in Vienna in connection with the Beirut truck bombing that killed al-Hariri.
"We will not rest until we see the suspects behind bars," Jumblatt said of those behind the 14 February assassination.
"What does the timing of this person's (Hussam's) appearance mean?" Jumblatt asked.
"On the verge of the Vienna meeting, they are trying, and will not succeed, to shake Mehlis's credibility. We trust Mehlis and the international investigation."
Lebanese Druze leader Walid Jumblatt has accused Syria of trying to destabilise Lebanon to undermine a UN inquiry implicating Damascus in the killing of former prime minister Rafiq al-Hariri.
A Syrian witness who has accused al-Hariri's son Saad of bribing him to testify falsely, said on Monday that a report by UN investigator Detlev Mehlis implicating Syrian and Lebanese officials in the assassination was based mainly on his own lies.
Jumblatt said the allegations of Hussam Tahir Hussam, a former Syrian intelligence agent, were part of a Syrian campaign to discredit Mehlis before UN investigators question five Syrian witnesses in Vienna.
"This political senility and this deception by the Syrian security apparatus is a laughable farce and at the same time it seems they will use all means, even security, to shake up security [in Lebanon] to try to confuse the inquiry," Jumblatt said on Tuesday.
Security networks
The Druze leader, an erstwhile ally of Damascus who turned into a fierce critic of Syria's military presence in Lebanon, said the Syrians still had a security network in the country.
Syria dominated its neighbour politically and militarily for almost three decades until a Lebanese and international outcry over al-Hariri's death forced it to withdraw its troops in April.
A series of bombings and assassinations has rocked Lebanon since, targeting politicians and prominent journalists.
In a televised news conference in Damascus, Hussam also accused Jumblatt and Lebanese Telecommunications Minister Marwan Hamadeh of getting other witnesses to testify falsely to Mehlis.
Jumblatt and Hamadeh have denied the allegations.
No force
The UN investigation has confirmed Hussam was a witness but said he signed a statement on 1 September saying that he was testifying voluntarily and had not been forced, threatened or given incentives.
It made no comments on his assertions about the weight placed on his testimony in the Mehlis report.
Hussam's appearance came after Damascus agreed to allow five Syrian officials to be questioned at UN offices in Vienna in connection with the Beirut truck bombing that killed al-Hariri.
"We will not rest until we see the suspects behind bars," Jumblatt said of those behind the 14 February assassination.
"What does the timing of this person's (Hussam's) appearance mean?" Jumblatt asked.
"On the verge of the Vienna meeting, they are trying, and will not succeed, to shake Mehlis's credibility. We trust Mehlis and the international investigation."
Tuesday, November 29, 2005
Hariri tanığından tornistan
Kaynak: BBC Turkish
Eski Lübnan Başbakanı Refik Hariri suikasti ile ilgili soruşturmada yer alan bir şahit Suriye televizyonunda soruşturmaya gölge düşürecek iddialar ortaya attı.
Adını Hüssam Tahir Hüssam olarak açıklayan kişi, Suriye aleyhine ifade vermesi için kendisine Refik Hariri'nin oğlu tarafından rüşvet verildiğini söyledi.
Hüssam Birleşmiş Milletler'in 14 Şubat'ta düzenlenen bombalı suikast ile ilgili raporunda kimliği belirtilmeyen şahitlerden biriydi.
Kendisini eski bir Suriye istihbarat teşkilatı üyesi olarak tanıtan Hüssam Saad Hariri'nin kendisine Suriyeli yetkililer aleyhinde konuşması için 1 milyon 300 bin dolar teklif ettiğini söyledi.
Hüssam kendisine yöneltilen talepler arasında Suriye askeri istihbarat birimi başkanı Asıf Şevket'e yakın olduğunu ve Beşar Esad'ın Refik Hariri'yi tehdit ettiğini söylemesinin olduğunu öne sürdü. Hüssam, Suriyeli yetkililer aleyhinde konuştuğu durumlarda kendisine ilaç verildiğini ve işkence gördüğünü de iddia etti.
Hariri ailesinin bir sözcüsü, Suriye televizyonunda yapılan açıklamaların tamamen uydurma olduğunu belirtti.
Birleşmiş Milletler'den yapılan açıklamada ise Hüssam'ın komisyona kendi isteğiyle başvurduğu ve ailesinin Suriye makamlarınca baskı görmesinden çekindiğini belirttiği vurgulandı.
Birleşmiş Milletler'in Hariri cinayeti ile ilgili ara raporu, üst düzey Suriye ve Lübnan yetkililerinin olaya karıştığını iddia ediyor.
Fakat Suriyeli bir sözcü, Birleşmiş Milletler iddialarının televizyonda yapılan açıklama ile çürütüldüğünü söyledi.
Suriye suikaste karıştığı yolunda Lübnan muhalefeti ve ABD'den gelen iddiaları baştan bu yana reddediyor.
Ancak bu konudaki tepkiler ülkeyi geçtiğimiz aylarda Lübnan'daki tüm askerlerini çekmeye itmişti.
Suriye'nin aynı konuda açtığı komisyona başkanlık eden İbrahim Daracı, yanına Hüssam'ı alarak kameralara yaptığı açıklamada "Rapor iki tanığa dayanıyordu: Halen Fransa'da cezaevinde olan Muhammed Zuheyr es Sadık ve Hüssam. Şimdi sıra bulgularını düzeltmeleri gereken Mehlis komisyonunda dedi.
Beş üst düzey Suriye yetkilisinin bu hafta içinde Birleşmiş Milletler savcısı Detlev Mehlis tarafından Viyana'da sorgulanması bekleniyor.
Lübnan kaynakları bu kişiler arasında Suriye Cumhurbaşkanı Beşar Esad'ın kayınbiraderi ve Suriye askeri istihbarat birimi başkanı Asıf Şevket'in de olacağını öne sürüyorlar.
Eski Lübnan Başbakanı Refik Hariri suikasti ile ilgili soruşturmada yer alan bir şahit Suriye televizyonunda soruşturmaya gölge düşürecek iddialar ortaya attı.
Adını Hüssam Tahir Hüssam olarak açıklayan kişi, Suriye aleyhine ifade vermesi için kendisine Refik Hariri'nin oğlu tarafından rüşvet verildiğini söyledi.
Hüssam Birleşmiş Milletler'in 14 Şubat'ta düzenlenen bombalı suikast ile ilgili raporunda kimliği belirtilmeyen şahitlerden biriydi.
Kendisini eski bir Suriye istihbarat teşkilatı üyesi olarak tanıtan Hüssam Saad Hariri'nin kendisine Suriyeli yetkililer aleyhinde konuşması için 1 milyon 300 bin dolar teklif ettiğini söyledi.
Hüssam kendisine yöneltilen talepler arasında Suriye askeri istihbarat birimi başkanı Asıf Şevket'e yakın olduğunu ve Beşar Esad'ın Refik Hariri'yi tehdit ettiğini söylemesinin olduğunu öne sürdü. Hüssam, Suriyeli yetkililer aleyhinde konuştuğu durumlarda kendisine ilaç verildiğini ve işkence gördüğünü de iddia etti.
Hariri ailesinin bir sözcüsü, Suriye televizyonunda yapılan açıklamaların tamamen uydurma olduğunu belirtti.
Birleşmiş Milletler'den yapılan açıklamada ise Hüssam'ın komisyona kendi isteğiyle başvurduğu ve ailesinin Suriye makamlarınca baskı görmesinden çekindiğini belirttiği vurgulandı.
Birleşmiş Milletler'in Hariri cinayeti ile ilgili ara raporu, üst düzey Suriye ve Lübnan yetkililerinin olaya karıştığını iddia ediyor.
Fakat Suriyeli bir sözcü, Birleşmiş Milletler iddialarının televizyonda yapılan açıklama ile çürütüldüğünü söyledi.
Suriye suikaste karıştığı yolunda Lübnan muhalefeti ve ABD'den gelen iddiaları baştan bu yana reddediyor.
Ancak bu konudaki tepkiler ülkeyi geçtiğimiz aylarda Lübnan'daki tüm askerlerini çekmeye itmişti.
Suriye'nin aynı konuda açtığı komisyona başkanlık eden İbrahim Daracı, yanına Hüssam'ı alarak kameralara yaptığı açıklamada "Rapor iki tanığa dayanıyordu: Halen Fransa'da cezaevinde olan Muhammed Zuheyr es Sadık ve Hüssam. Şimdi sıra bulgularını düzeltmeleri gereken Mehlis komisyonunda dedi.
Beş üst düzey Suriye yetkilisinin bu hafta içinde Birleşmiş Milletler savcısı Detlev Mehlis tarafından Viyana'da sorgulanması bekleniyor.
Lübnan kaynakları bu kişiler arasında Suriye Cumhurbaşkanı Beşar Esad'ın kayınbiraderi ve Suriye askeri istihbarat birimi başkanı Asıf Şevket'in de olacağını öne sürüyorlar.
Friday, November 18, 2005
Thursday, November 17, 2005
Gül, Şam'da Esad'la görüştü
Kaynak: BBC Turkce
Suriye'nin Lübnan eski başbakanına suikastle ilgili Birleşmiş Milletler soruşturmasına işbirliği sağlaması çağrısıyla Türkiye de devreye girdi.
Dışişleri Bakanı ve Başbakan Yardımcısı Abdullah Gül, daha önce programlanmamış olan günübirlik, sürpriz bir şekilde Suriye'nin başkenti Şam'ı ziyaret etti.
Suriye Cumhurbaşkanı Beşşar Esad ile bir araya gelen Gül'ün, Şam'dan karara bir an evvel ve eksiksiz uyulması beklentisinin altını çizdiği belirtiliyor.
Ankara'ya dönüşünde Esenboğa Havaalanı'nda bir açıklama yapan Gül, şunları söyledi:
''Ziyaretimin amacı BM Güvenlik Konseyi kararlarının süratli ve tam olarak uygulanmasını katkı sağlamaktır. Ziyaretimin faydalı olduğuna inanıyorum. Sayın Esad ile görüşmem tamamem samimi bir ortam içinde oldu. Görüşlerimizi aktardık, umarım bölgedeki sorunların çözümüne katkısı olur.''
Gül, aktardığı görüşleri Esad'ın anlayışlı bir şekilde aldığını kaydetti.
Birleşmiş Milletler 'da aldığı 1636 sayılı kararda Suriye'den 15 Aralık'a kadar BM Savcısı Detlev Mehlis ile tam işbirliği yapmasını istemişti.
Beşşar Esad ise, işbirliğine hazır olduklarını ancak 'intihar olacak bazı talepleri' kabul edemeyeceklerini söylemişti.
Türk Dışişleri Bakanlığı'nın bu ani ziyaretle ilgili resmi açıklamasında da "Türkiye'nin bölgesinde meydana gelen gelişmelere kayıtsız kalması beklenemez. Türkiye bölgemizdeki yeni sıkıntılar yaşanmasını kesinlikle arzu etmemektedir" ifadelerine yer verildi.
ABD'nin Ankara Büyükelçiliği'nden bir yetkili de Anadolu Ajansı'na yaptığı açıklamada ziyaretten önceden haberdar edildiklerini, ziyaretin içeriğini konuştuklarını ve iletilecek mesajlar konusunda Türkiye ile aynı görüşleri paylaştıklarını bildirdi.
Şam: BM'yle işbirliğimiz sürüyor
Suriye Dışişleri Bakanı Faruk Şara, Suriye'nin, Lübnan'ın eski Başbakanı Refik Hariri suikastını soruşturan BM soruşturma komisyonuyla işbirliğini sürdürdüğünü belirtti.
Suriye resmi haber ajansının haberine göre, Suriye'yi ziyaret eden Abdullah Gül'le biraraya gelen Şara, ''Suriye, gerçekleri anlamak ve soruşturmanın siyasete alet edilmemesi amacıyla uluslararası soruşturma komisyonuyla işbirliğini sürdürmektedir'' dedi.
Mehlis Raporu Sonrası Suriye
Yasin Atlıoğlu
Birleşmiş Milletler (BM) Hariri Suikastı soruşturma komisyonunun başkanı Alman savcı Detlev Mehlis, suikastla ilgili raporunu 21 Ekim’de Güvenlik Konseyi’ne sundu. Yayınlanan raporda Suriye ve Lübnan istihbaratının suikasttan sorumlu tutulmasıyla Beşşar Esad yönetimi üzerindeki uluslararası baskı daha da arttı. 31 Ekim’de Güvenlik Konseyi’nin dışişleri bakanları düzeyindeki toplantısından ABD’nin Suriye’ye yönelik istediği yaptırım kararı çıkmazken 15 Aralık’ta açıklanacak ikinci rapora kadar Suriye yönetimine işbirliği çağrısı yapıldı. Türkiye hükümeti ise Suriye ile ilişkilerinde, en azından siyasal anlamda, uyguladığı geri çekilme politikasıyla birlikte son gelişmeleri uzaktan izlemeyi ve beklemeyi tercih etti.
Mehlis Raporu
Alman savcı Detlev Mehlis, Nisan ayında başlattığı Hariri suikastı soruşturmasında, içinde Lübnan ve Suriye üst düzey devlet görevlilerinin de bulunduğu 400 civarında kişiyi sorgulayarak raporunu hazırladı. Mehlis Raporu, biri Güvenlik Konseyi’ne sunulan son hali (resmi hali) ve biri de daha önce basına sızdırılan ilk hali (gayri resmi hali) olmak üzere iki ayrı metinden oluşmaktadır. Bundan dolayı işlev olarak birbirini tamamlayan iki metin göz önünde bulundurularak raporun etkileri değerlendirilmelidir. Mehlis raporunda dikkat çeken hususlardan biri de yazım şekli ve kullandığı sert üsluptur. İddialar genellikle varsayımlara dayandırılmakla birlikte metinde muğlâk ifadelere sık sık yer verilmiştir.
Mehlis’in raporunun son hali, 21 Ekim’de Güvenlik Konseyi’ne sunulmakla birlikte raporun ayrıntıları 25 Ekim’de savcı Mehlis tarafından Konsey’e sözlü olarak anlatıldı. Raporda suikastın çok kapsamlı örgütlenmeye sahip olan bir grup tarafından ve uzun bir planlama süreci sonunda gerçekleştirildiğinin altı çizilirken böyle profesyonel bir eylemin Suriye ve Lübnan istihbarat kurumlarının bilgisi dışında gerçekleşemeyeceği vurgulandı. Suriye ve Lübnan yönetimlerinin suikasta müdahil olduklarına yönelik kanıtların olduğu da ifade edildi. Rapora göre Hariri suikastı sonrası El Cezire televizyonunda yayımlanan görüntülerinde saldırıyı “Suriye ve Lübnan’da Cihad ve Zafer Örgütü” adına üstlenen Ahmed Teysir Ebu Ades’in suikastle ilgisine dair kanıt bulunamadı. Bununla birlikte Asef Şevket’in, Ebu Ades’e Şam’da suikasttan 15 gün önce zorla suikastı üstlendiğine dair bir video kaset doldurttuğu iddia edildi. Böylece Mehlis raporu, Beşşar’ın eniştesi ve suikast konusunda en fazla suçlanan isim olan Asef Şevket’e bir kez atıfta bulunmuş oldu. Raporda zanlı olarak ön plana çıkan İslami El-Ahbaş örgütü üyesi Ahmed Abdel-Al’ın kardeşi Mahmud Abdel-Al’ın suikasttan birkaç dakika önce Lübnan’ın Suriye yanlısı devlet başkanı Emil Lahud’la telefonda konuştuğu iddiası ise raporun bir hedefinin de Lahud olduğu gerçeğinin ortaya koymaktadır (Mahmud Abdel-Al 23 Ekim’de Lübnan’da tutuklandı). Savcı Mehlis, Suriyeli yetkililerin kendisiyle tam işbirliğinden kaçındığını, sorgulanan birçok yetkilinin eksik ve yanlış bilgi verdiğini belirtti. Mehlis ayrıca Suriye Dışişleri Bakanı Faruk El Şara’yı da soruşturmayı saptırmaya çalışmakla suçladı.
Yayınlanan raporun BM’deki İngiliz delegasyonunca basına sızdırılan ilk halinde Beşşar Esad ile birlikte birçok üst düzey yetkili (Mahir Esad, Asef Şevket, Hasan Halil, Behçet Süleyman) yer alıyordu. Mehlis, Suriyeli yetkililerin masum olma ihtimallerinin olmasından dolayı raporda değişiklik yaptığını söyledi. Yine ilk raporda adı verilmeyen bir Suriyeli tanığa (bu kişinin Muhammed Züheyr El Sıddık olma ihtimali yüksektir) dayandırılarak suikastı planlayanların Beşşar’ın kardeşi Mahir ve eniştesi Asef Şevket olduğu ifade ediliyor. Bu iddialar resmi raporda olmasa da Suriye yönetimini zor durumda bırakmayı amaçlamaktadır. Bu açıdan Mehlis raporunun Güvenlik Konseyine sunulan son halinden çıkarılan kısımların basına sızdırılması raporun siyasileştiğinin önemli bir göstergesi olmuştur. Mehlis’in hazırladığı raporun en önemli dayanaklarından biri olarak görülen Muhammed Züheyr El Sıddık'ın bir sahtekâr olduğu iddiaları ise raporun inandırıcılığına gölge düşürmektedir. El-Saddık, Paris’te Fransız Gizli Servisi’nin yakalanan ve kendinin El-Muhaberat adına çalıştığını öne süren bir Suriyeli’dir. Savcı Mehlis’le El-Saddık arasındaki iletişimin Beşşar’ın amcası Rıfat tarafından sağlanması tanığın güvenilirliğini daha da azaltmaktadır.
Rapora Gelen Tepkiler
Suriyeli yetkililerden gelen ilk tepkilerde Mehlis raporunun taraflı ve ön yargılı olduğunu ifade edildi. Suriye Enformasyon Bakanı Mehdi Dahlallah raporun Suriye'ye karşı siyasi bir manifesto olduğunu söylerken Suriye Dışişleri Bakanlığı hukuk danışmanlarından Riyad el Davudi de raporun varsayımlara dayandığını ve ifade veren Suriye karşıtı Lübnanlı yetkililerin güvenilir olmadığını belirtti. Suriye Devlet Başkanı Beşşar Esad da Mehlis raporu konusunda Güvenlik Konseyi üyelerine içeriği açıklanmayan bir mektup gönderdi. Suriyeli yetkililer suikastla ilgili işbirliğini sürdüreceklerini her ortamda dile getirirken Suriye halkı da 24 Ekim’de Şam’da büyük bir gösteri düzenledi. Devletin kontrolündeki meslek örgütleri öncülüğünde yapılan gösteride Suriye’ye yönelik suçlamalar reddedilirken ABD ve Bush yönetimi protesto edildi. Bu tür gösteriler her ne kadar devlet kontrolünde olsa da Beşşar’ın ülke içindeki gücünün ve halk düzeyindeki sempatisinin bir gösterisi olarak algılanabilir. Suriye yönetimi, Mehlis raporuyla kendisine yöneltilen ağır bir suçlamayı topyekün reddederken ılımlı ve işbirliğine yatkın tavrını da göstermeyi ihmal etmemektedir. Bu hareket tarzının nedenleri arasında Suriye yönetiminin üzerinde hissettiği uluslararası tehditin etkisi olduğu gibi Beşşar Esad’ın ılımlı kişilik yapısıyla radikal davranışlardan kaçınmasının etkisi de oldukça fazladır. Rapora Lübnan’dan gelen en önemli tepki Saad Hariri’nin, suikasta karışanlar için uluslararası bir mahkeme kurulmasını önermesidir. Bölgeden rapora en ilginç tepkiyi gösteren ülke ise Suriye’nin topraklarını 30 yıldan fazla bir süredir işgal altında tutan İsrail oldu. İsrail Başbakan Yardımcısı Şimon Perez, İsrail radyosuna yaptığı açıklamada Hariri raporundan sonra Suriye Devlet Başkanı Beşar Esad'ın değiştirilmesi gerektiğini söyledi. Perez’in bu tavrı Suriye’yi güçsüz bırakma siyasetinin bir uzantısı olarak değerlendirilmelidir. Hariri suikastı çerçevesinde gelişen olayların dışında duruyor gibi görünse de İsrail, Suriye üzerinde artan uluslararası baskıdan en fazla memnuniyet duyan ülkelerin başında gelmektedir.
ABD ve Batılı ülkelerde de Mehlis raporu memnuniyetle karşılanmıştır. Başkan Bush, yaptığı açıklamada, raporu kaygı verici olarak nitelendirdi ve BM Güvenlik Konseyi’nin raporu görüşmek üzere en kısa sürede toplanması gerektiğini söyledi. Dışişleri Bakanı Condoleezza Rice Suriyeli yetkilileri hesap vermeye çağırken 23 Ekim’de Sky News televizyonuna açıklamada bulunan İngiltere Başbakanı Tony Blair da, '”Suriye'ye karşı yaptırımların göz ardı edilemeyeceğini düşünüyorum” diyerek ABD yönetiminin yaklaşımına tam destek vermiştir. Nitekim bu açıklamaların ardından İngiltere Dışişleri Bakanı Jack Straw konuyla ilgili 31 Ekim’de Güvenlik Konseyi toplanma kararı aldığını açıkladı. Bu gelişmeler ABD yönetiminin Suriye’ye karşı baskı politikasında BM çatısı altında uluslararası toplumla birlikte hareket etme isteğini ortaya koyuyordu. Özellikle Irak’a yapılan askeri müdahale sonrası düzenin sağlanamaması ABD’nin bölgedeki gücünü ve etkinliğini olumsuz etkilemiştir.
Bu gelişmelerle birlikte Fransa’nın Suriye’ye ve Hariri suikastına bakışını ayrı olarak ele almak yararlı olacaktır. ABD ve İngiltere’nin Suriye karşıtı politikasına 2004 Eylülünden beri destek veren Fransa, son gelişmelerde de bu iki ülkeyle birlikte hareket etmiştir. Orta Doğu’ya bakışı çoğu zaman ABD’nin bakış açısından farklılık arz eden ve Kıta Avrupasında Amerikan karşıtlığının başını çeken Fransa’nın Suriye politikasındaki değişim dikkate değerdir. 20 yy. boyunca Fransa’nın Orta Doğu’da ilgilendiği ve etkin olmak istediği ülkelerin başında Doğu Akdeniz’e kıyısı olan üç ülke gelmektedir: Suriye, Lübnan ve İsrail (Filistin). Hafız Esad’ın 2000 yılındaki cenazesine devlet başkanı düzeyinde katılan tek Batılı ülke olarak Fransa, Suriye’de yeni döneme verdiği önemi ve etkili olma arzusunu açıkça gösteriyordu. Bu bağlamda Fransa’nın bölgedeki tarihsel tecrübesini kullanarak Beşşar Esad döneminde Suriye’nin en önemli siyasi ve ekonomik destekçilerinden biri olması bekleniyordu. Fransa Devlet Başkanı Chirac, Beşşar’ın 2001 ve 2002 yılında gerçekleştirdiği yönetimsel ve hukuki reformlarını desteklemiş ve Avrupa Birliği ile Suriye arasındaki ekonomik ilişkileri geliştirmek istemiştir. Fakat ABD’nin 2003 Irak müdahalesi sırasında ve sonrasında, Fransa’nın ve Avrupa Birliği’nin siyasi bir karşı duruş veya alternatif bir politika geliştirememesi, Fransa’nın Orta Doğu’daki manevra alanını oldukça daraltmıştır. Fransa Haziran 2004’te Lübnan politikasında olağanüstü bir değişim göstermiş ve Fransa Devlet Başkanı Chirac, Lübnan’daki Suriye askeri varlığının acil bir şekilde çıkarılması konusunda Güvenlik Konseyi’nden karar çıkarmak için ABD Başkanı Bush’a bir öneride bulunmuştur. Ağustos 2004’te Emil Lahud’un görev süresinin uzatılması ile başlayan kriz ve 1559 sayılı kararın Güvenlik Konseyinden çıkarılması, Fransa’nın Lübnan üzerinden Orta Doğu’da etkinliğini artırabileceği yeni bir fırsat sunmuştur. Bu gelişmeler, Fransa’nın hiç anlaşamadığı küresel güç ABD ile işbirliği içinde ne kadar kolay bir şekilde hareket edebildiğini göstermiştir. Bu birlikteliği bölgede demokratik değerleri yayma gibi bir misyonla açıklamaksa inandırıcı olmaktan çok uzaktır. Hariri suikasti sonrası Fransa’nın artan ilgisinde Lübnan’da Hariri aracılığıyla geniş yatırım ve ortaklık imkânı bulan Fransız sermayesinin etkisi büyüktür. Bununla birlikte BM soruşturmasının en önemli tanığı olduğu söylenen Muhammed Züheyr El Sıddık’ın Fransa’da yakalanmasını ve Rıfat Esad’ın Fransa’da barındırılmasını tesadüflerle açıklamak zordur. Kısacası Fransa’nın ABD ile işbirliği içinde olması, ancak sömürgeci mantıkla bölgede yeni fırsatlar ve etkinlik alanları oluşturmaya çalıştığı şeklinde yorumlanabilir.
BM Güvenlik Konseyi Toplantısı
31 Ekim 2005 tarihinde BM Güvenlik Konseyi dışişleri bakanları düzeyinde bir araya geldi. Güvenlik Konseyi daimi üyelerinden ABD, Fransa ve İngiltere, toplantı öncesi Suriye'ye yönelik yaptırımlar öngören ortak bir karar tasarısı hazırlamıştı. Karar tasarısı yoğun tartışmalardan sonra kabul edildi. Fakat ABD yönetiminin ısrarla istediği Suriye’ye yönelik sert bir ekonomik veya siyasi yaptırımın çıkması Çin, Rusya ve geçici üye Cezayir’in muhalefeti sayesinde engellendi. Güvenlik Konseyi, oy birliği ile aldığı kararda, Suriye’ye suikastla ilgili BM soruşturma komisyonuyla “tam işbirliği” yapma çağrısında bulundu. “Tam işbirliği” teriminin içi ve sınırları net çizmese de bu terim Suriye’nin ulusal egemenliğini zedeleyecek pek çok isteği barındırmaktadır. Kararda 15 Aralık’ta yayınlanacak ikinci Mehlis raporuna kadar suikastla ilgili Suriyeli yetkililerin BM soruşturma komisyonu tarafından yurtdışı da dâhil olmak üzere sorgulanmasına izin verilmesi ve komisyonunun bu kişilere karşı mal varlığının dondurulması ve seyahat yasağı gibi engellemelere sahip olması istendi. Kararda, Suriye’nin terörü kınaması ve terör örgütlerine verdiği desteği kesmesi istenerek ABD’nin baskısına hukuki zemin de hazırlanmaktadır. BM karar tasarısı, ülkeleri siyasi, ekonomik ve askeri olarak zorlamayı öngören BM Andlaşmasının VII. bölümü çerçevesinde hazırlandı. Güvenlik Konseyi’nin uluslararası barış ve güvenliği korumak amacıyla kullanabileceği yetkiler BM Andlaşmasının VII. bölümünde (madde 39–51) düzenlenmiştir. BM Andlaşmasının VII. bölümü “Barışın tehdidi, bozulması ve saldırma fiili halinde yapılacak hareket” başlığını taşımaktadır. Buna göre zorlama tedbirleri, silahlı kuvvetlerin kullanılmasını gerektirmeyen tedbirler (41. madde) ve silahlı kuvvetlerle yürütülecek tedbirler (42. madde) olmak üzere iki kategoriye ayrılmıştır. Muhtemelen bölgesel barışı tehdit ettiği iddiasıyla Suriye’ye karşı 41. madde kullanılarak ekonomik bir ambargo uygulamaya konabilir. Bu maddeye dayanarak Güvenlik Konseyi’nin alacağı ekonomik bir ambargo kararı, BM üyeleri için zorunlu ve uymayı önceden yükümlendikleri bir karar olacaktır.
Güvenlik Konseyi’nin bu kararıyla Hariri suikastının bölge ülkelerine gösterdiği en önemli sonuçlardan biri de, küresel güçlerin dış politikadaki hedeflerini gerçekleştirmede bir suikastı ne kadar ustalıkla kullanabildiğidir. Özellikle küresel güç ABD’nin uluslararası sistemin her köşesinde doğru ve yanlış tanımlamalarını kendi kıstaslarına göre şekillendirebilmesinden dolayı İsrail’in Filistinli liderlere karşı uyguladığı suikastlar zinciri ABD yönetimi için hiçbir anlam ifade etmezken Hariri suikastı bu kadar çok siyasal sonuç doğurabilmektedir. Hariri suikastı emsal teşkil etmek suretiyle yakın gelecekte olabilecek siyasi suikastlar bölgedeki diğer ülkeler üzerinde bir baskı unsuru olarak kullanılma potansiyelini taşıyacaktır.
Peki, bundan sonra ne olacak? 6 Kasım’da savcı Mehlis Hariri suikastıyla ilgili olarak altı Suriyeli yetkiliyi sorgulama talebinde bulundu. Sorgulanması istenen kişilerin isimleri açıklanmasa da Beşşar’ın kardeşi Mahir Esad ve eniştesi Asef Şevket’in isimlerinin yer aldığı tahmin ediliyor. Suriye yönetimi bu isteğin değerlendirileceğini açıkladı. Beşşar Esad’ın Güvenlik Konseyi kararına karşı özellikle sorgulama sürecinde bazı tavizler vermesi söz konusu olabilir. Fakat BM komisyonunun, suikastı gerçekleştiren grubun başı olduğu iddia edilen Asef Şevket’in veya Mahir Esad’ın teslim edilmesi konusunda ısrarcı bir tavır takınması durumunda Beşşar’ın bu iki kişiyi teslim etmesi düşük bir olasılık olarak görülüyor. İki isimde Beşşar’ın yeni oluşturduğu iktidar yapılanmasının önemli dayanakları olmakla birlikte aralarındaki akrabalık bağları da Suriye gibi toplumlarda oldukça önemlidir. Bununla birlikte Beşşar Esad, Suriye iç politikasındaki dengelerle çok fazla oynandığında iktidarını kaybedebileceğinin ve Suriye’nin bir kaosa sürüklenebileceğinin farkındadır.
Suriye merkezli gelişmeleri bölgesel ve küresel gelişmelerden de bağımsız düşünmemek gerekmektedir. Suriye siyasi, ekonomik ve askeri olarak zayıf bir ülke olarak görülse bile Hafız Esad döneminin dış politikasının temel unsuru uluslararası güç dengelerini iyi kullanması idi. Günümüzdeki uluslararası sistem bu tarz denge siyasetine Soğuk Savaş dönemi kadar müsait olmasa da, Beşşar bölgesel ve küresel anlamda destek bulma umutlarını yitirmemiştir. 15 Aralık’a kadar olan dönemde İran, Rusya ve Çin’den alacağı siyasi destek Beşşar iktidarının uluslararası baskı karşısında direncini artıracak ve vereceği tavizlerin boyutunu sınırlayacaktır. Suriye’nin toprak bütünlüğü özellikle komşu ülkeler (Türkiye, İran, Lübnan, Ürdün) için büyük önem arz etmektedir. Beşşar Esad’ın iktidarda olmadığı bir Suriye’nin bölgede büyük bir güvenlik boşluğu doğuracağı gibi radikal İslamcı ve Kürtçü akımların hareket sahasının genişlemesine imkân sağlayacağı bölge ülkeleri tarafından iyi bilinen bir gerçektir. ABD yönetiminin Suriye üzerinde uluslararası baskı ve tecrit politikasını arttırma eğilimi göstermesi de bölgesel gelişmelerle ve Amerikan iç politikasındaki krizlerle doğrudan bağlantılı olacaktır. Bush yönetimi iç politikada ve dış politikada bir meşruluk sorunuyla karşı karşıyadır. Bu meşruluk sorununu gidermeden en azından tek başına Suriye üzerinde siyasi veya askeri planlamalarını uygulamaya geçirmesi zordur. Bununla birlikte ABD’nin Hariri suikastı üzerinden Suriye’ye baskı politikası BM çatısı altına kaydırılarak devam ettirebileceği söylenebilir. ABD yönetimi, Suriye’ye karşı politikasını içinde kararsızlıklar barındıran sürekli bir kriz yönetimine dönüştürmüştür. Önümüzdeki dönem büyük olasılıkla Beşşar Esad iktidarda kalmakla birlikte ABD-Suriye arasındaki krizler var olmaya devam edecektir.
Hariri Soruşturmasında Türkiye’nin Tavrı
Hariri suikastı soruşturmasıyla gelişen siyasal süreç karşısında, Türkiye Hükümeti uzun süre tepkisiz kalarak, etkisiz bir dış politika davranışı sergilemiştir. Türkiye Hükümeti ancak Güvenlik Konseyi’nin Suriye’ye yönelik son kararından sonra bir açıklama yapma gereğini duymuştur. Bu açıklamada Dışişleri Bakanı Abdullah Gül, Mehlis raporu sonrası gelişmeleri yakından takip ettiklerini ve Suriye’yi savcıyla yakın işbirliği içinde olmaya davet etmiştir.
Aslında son altı aydır Türkiye-Suriye ilişkilerinin Türk-Amerikan ilişkilerinin bir parçası haline getirildiği söylenebilir. Cumhurbaşkanı Sezer’in Nisan ayında gerçekleştirdiği Şam ziyareti sonrası Türk-Amerikan ilişkilerinde artan gerginlikler ve kriz, Türkiye Hükümetini ABD yönetimine karşı yeni bir hareket tarzı geliştirmeye zorladı. Türkiye’nin ABD’ye yönelik başlattığı yoğun diplomatik hamleler ve verilen siyasi tavizlerin bir parçası olarak Türkiye-Suriye ilişkilerinde en azından siyasi anlamda bir duraklama dönemi yaşanmaktadır. Haziran ayında ABD’nin Suriye muhalefet adayı olarak sunduğu Ferid Gadiri’nin Türkiye’ye muhalif kimliğiyle gelmesi, Beşşar’ın yaz tatili için Türkiye’ye gelmesi konusunda Türk tarafının isteksiz davranması ve Birleşmiş Milletler zirvesinde yapılması planlanan zirve toplantısının Beşşar’ın zirveye katılmamasında dolayı gerçekleşmemesi gibi olaylar ilişkilerdeki soğumanın somut göstergesi olarak tarihe geçmiştir.
Tüm bunlara rağmen sınır komşusu Suriye’nin yönetim ve toprak bütünlüğünün tehdit altında olduğu bir geçiş döneminde Türkiye’nin bu kadar etkisiz bir dış politika izlemesi, Irak’tan sonra Suriye politikasında da ABD’ye karşı teslimiyetçiliğin bir ifadesi olarak algılanabilir. Oysaki bölgesel bir güç olma iddiasındaki Türkiye’nin sıradan bir bölge ülkesi gibi hareket etme lüksü yoktur ve Beşşar Suriyesi’nin içinde bulunduğu olumsuz durumdan çıkmasına yardımcı olabilecek diplomatik girişimleri acil bir şekilde başlatması gerekmektedir. Anadolu’nun tarihsel ve kültürel uzantısı olan Suriye coğrafyası, siyaset, ekonomi ve güvenlik bağlamında Türkiye’nin Orta Doğu’daki yaşamsal çıkar alanının önemli bir parçasını oluşturmaktadır. Suriye’nin toprak bütünlüğünü koruması ve istikrarlı siyasal yapısı Türkiye’nin güvenliği ve bölgesel etkinliği için birinci dereceden önemlidir. BM Güvenlik Konseyi’nin Suriye’ye yönelik alacağı bir ekonomik ambargo kararı ise bölgede en fazla Türkiye’yi etkileyecektir. Ekonomik ambargo, Türkiye-Suriye arasında hızla gelişen ekonomik ilişkilere büyük bir darbe indireceği gibi sınır bölgesinde yıllar sonra iki kardeş halk arasında yakalanan kültürel ve ticari etkileşimi de bir anda sona erdirebilir. Beşşar iktidarının merkezi otoritesini yıpratmayı ve zayıflatmayı amaçlayan ekonomik ambargo, Kuzey Suriye’de bir otorite boşluğuna ve PKK terör örgütüyle birlikte aşırı milliyetçi Kürt grupların örgütlenmesine fırsat verebilir (Irak’ta 1990 sonrası olduğu gibi). Bu durumda Türkiye, Kuzey Irak’taki PKK varlığından sonra Kuzey Suriye’de de aynı sorunla ve PKK terör örgütünün saldırılarıyla baş başa kalabilir. Görünen o ki Hariri suikastı sonucunda gelişen olaylar, Türkiye’yi oldukça yakından ilgilendirmekte ve direkt tehdit etmektedir. Türkiye Hükümeti, bağımsız ve kişilikli bir dış politika yaklaşımı ile kendi Suriye gerçeğini tanımlamak ve Beşşar Suriyesi ile işbirliği politikasına devam etmek zorundadır. Son beş yıldır Türkiye tarafından uygulanan etkili Suriye politikası, ne Türkiye’nin ekonomik zafiyetlerine ve iç politikadaki çekişmelere ne de ABD’nin çıkardığı diplomatik krizlere kurban edilmelidir. Türk siyasileri, yakın geçmişte Irak’ta yapılan hataları Suriye politikasında tekrar ederlerse Suriye’de yeni bir Irak görmeleri çok uzun bir zaman almayacaktır.
Mehlis Raporu
Alman savcı Detlev Mehlis, Nisan ayında başlattığı Hariri suikastı soruşturmasında, içinde Lübnan ve Suriye üst düzey devlet görevlilerinin de bulunduğu 400 civarında kişiyi sorgulayarak raporunu hazırladı. Mehlis Raporu, biri Güvenlik Konseyi’ne sunulan son hali (resmi hali) ve biri de daha önce basına sızdırılan ilk hali (gayri resmi hali) olmak üzere iki ayrı metinden oluşmaktadır. Bundan dolayı işlev olarak birbirini tamamlayan iki metin göz önünde bulundurularak raporun etkileri değerlendirilmelidir. Mehlis raporunda dikkat çeken hususlardan biri de yazım şekli ve kullandığı sert üsluptur. İddialar genellikle varsayımlara dayandırılmakla birlikte metinde muğlâk ifadelere sık sık yer verilmiştir.
Mehlis’in raporunun son hali, 21 Ekim’de Güvenlik Konseyi’ne sunulmakla birlikte raporun ayrıntıları 25 Ekim’de savcı Mehlis tarafından Konsey’e sözlü olarak anlatıldı. Raporda suikastın çok kapsamlı örgütlenmeye sahip olan bir grup tarafından ve uzun bir planlama süreci sonunda gerçekleştirildiğinin altı çizilirken böyle profesyonel bir eylemin Suriye ve Lübnan istihbarat kurumlarının bilgisi dışında gerçekleşemeyeceği vurgulandı. Suriye ve Lübnan yönetimlerinin suikasta müdahil olduklarına yönelik kanıtların olduğu da ifade edildi. Rapora göre Hariri suikastı sonrası El Cezire televizyonunda yayımlanan görüntülerinde saldırıyı “Suriye ve Lübnan’da Cihad ve Zafer Örgütü” adına üstlenen Ahmed Teysir Ebu Ades’in suikastle ilgisine dair kanıt bulunamadı. Bununla birlikte Asef Şevket’in, Ebu Ades’e Şam’da suikasttan 15 gün önce zorla suikastı üstlendiğine dair bir video kaset doldurttuğu iddia edildi. Böylece Mehlis raporu, Beşşar’ın eniştesi ve suikast konusunda en fazla suçlanan isim olan Asef Şevket’e bir kez atıfta bulunmuş oldu. Raporda zanlı olarak ön plana çıkan İslami El-Ahbaş örgütü üyesi Ahmed Abdel-Al’ın kardeşi Mahmud Abdel-Al’ın suikasttan birkaç dakika önce Lübnan’ın Suriye yanlısı devlet başkanı Emil Lahud’la telefonda konuştuğu iddiası ise raporun bir hedefinin de Lahud olduğu gerçeğinin ortaya koymaktadır (Mahmud Abdel-Al 23 Ekim’de Lübnan’da tutuklandı). Savcı Mehlis, Suriyeli yetkililerin kendisiyle tam işbirliğinden kaçındığını, sorgulanan birçok yetkilinin eksik ve yanlış bilgi verdiğini belirtti. Mehlis ayrıca Suriye Dışişleri Bakanı Faruk El Şara’yı da soruşturmayı saptırmaya çalışmakla suçladı.
Yayınlanan raporun BM’deki İngiliz delegasyonunca basına sızdırılan ilk halinde Beşşar Esad ile birlikte birçok üst düzey yetkili (Mahir Esad, Asef Şevket, Hasan Halil, Behçet Süleyman) yer alıyordu. Mehlis, Suriyeli yetkililerin masum olma ihtimallerinin olmasından dolayı raporda değişiklik yaptığını söyledi. Yine ilk raporda adı verilmeyen bir Suriyeli tanığa (bu kişinin Muhammed Züheyr El Sıddık olma ihtimali yüksektir) dayandırılarak suikastı planlayanların Beşşar’ın kardeşi Mahir ve eniştesi Asef Şevket olduğu ifade ediliyor. Bu iddialar resmi raporda olmasa da Suriye yönetimini zor durumda bırakmayı amaçlamaktadır. Bu açıdan Mehlis raporunun Güvenlik Konseyine sunulan son halinden çıkarılan kısımların basına sızdırılması raporun siyasileştiğinin önemli bir göstergesi olmuştur. Mehlis’in hazırladığı raporun en önemli dayanaklarından biri olarak görülen Muhammed Züheyr El Sıddık'ın bir sahtekâr olduğu iddiaları ise raporun inandırıcılığına gölge düşürmektedir. El-Saddık, Paris’te Fransız Gizli Servisi’nin yakalanan ve kendinin El-Muhaberat adına çalıştığını öne süren bir Suriyeli’dir. Savcı Mehlis’le El-Saddık arasındaki iletişimin Beşşar’ın amcası Rıfat tarafından sağlanması tanığın güvenilirliğini daha da azaltmaktadır.
Rapora Gelen Tepkiler
Suriyeli yetkililerden gelen ilk tepkilerde Mehlis raporunun taraflı ve ön yargılı olduğunu ifade edildi. Suriye Enformasyon Bakanı Mehdi Dahlallah raporun Suriye'ye karşı siyasi bir manifesto olduğunu söylerken Suriye Dışişleri Bakanlığı hukuk danışmanlarından Riyad el Davudi de raporun varsayımlara dayandığını ve ifade veren Suriye karşıtı Lübnanlı yetkililerin güvenilir olmadığını belirtti. Suriye Devlet Başkanı Beşşar Esad da Mehlis raporu konusunda Güvenlik Konseyi üyelerine içeriği açıklanmayan bir mektup gönderdi. Suriyeli yetkililer suikastla ilgili işbirliğini sürdüreceklerini her ortamda dile getirirken Suriye halkı da 24 Ekim’de Şam’da büyük bir gösteri düzenledi. Devletin kontrolündeki meslek örgütleri öncülüğünde yapılan gösteride Suriye’ye yönelik suçlamalar reddedilirken ABD ve Bush yönetimi protesto edildi. Bu tür gösteriler her ne kadar devlet kontrolünde olsa da Beşşar’ın ülke içindeki gücünün ve halk düzeyindeki sempatisinin bir gösterisi olarak algılanabilir. Suriye yönetimi, Mehlis raporuyla kendisine yöneltilen ağır bir suçlamayı topyekün reddederken ılımlı ve işbirliğine yatkın tavrını da göstermeyi ihmal etmemektedir. Bu hareket tarzının nedenleri arasında Suriye yönetiminin üzerinde hissettiği uluslararası tehditin etkisi olduğu gibi Beşşar Esad’ın ılımlı kişilik yapısıyla radikal davranışlardan kaçınmasının etkisi de oldukça fazladır. Rapora Lübnan’dan gelen en önemli tepki Saad Hariri’nin, suikasta karışanlar için uluslararası bir mahkeme kurulmasını önermesidir. Bölgeden rapora en ilginç tepkiyi gösteren ülke ise Suriye’nin topraklarını 30 yıldan fazla bir süredir işgal altında tutan İsrail oldu. İsrail Başbakan Yardımcısı Şimon Perez, İsrail radyosuna yaptığı açıklamada Hariri raporundan sonra Suriye Devlet Başkanı Beşar Esad'ın değiştirilmesi gerektiğini söyledi. Perez’in bu tavrı Suriye’yi güçsüz bırakma siyasetinin bir uzantısı olarak değerlendirilmelidir. Hariri suikastı çerçevesinde gelişen olayların dışında duruyor gibi görünse de İsrail, Suriye üzerinde artan uluslararası baskıdan en fazla memnuniyet duyan ülkelerin başında gelmektedir.
ABD ve Batılı ülkelerde de Mehlis raporu memnuniyetle karşılanmıştır. Başkan Bush, yaptığı açıklamada, raporu kaygı verici olarak nitelendirdi ve BM Güvenlik Konseyi’nin raporu görüşmek üzere en kısa sürede toplanması gerektiğini söyledi. Dışişleri Bakanı Condoleezza Rice Suriyeli yetkilileri hesap vermeye çağırken 23 Ekim’de Sky News televizyonuna açıklamada bulunan İngiltere Başbakanı Tony Blair da, '”Suriye'ye karşı yaptırımların göz ardı edilemeyeceğini düşünüyorum” diyerek ABD yönetiminin yaklaşımına tam destek vermiştir. Nitekim bu açıklamaların ardından İngiltere Dışişleri Bakanı Jack Straw konuyla ilgili 31 Ekim’de Güvenlik Konseyi toplanma kararı aldığını açıkladı. Bu gelişmeler ABD yönetiminin Suriye’ye karşı baskı politikasında BM çatısı altında uluslararası toplumla birlikte hareket etme isteğini ortaya koyuyordu. Özellikle Irak’a yapılan askeri müdahale sonrası düzenin sağlanamaması ABD’nin bölgedeki gücünü ve etkinliğini olumsuz etkilemiştir.
Bu gelişmelerle birlikte Fransa’nın Suriye’ye ve Hariri suikastına bakışını ayrı olarak ele almak yararlı olacaktır. ABD ve İngiltere’nin Suriye karşıtı politikasına 2004 Eylülünden beri destek veren Fransa, son gelişmelerde de bu iki ülkeyle birlikte hareket etmiştir. Orta Doğu’ya bakışı çoğu zaman ABD’nin bakış açısından farklılık arz eden ve Kıta Avrupasında Amerikan karşıtlığının başını çeken Fransa’nın Suriye politikasındaki değişim dikkate değerdir. 20 yy. boyunca Fransa’nın Orta Doğu’da ilgilendiği ve etkin olmak istediği ülkelerin başında Doğu Akdeniz’e kıyısı olan üç ülke gelmektedir: Suriye, Lübnan ve İsrail (Filistin). Hafız Esad’ın 2000 yılındaki cenazesine devlet başkanı düzeyinde katılan tek Batılı ülke olarak Fransa, Suriye’de yeni döneme verdiği önemi ve etkili olma arzusunu açıkça gösteriyordu. Bu bağlamda Fransa’nın bölgedeki tarihsel tecrübesini kullanarak Beşşar Esad döneminde Suriye’nin en önemli siyasi ve ekonomik destekçilerinden biri olması bekleniyordu. Fransa Devlet Başkanı Chirac, Beşşar’ın 2001 ve 2002 yılında gerçekleştirdiği yönetimsel ve hukuki reformlarını desteklemiş ve Avrupa Birliği ile Suriye arasındaki ekonomik ilişkileri geliştirmek istemiştir. Fakat ABD’nin 2003 Irak müdahalesi sırasında ve sonrasında, Fransa’nın ve Avrupa Birliği’nin siyasi bir karşı duruş veya alternatif bir politika geliştirememesi, Fransa’nın Orta Doğu’daki manevra alanını oldukça daraltmıştır. Fransa Haziran 2004’te Lübnan politikasında olağanüstü bir değişim göstermiş ve Fransa Devlet Başkanı Chirac, Lübnan’daki Suriye askeri varlığının acil bir şekilde çıkarılması konusunda Güvenlik Konseyi’nden karar çıkarmak için ABD Başkanı Bush’a bir öneride bulunmuştur. Ağustos 2004’te Emil Lahud’un görev süresinin uzatılması ile başlayan kriz ve 1559 sayılı kararın Güvenlik Konseyinden çıkarılması, Fransa’nın Lübnan üzerinden Orta Doğu’da etkinliğini artırabileceği yeni bir fırsat sunmuştur. Bu gelişmeler, Fransa’nın hiç anlaşamadığı küresel güç ABD ile işbirliği içinde ne kadar kolay bir şekilde hareket edebildiğini göstermiştir. Bu birlikteliği bölgede demokratik değerleri yayma gibi bir misyonla açıklamaksa inandırıcı olmaktan çok uzaktır. Hariri suikasti sonrası Fransa’nın artan ilgisinde Lübnan’da Hariri aracılığıyla geniş yatırım ve ortaklık imkânı bulan Fransız sermayesinin etkisi büyüktür. Bununla birlikte BM soruşturmasının en önemli tanığı olduğu söylenen Muhammed Züheyr El Sıddık’ın Fransa’da yakalanmasını ve Rıfat Esad’ın Fransa’da barındırılmasını tesadüflerle açıklamak zordur. Kısacası Fransa’nın ABD ile işbirliği içinde olması, ancak sömürgeci mantıkla bölgede yeni fırsatlar ve etkinlik alanları oluşturmaya çalıştığı şeklinde yorumlanabilir.
BM Güvenlik Konseyi Toplantısı
31 Ekim 2005 tarihinde BM Güvenlik Konseyi dışişleri bakanları düzeyinde bir araya geldi. Güvenlik Konseyi daimi üyelerinden ABD, Fransa ve İngiltere, toplantı öncesi Suriye'ye yönelik yaptırımlar öngören ortak bir karar tasarısı hazırlamıştı. Karar tasarısı yoğun tartışmalardan sonra kabul edildi. Fakat ABD yönetiminin ısrarla istediği Suriye’ye yönelik sert bir ekonomik veya siyasi yaptırımın çıkması Çin, Rusya ve geçici üye Cezayir’in muhalefeti sayesinde engellendi. Güvenlik Konseyi, oy birliği ile aldığı kararda, Suriye’ye suikastla ilgili BM soruşturma komisyonuyla “tam işbirliği” yapma çağrısında bulundu. “Tam işbirliği” teriminin içi ve sınırları net çizmese de bu terim Suriye’nin ulusal egemenliğini zedeleyecek pek çok isteği barındırmaktadır. Kararda 15 Aralık’ta yayınlanacak ikinci Mehlis raporuna kadar suikastla ilgili Suriyeli yetkililerin BM soruşturma komisyonu tarafından yurtdışı da dâhil olmak üzere sorgulanmasına izin verilmesi ve komisyonunun bu kişilere karşı mal varlığının dondurulması ve seyahat yasağı gibi engellemelere sahip olması istendi. Kararda, Suriye’nin terörü kınaması ve terör örgütlerine verdiği desteği kesmesi istenerek ABD’nin baskısına hukuki zemin de hazırlanmaktadır. BM karar tasarısı, ülkeleri siyasi, ekonomik ve askeri olarak zorlamayı öngören BM Andlaşmasının VII. bölümü çerçevesinde hazırlandı. Güvenlik Konseyi’nin uluslararası barış ve güvenliği korumak amacıyla kullanabileceği yetkiler BM Andlaşmasının VII. bölümünde (madde 39–51) düzenlenmiştir. BM Andlaşmasının VII. bölümü “Barışın tehdidi, bozulması ve saldırma fiili halinde yapılacak hareket” başlığını taşımaktadır. Buna göre zorlama tedbirleri, silahlı kuvvetlerin kullanılmasını gerektirmeyen tedbirler (41. madde) ve silahlı kuvvetlerle yürütülecek tedbirler (42. madde) olmak üzere iki kategoriye ayrılmıştır. Muhtemelen bölgesel barışı tehdit ettiği iddiasıyla Suriye’ye karşı 41. madde kullanılarak ekonomik bir ambargo uygulamaya konabilir. Bu maddeye dayanarak Güvenlik Konseyi’nin alacağı ekonomik bir ambargo kararı, BM üyeleri için zorunlu ve uymayı önceden yükümlendikleri bir karar olacaktır.
Güvenlik Konseyi’nin bu kararıyla Hariri suikastının bölge ülkelerine gösterdiği en önemli sonuçlardan biri de, küresel güçlerin dış politikadaki hedeflerini gerçekleştirmede bir suikastı ne kadar ustalıkla kullanabildiğidir. Özellikle küresel güç ABD’nin uluslararası sistemin her köşesinde doğru ve yanlış tanımlamalarını kendi kıstaslarına göre şekillendirebilmesinden dolayı İsrail’in Filistinli liderlere karşı uyguladığı suikastlar zinciri ABD yönetimi için hiçbir anlam ifade etmezken Hariri suikastı bu kadar çok siyasal sonuç doğurabilmektedir. Hariri suikastı emsal teşkil etmek suretiyle yakın gelecekte olabilecek siyasi suikastlar bölgedeki diğer ülkeler üzerinde bir baskı unsuru olarak kullanılma potansiyelini taşıyacaktır.
Peki, bundan sonra ne olacak? 6 Kasım’da savcı Mehlis Hariri suikastıyla ilgili olarak altı Suriyeli yetkiliyi sorgulama talebinde bulundu. Sorgulanması istenen kişilerin isimleri açıklanmasa da Beşşar’ın kardeşi Mahir Esad ve eniştesi Asef Şevket’in isimlerinin yer aldığı tahmin ediliyor. Suriye yönetimi bu isteğin değerlendirileceğini açıkladı. Beşşar Esad’ın Güvenlik Konseyi kararına karşı özellikle sorgulama sürecinde bazı tavizler vermesi söz konusu olabilir. Fakat BM komisyonunun, suikastı gerçekleştiren grubun başı olduğu iddia edilen Asef Şevket’in veya Mahir Esad’ın teslim edilmesi konusunda ısrarcı bir tavır takınması durumunda Beşşar’ın bu iki kişiyi teslim etmesi düşük bir olasılık olarak görülüyor. İki isimde Beşşar’ın yeni oluşturduğu iktidar yapılanmasının önemli dayanakları olmakla birlikte aralarındaki akrabalık bağları da Suriye gibi toplumlarda oldukça önemlidir. Bununla birlikte Beşşar Esad, Suriye iç politikasındaki dengelerle çok fazla oynandığında iktidarını kaybedebileceğinin ve Suriye’nin bir kaosa sürüklenebileceğinin farkındadır.
Suriye merkezli gelişmeleri bölgesel ve küresel gelişmelerden de bağımsız düşünmemek gerekmektedir. Suriye siyasi, ekonomik ve askeri olarak zayıf bir ülke olarak görülse bile Hafız Esad döneminin dış politikasının temel unsuru uluslararası güç dengelerini iyi kullanması idi. Günümüzdeki uluslararası sistem bu tarz denge siyasetine Soğuk Savaş dönemi kadar müsait olmasa da, Beşşar bölgesel ve küresel anlamda destek bulma umutlarını yitirmemiştir. 15 Aralık’a kadar olan dönemde İran, Rusya ve Çin’den alacağı siyasi destek Beşşar iktidarının uluslararası baskı karşısında direncini artıracak ve vereceği tavizlerin boyutunu sınırlayacaktır. Suriye’nin toprak bütünlüğü özellikle komşu ülkeler (Türkiye, İran, Lübnan, Ürdün) için büyük önem arz etmektedir. Beşşar Esad’ın iktidarda olmadığı bir Suriye’nin bölgede büyük bir güvenlik boşluğu doğuracağı gibi radikal İslamcı ve Kürtçü akımların hareket sahasının genişlemesine imkân sağlayacağı bölge ülkeleri tarafından iyi bilinen bir gerçektir. ABD yönetiminin Suriye üzerinde uluslararası baskı ve tecrit politikasını arttırma eğilimi göstermesi de bölgesel gelişmelerle ve Amerikan iç politikasındaki krizlerle doğrudan bağlantılı olacaktır. Bush yönetimi iç politikada ve dış politikada bir meşruluk sorunuyla karşı karşıyadır. Bu meşruluk sorununu gidermeden en azından tek başına Suriye üzerinde siyasi veya askeri planlamalarını uygulamaya geçirmesi zordur. Bununla birlikte ABD’nin Hariri suikastı üzerinden Suriye’ye baskı politikası BM çatısı altına kaydırılarak devam ettirebileceği söylenebilir. ABD yönetimi, Suriye’ye karşı politikasını içinde kararsızlıklar barındıran sürekli bir kriz yönetimine dönüştürmüştür. Önümüzdeki dönem büyük olasılıkla Beşşar Esad iktidarda kalmakla birlikte ABD-Suriye arasındaki krizler var olmaya devam edecektir.
Hariri Soruşturmasında Türkiye’nin Tavrı
Hariri suikastı soruşturmasıyla gelişen siyasal süreç karşısında, Türkiye Hükümeti uzun süre tepkisiz kalarak, etkisiz bir dış politika davranışı sergilemiştir. Türkiye Hükümeti ancak Güvenlik Konseyi’nin Suriye’ye yönelik son kararından sonra bir açıklama yapma gereğini duymuştur. Bu açıklamada Dışişleri Bakanı Abdullah Gül, Mehlis raporu sonrası gelişmeleri yakından takip ettiklerini ve Suriye’yi savcıyla yakın işbirliği içinde olmaya davet etmiştir.
Aslında son altı aydır Türkiye-Suriye ilişkilerinin Türk-Amerikan ilişkilerinin bir parçası haline getirildiği söylenebilir. Cumhurbaşkanı Sezer’in Nisan ayında gerçekleştirdiği Şam ziyareti sonrası Türk-Amerikan ilişkilerinde artan gerginlikler ve kriz, Türkiye Hükümetini ABD yönetimine karşı yeni bir hareket tarzı geliştirmeye zorladı. Türkiye’nin ABD’ye yönelik başlattığı yoğun diplomatik hamleler ve verilen siyasi tavizlerin bir parçası olarak Türkiye-Suriye ilişkilerinde en azından siyasi anlamda bir duraklama dönemi yaşanmaktadır. Haziran ayında ABD’nin Suriye muhalefet adayı olarak sunduğu Ferid Gadiri’nin Türkiye’ye muhalif kimliğiyle gelmesi, Beşşar’ın yaz tatili için Türkiye’ye gelmesi konusunda Türk tarafının isteksiz davranması ve Birleşmiş Milletler zirvesinde yapılması planlanan zirve toplantısının Beşşar’ın zirveye katılmamasında dolayı gerçekleşmemesi gibi olaylar ilişkilerdeki soğumanın somut göstergesi olarak tarihe geçmiştir.
Tüm bunlara rağmen sınır komşusu Suriye’nin yönetim ve toprak bütünlüğünün tehdit altında olduğu bir geçiş döneminde Türkiye’nin bu kadar etkisiz bir dış politika izlemesi, Irak’tan sonra Suriye politikasında da ABD’ye karşı teslimiyetçiliğin bir ifadesi olarak algılanabilir. Oysaki bölgesel bir güç olma iddiasındaki Türkiye’nin sıradan bir bölge ülkesi gibi hareket etme lüksü yoktur ve Beşşar Suriyesi’nin içinde bulunduğu olumsuz durumdan çıkmasına yardımcı olabilecek diplomatik girişimleri acil bir şekilde başlatması gerekmektedir. Anadolu’nun tarihsel ve kültürel uzantısı olan Suriye coğrafyası, siyaset, ekonomi ve güvenlik bağlamında Türkiye’nin Orta Doğu’daki yaşamsal çıkar alanının önemli bir parçasını oluşturmaktadır. Suriye’nin toprak bütünlüğünü koruması ve istikrarlı siyasal yapısı Türkiye’nin güvenliği ve bölgesel etkinliği için birinci dereceden önemlidir. BM Güvenlik Konseyi’nin Suriye’ye yönelik alacağı bir ekonomik ambargo kararı ise bölgede en fazla Türkiye’yi etkileyecektir. Ekonomik ambargo, Türkiye-Suriye arasında hızla gelişen ekonomik ilişkilere büyük bir darbe indireceği gibi sınır bölgesinde yıllar sonra iki kardeş halk arasında yakalanan kültürel ve ticari etkileşimi de bir anda sona erdirebilir. Beşşar iktidarının merkezi otoritesini yıpratmayı ve zayıflatmayı amaçlayan ekonomik ambargo, Kuzey Suriye’de bir otorite boşluğuna ve PKK terör örgütüyle birlikte aşırı milliyetçi Kürt grupların örgütlenmesine fırsat verebilir (Irak’ta 1990 sonrası olduğu gibi). Bu durumda Türkiye, Kuzey Irak’taki PKK varlığından sonra Kuzey Suriye’de de aynı sorunla ve PKK terör örgütünün saldırılarıyla baş başa kalabilir. Görünen o ki Hariri suikastı sonucunda gelişen olaylar, Türkiye’yi oldukça yakından ilgilendirmekte ve direkt tehdit etmektedir. Türkiye Hükümeti, bağımsız ve kişilikli bir dış politika yaklaşımı ile kendi Suriye gerçeğini tanımlamak ve Beşşar Suriyesi ile işbirliği politikasına devam etmek zorundadır. Son beş yıldır Türkiye tarafından uygulanan etkili Suriye politikası, ne Türkiye’nin ekonomik zafiyetlerine ve iç politikadaki çekişmelere ne de ABD’nin çıkardığı diplomatik krizlere kurban edilmelidir. Türk siyasileri, yakın geçmişte Irak’ta yapılan hataları Suriye politikasında tekrar ederlerse Suriye’de yeni bir Irak görmeleri çok uzun bir zaman almayacaktır.
Sunday, November 13, 2005
Thursday, November 10, 2005
Speech of President Bashar al-Asad at Damascus University
Source: SANA
10.11.2005
Before I start this speech, I would like to say that I was asked several times last week, why I look pale, and whether it was because of the pressures. I said no. In fact I was a little ill. I am saying this so that I do not get asked the same question again. Political circumstances make us more united; and when we get united we become stronger and livelier. This speech was scheduled for next week; but because of the fast pace of developments, I decided to make it today.
Esteemed professors, dear students,
Esteemed professors, dear students,
It gives me great pleasure to address you from this platform at Damascus University, this great seat of learning which has, for decades, been a rallying point for the vanguard of Syrian and Arab young people, and has produced graduates who went on to be the best scientists, administrators and politicians and who have been working on achieving development and progress in our country.
It is a great opportunity for me to be in the university in which I spent some of my most beautiful and energetic days. I recall the six years I spent in the buildings, courtyards and laboratories of this university as a student learning from its professors, reading its books, and sharing the concerns and aspirations of this country with its students during a political stage which is not very different, in terms of its political implications and challenges from this period. Neither does it differ in terms of the seriousness of the conspiracies against Syria and the region and the gravity of the challenges which we face. The different structures of the university played an important role in analyzing these challenges and conspiracies and unraveling their implications, on the one hand, and mobilizing society to confront them, on the other. This is a very important and formative stage in the life of every young man and woman. The house and the family are the foundations for a person’s life, the school enhances this process and the university matures not only his/her academic experience, but social and political experience as well.
Hence the importance of this meeting today which I was keen on holding at this particular time in light of the political developments and the serious challenges we face so that we give you an insight into the present situation. I am keen on having all citizens fully aware of the details of the events and developments which have an impact on their life and destiny in the present and the future, and so that every one of us takes his/her position in the process of building and developing the country and play his/her part in facing the current challenges.
The fast pace of developments in our region and the incumbent tragic consequences of these developments made Arab citizens pay a high price in terms of their livelihood, security and dignity. The confused vision and the loss of direction among some people violently shocked the convictions, ideas and values of the Arab people, particularly young people. A number of international circles, and their agents in our Arab establishment, have been trying to promote their destructive political schemes under exciting names which touch people’s feelings and emotions and have been targeting people’s minds and souls before targeting their countries and invading their cultural identity and national existence before invading their national borders. They have been doing this in an orchestrated media campaign which has met a partial success thanks to the high technology it possesses, the money it spends, and because of the dubious trumpets it hires in order to promote this campaign of deceit with unparalleled shallowness.
The campaigns which have been waged on the Arab nation, and Syria in particular, in recent years, are extremely dangerous. The danger lies in the fact that they target the intellectual, psychological and moral structure of Arabs, within the framework of a media, cultural and scientific war which targets our young generations in particular with the aim of separating them from their identity, heritage and history and making them lose confidence in themselves and their capabilities, and consequently pushing them to surrender to the illusion of certain defeat at the first attempt to confront and stand fast before outside pressure put on the whole region, and on Syria in particular.
Theorists of this war have targeted our youth, in particular, because they do not recall, or have not lived the details of the political events in the past two decades and earlier. For Syria was able then to stand the storms blowing from every direction and which failed to achieve their objectives. That is why they think that these young people are the week point in any confrontation or any attempt to crack our national structure. I tell you, in all confidence, that your generation will prove to the enemies and the opponents that it is not less capable of standing fast and challenging than those who preceded them. This is because the will to stand fast and challenge is a national heritage inherited by one generation from another. And this heritage is usually enriched and developed by these generations and by their possession of more knowledge. Hence, you and I are going to face these challenges together with the spirit of the age, and will defeat them with the strength of this generation, the determination that we inherited from our fathers and forefathers and by connecting our past with our future. Our age, like any other, is the age of the powerful only; and there is no place in it for the week. When we understand this fully, it becomes our national duty to look for all the elements of our strength through mobilizing all our national energies and capabilities in order to protect and safeguard our decision, independence and sovereignty.
Hence, and from our belief in this principle sprang our problem with some of the big powers. It is a chronic problem which has its roots in the time when conflict between our will for independence and the intervention of others in our affairs which aimed at imposing their will on our decisions.
A quick look at the issues raised at present on the political arena with a great deal of noise against Syria and her stances, will show that all of them have one root which is our absolute rejection to bargain over independence versus subordination, sovereignty versus submission and dignity versus submission.
Here, an urgent question suggests itself: was Syria wrong in its positions, or was Syria wrong to the extent of the attack being launched on it? Has Syria made mistakes that justify this violent campaigns in the media which are with no free will and sometimes no conscience?
Had there been bargaining over resistance in Lebanon, over the Intifada, over Iraq’s independence and the dignity of our nation, we would not have had any problem with those powers, and they would not have talked about misjudgment here or there. In a nutshell, had Syria been mistaken, they would not have attacked her.
The problem of certain powers with Syria, or Syria’s problem with certain powers is its pan-Arab national identity. Arab nationalism is our identity and our history; and history is our memory which enables us to go to the heart of the present and the future. They want us without a memory so that they can plan our future for us, and without an identity so that they can identify our role for us.
Here I site a few examples to illustrate this point. We read and hear from some foreign envoys that the cause of the anger of some officials in certain countries, and you know whom I mean, against Syria is that President Bashar al-Asad committed himself before them to internal reform, and he has not implemented that reform. We did not know that the Syrian people have elected these foreign officials as representatives of their members of parliament in order to represent them; and that President Bashar has to express commitment to those foreign officials.
We did not know that they cared more for us than we cared for ourselves. We did not know that they were appointed as our guardians. This, in fact, shows a great deal of contempt, not for Syria, I am speaking in general about the Arab countries. They look at us as if we were non-existent, as if we have no people, no resources and no owners; as if Syria were a farm. And the same applies to other countries.
What are the reforms they want us to implement so that we check their credibility. Is it political reform? What kind of political reform are they talking about? They want the country without controls so that they could blackmail any regime form the inside.
Is it economic reform? They want us to open our markets before them regardless of our interests, in return for some charity and left-overs which will be offered to us.
As to cultural reform, they want us to get out of our skin and become a copy of them. If they want to prove the credibility of their propositions, since they always express concern for our internal situation, let them come forward and support us in the political framework to restore our occupied land and to prevent aggression against us if they are truthful.
In the economic context, let them come forward and support us so that we improve our economic situation and consequently the living conditions of our citizens. We want real support, not imaginary or partial support that does not achieve the desired objectives.
A couple of days ago there was a statement that the European Union did not invite the Syrian President. Of course we responded in a clear manner. This shows that they do not accept any Arab to decline an invitation. It is incomprehensible for them that anyone might say no, even to an invitation to a conference.
Many months ago, and before we received an official written invitation, when they were telling us that we should go, we said that this is a meeting concerning the Association Agreement, and I used to tell them that I will not go unless the Association Agreement is signed. So, we had already declined the invitation. But I mean that the method of cooperation comes in this framework. And regrettably, we as Arabs, taught them this. They should know our truth in Syria. We are not a state that accepts any relegation of our independence and free decision.
Ladies and gentlemen,
Our region, as you can see, has witnessed bloody events. And Syria was at the heart of these events. And by virtue of its position and historical role, it faced its fare share of similar challenges which were accompanied by direct threats which depended on dubious political and media campaigns based on falsifying conceptions and twisting the truth in order to achieve their objectives.
The political scene consisted of a number of hot spots whose elements converged in order to lead to changing the political, cultural and human face of the region and redrawing its map in a manner that meets the new tasks and functions of this region and serves the strategies interests of some foreign powers, particularly Israel. The Israeli factor has had always a dubious presence on all these arenas. Developments have in fact shown that that Israel was the most prominent actor and the greatest beneficiary.
If these events are clear before our eyes in their context, background and causes, knowing more will enhance your conviction and support your position, particularly after recent events have been distorted in an unprecedented manner using lies, deception and black propaganda which reveals the hidden intentions behind them and the malicious desires which lurk behind the words.
Syria’s stances have always been based on a high sense of historical responsibility dictated by its geopolitical position and direct relationship with the conflicts surrounding it. It was natural, in light of the desire for domination on the part of certain international centers, such a role should not be accepted. And it was natural that all our efforts aimed at finding rational solutions to pending issues in a manner that contributes to the establishment of security and stability in the region failed.
What is happening in Iraq is cause for concern for every Arab. This Arab country is in the process of fragmentation and disintegration. And no one knows when the big explosion that will throw the region into the vortex of the unknown and lead to dangerous repercussions that could affect regions far beyond the boundaries of the Middle East will happen.
The first danger threatening Iraq is eliminating its Arab identity under a number of pretexts and implications which are at odds with the history of Iraq and its people. The second danger is the political and security chaos which pervades the Iraqi arena and which is directly related to the question of Iraq’s territorial integrity. The more chaos prevails, the greater the possibility for internal strife, which increases the danger on Iraq and leads to shedding more of the blood of innocent Iraqis. Both dangers pave the way before the disintegration of Iraq with its incumbent direct dangers for Iraq’s neighbors. When damage goes beyond the borders of any country, it is no longer an internal issue. Other countries become directly concerned with developments in that country. Hence, we say that Iraq’s Arab identity is an Arab and regional concern in as much as it is an Iraqi concern; and preserving it is the duty of all concerned countries, particularly those neighboring Iraq. We all have to support the desires of the Iraqi people who support and uphold the true identity of Iraq, which is an Arab identity in terms of Iraq’s land, people, heritage and history.
There were negative propositions when the Iraqi constitution was put to the vote. And before the Iraq question, the issue of Arabism was raised in a negative manner, i.e. accusing Arabism or Arab nationalism of racism. This is unfair to Arab nationalism, in most cases, and has malicious motives and expresses ignorance, in other cases. Nationalism is not a racist concept and is not based on race. I remember that we studied at school that nationalism is based on a number of pillars like race, geography, history, common interests, mutual interests and other factors. Neither this theory, nor the national history of the region say that we thought, at any time, in a racist manner. The model is Syria in its diversity, despite the fact that it believes in Arab nationalism. Arabism is a civilizational concept which absorbs all cultures and interests, and particularly the common desire to live together. This common desire is often combined with common interests, which are, in turn, related to geography and history. Most of these factors are interrelated; but no concept or cause bases Arab nationalism on race.
International, regional and local parties have been trying to cause confusion in relation to Syria’s stances towards Iraq. This has been done by distorting these positions through a systematic campaign to imply that there is a Syrian link to the chain of regrettable incidents whose victims are the Iraqi people. There was a strong interaction between the Syrian and Iraqi peoples after the invasion of Iraq. This meeting between the two peoples had been forbidden for long decades: since the independence of the two countries. The great powers thought that this meeting was unacceptable, so they started to accuse Syria of all the terrorist operations taking place in Iraq with the aim of destroying the bridges between the two peoples and preventing any meeting between them in the future naturally and in a manner that saves these powers any effort to prevent this meeting. This accusation, of course, creates a gap between the two peoples which becomes difficult to bridge.
At the same time, there have been Iraqi officials who ignored Syria’s position towards these operations and used to blame Syria again and again and wonder why Syria does not condemn these operations. I do not recall that we supported these operations, neither in a speech nor in a newspaper article. I used to ask them, what is the problem? They used to say that we always put the news of these operations on the first pages of our papers. What kind of explanation is that? Of course all papers put the important news on the first page. I made statements later, and we wrote editorials and article in our papers which express clearly our rejection of these terrorist operations. But it seems that it is forbidden for these Iraqi officials to listen to what we say. So, we say to the Iraqi people very clearly that we condemn any terrorist operation against any Iraqi citizen, and add that, as far as we are concerned, the blood of every Iraqi is exactly the same as the blood of every Syrian. We have to work, and we will continue to work as we have worked in the past, to preserve Iraqi blood, honour, independence and aspirations.
This leads us to talk about the borders, this big lie which is being used as a well drawn scheme to accuse Syria. It is being circulated and exaggerated as the occupation forces in Iraq face more problems.
I talked previously on the subject and said that when Collin Powell came in 2003 and talked to us about controlling the borders, we said that we could not, and this has been a chronic problem. In principle, no country can control its borders. Big trucks used to enter Syria undetected, so how do you want Syria to control the passage of individuals? At any rate, if you are so concerned about this problem, we accept any technology that could help us in this area. Of course they have not provided anything.
Many American delegations came and talked to us about the same issue. They used to start by saying the United States cannot control its borders with Mexico, and end up by saying that Syria has to control its borders with Iraq. This means that a super-power cannot control its borders and we can. Iraqi delegations came and talked with the same logic; and there were unfounded accusations. We told our Iraqi brothers that we were prepared to cooperate in that regard. We told all these parties that regardless of the American demand, and regardless of any pressure, we have an interest in controlling our borders, because the chaos in Iraq had a direct impact on the security situation in Syria. So, we have an interest, but cooperation requires two parties. Shall we cooperate with ourselves on both sides of the border? We are on one side of the border, and there has to be cooperation on the other side, whether on the part of the Americans or the Iraqis. We stress again today that we are open without limits to cooperation with our Iraqi brothers, whether for controlling the borders directly or what lies beyond the borders, through security cooperation and other measures.
The strange thing is that the American accusations after the invasion and until the middle of 2004 were about what they called them Jihadis or Salafis or fundamentalists or Islamic terrorists. Suddenly these became Baathists and followers of Sadam Husein. This shows the state of confusion and the psychological pressure on the occupation forces.
I just wanted to lay this before you very quickly, because we talked about it before, just to point out that Syria does not neglect the border issue; neither does it neglect the Iraqi interests or its own. But the real problem lies in the difficulties faced by the Americans or by the occupation forces in Iraq in general. Of course it is unreasonable for them to say that they are wrong. Its only natural that they should blame others, and the easiest is to blame Syria. We tried our best, at the same time, to establish close cooperation with the current Iraqi government and invited president Jala Talabani and prime minister Ibrahim Ja’afari immediately after they took office. We sent a diplomatic delegation to Baghdad to restore diplomatic relations and open embassies. The delegation was authorized to discuss cooperation in the security and political areas. The mission of this delegation was thwarted and it was not allowed to meet local officials although it stayed a full week in Iraq. The delegation was supposed to prepare for the visit of the foreign minister and other officials from different sectors so that we could start a new relationship with Iraq and achieve a quality leap. This is what we had heard from Mr Ja’afari when he visited Syria before becoming prime minister. The occupation forces caused the failure of this delegation; and the political relationship was prevented. I am saying this so that no one might think that we have not tried, or we have not done our duty by the relationship with Iraq in all its aspects. But we do not blame them, because they do not have the final say on this. Despite all what I have Jut said, I renew my invitation to Mr Talabani and Mr Ja’afari to overcome their unjustified fear and visit Syria, because, ultimately, no one will stand by Iraq except its Arab sister states. Syria will remain beside Iraq to preserve it from the destruction of this wrong war so that it could go back to playing its Arab and regional role and to occupy the place it deserves in the international community. It has become urgent at this stage to draw a time frame for the withdrawal of foreign forces from Iraq, because that will protect Iraq against internal fragmentation, restore its independence, preserve the lives of innocent people, save it from the daily mistakes of the occupation forces which cause more chaos; and is a better alternative to blaming their mistakes on others.
On the Palestinian arena, we supported president Mahmoud Abbas when he came to Syria, stressed the importance of the unity of the Palestinian people, insisted on their inalienable rights through national dialogue among Palestinian factions and the complementarity of their roles. Our position has been the support of the struggle of the Palestinian people in order to regain their rights, and giving everything in our power to this end. We declared on many different occasions that Syria agrees to whatever our Palestinians brothers agree to, and will definitely reject what they reject.
Lebanon was the tumultuous arena on which certain big powers wanted to settle accounts with Syria and with the patriotic forces which supported the resistance and achieved the Israeli withdrawal from most Lebanese territories, making it a base for conspiring against Syria and its pan-Arab stands. The starting point in this regard was to strike at the Lebanese resistance as a prelude to a rearrangement of the situation in Lebanon and redrawing its role and status in its Arab surrounding.
The arms of the resistance have always been a main concern for Israel and the forces supporting it. That is why the resistance has to be disarmed. And Syria was required to play a role in this regard in return for some gains.
The used to believe that Syria would not leave Lebanon. Some people might have thought that withdrawal from Lebanon will lead to the collapse of the Syrian state and consequently we would not have given up such a thing. The bargain after resolution 1559 was for Syria’s presence in Lebanon or slow and phased withdrawal. And finally the idea emerged clearly when it was proposed to us that Syria could withdraw gradually from Lebanon, but if it wanted to stay, it had to find a solution for the Hizbullah problem, i.e. the arms of the resistance. We refused, of course, and said this is not Syria’s task, and the subject does not concern us at all. As far as we were concerned, we were continuing withdrawal in accordance with an already set timeframe, and we leave it to you to solve to this problem. In other words, we will leave it to you and see how you are going to deal with the Lebanese situation.
This was towards the end of 2004 and beginning of 2005. What happened later is that prime minister Hariri was assassinated and things turned in a different direction. Our problem with staying or leaving was not the international resolutions, the problem was the approval or disapproval of the Lebanese people. After the assassination of prime minister Hariri there was a radical change in the position of some sections of the Lebanese society. There was an emotional outburst incited and misled by the Lebanese media and some Lebanese officials. Our decision at the time was immediate withdrawal, although we did not declare it. I am talking about the days following the Hariri assassination and its repercussions in Lebanon.
The decision of immediate withdrawal was not linked to any timeframe. In April or May there was international pressure for Syria to withdraw from Lebanon before the election, even by one day. We withdrew a month and several day, or a month and a week before the elections. But we are concerned with the implications of this pressure. They thought that Syria’s presence during the elections will affect their course, but the more important conclusion is that the Lebanese parliamentary elections, held in May, were not a Lebanese landmark but an international one. That was the start of taking Lebanon out of its Arab role and pushing it towards internationalization which means pushing it more towards Israel under an international cover and with instruments which carry the Lebanese nationality. This was of course done in a partial manner, because the plan did not succeed completely. Some Lebanese were not sufficiently aware of this point and others were well known for their hostility to Syria and Arabism and allegiance to Israel. What I am saying is not new. Some of these individuals or currents hade a dishonorable history during the Israeli invasion, and they are still there and are still play an effective role. So, this was the international objective of the recently held Lebanese elections.
On a parallel line, we used to hear attacks against Syria under the title of the “era of tutelage”. Regardless of these terms and our rejection of them, and regardless of the ingratitude and the immorality of such terms and propositions in relation to Syria which sacrificed a lot for Lebanon, we say that those who are using such terms are what they call themselves the “Hariri current”.
If we got along with them in the use of this term, who is the good son of the “era of Syrian tutelage”? It is Hariri himself. He supported this era, marketed it, defended it, and used to call for intervention upon facing every problem, the last of which was the last government which was not formed. We refused to interfere. So, why are they reviling him? Why are they reviling Hariri, while they are his “current”? At the same time, they started accusing Syria of Hariri’s blood. And at the same time they absolved Israel of his blood, as if they are saying that Hariri was not good with Syria, and was good with Israel. This is incorrect. So, why are they making a traitor out of him? This means that this “current” reviled Hariri and made a traitor out of him in order to revile Syria and accuse her of treason while doing the opposite thing.
The fact is that most of these are blood traders. They made a stock market of Hariri’s blood; and this stock market is yielding money and positions. Every article has a price, every position has a price, and every broadcast hour has a price. Nevertheless, we ignored all these things and did not descend to their grounds. We remained in the well known position of Syria. We received prime minister Siniora and discussed different issues with him. We told him we wanted his visit to succeed; and for our part we do not hold any rancor against any Lebanese. We are interested in the Syrian-Lebanese relationship. We told him we did not want Lebanon to be a route for any political or security conspiracy against Syria. He said in a final and decisive manner, “I will not allow it for Lebanon to be a route for any conspiracy against Syria.
In fact, what we see today is that Lebanon has become a route, a manufacturer and financier for these conspiracies. This means that Mr. Siniora was unable to live up to his commitments, or he was not allowed to do so because he receives orders from those who receive orders in their turn.
A commission was set up to investigate the assassination of prime minister Hariri; and our decision from the very start was full cooperation with the commission, based first on our absolute confidence in our innocence; and second, because of our real interest in knowing the truth, since we were the first to suffer the damage. In return, some Lebanese politicians tried by every possible means to implicate Syria’s name in the Hariri assassination, although they were fully convinced of Syria’s innocence. And because they went to a great length in accusing Syria, they faced a real predicament with the Lebanese people if Syria’s innocence was proven, because the are incapable of telling the truth to the Lebanese people. Would they tell the Lebanese people that they gave them lies and illusions and that they intentionally deceived them? Would they tell them that the fake witness was made by them and by their money? They would not say that. That is why we see them doing their best in order to mislead the investigation and divert it from the route which leads to the truth. This is what was abundantly clear from the report of the investigation commission which was met with large-scale criticism. We all know the international circumstances which led to the publication of this report. And most of us knew how the report might look like before it was published. These international circumstances are not likely to change in the near future. Nevertheless, our principle is still the same: it is positive cooperation with international organizations, their resolutions and with the investigation commission based on our self confidence, the correctness of our positions, Syria’s innocence of all the accusations made against her and our genuine interest in making the investigations achieving their objectives.
Ladies and gentlemen,
Some have waited for the false truth for months. “The truth” has become subject to scorn and sarcasm in Lebanon now, so it abandons all aspects of Arab character, national identity and feelings of brotherhood. That is why we should not allow these people to destroy the Syrian-Lebanese relationship and destroy the region with it. Syria and Lebanon live next to each other. This is their destiny. The weakness of one is weakness for the other in the same way that the strength of one is strength for the other. This fact requires preparing the common ground for the will for common living and abandoning negative attitudes and illusions.
The brotherly Lebanese people should know this situation. If they really want a brotherly relation with Syria, without slogans and pleasantries, this cannot happen while a large section of it remains publicly hostile to Syria and tries to make Lebanon a base and a route for conspiracies against it. What we can say to all these pretty and anesthetizing statements made by some Lebanese politicians that they are opposed to sanctions against the Syrian people and opposed to conspiracies against Syria, is that they are not intelligent enough to deceive the Syrian people with such language. This cannot happen in a state, where the majority are against Syria, cannot happen through attacking Syrian citizens in Lebanon and cannot happen through ingratitude towards all that Syria has offered.
We are interested in preserving the unity and stability of Lebanon, and look with caution to the situation prevailing in it, to the fact that some parties lack the minimum sense of responsibility, those who try to bring Lebanon back to its former status as a route for conspiracies against Syria. This is what we have started to see from the policies and practices of those who made a profession of politics, and who are mistaken if they think that they can destroy the national equation. Some of these forces tried to do so in the distant and near past, but failed. And they will no doubt fail this time by virtue of the awareness of the Lebanese people who will, sooner or later, discover the false reality, and through the patriotic Lebanese forces which brought down the May 17 agreement and the era of tutelage associated with it. The fall of the new May 17 will not be far off, as I can see. Beirut, which stood fast under Israeli siege, which embraced the Lebanese, Palestinian and Syrian patriotic forces that defended her to the last, will not change, and Tripoli, which produced great patriotic personalities will not abandon the heritage of its great figures for a handful of traders in politics and their money.
The patriotic forces, which stood throughout their history against all dubious schemes, from Sykes Picot to the Baghdad Pact, supported the Palestinian cause in the 1960s and 1970s, fought and defeated the Israelis in the 1980s and 1990s and liberated Lebanon in 2000 are still the main base in Lebanon and will not accept to live in the holes of darkness, and will continue to represent the vast majority of the Lebanese people.
The others, the politicians and leaders of foreign tutelage derive their power from the power of their masters. That is why they are week and are moved by remote control.
As usual, we draw general principles when we talk about the current situation so that we do not take it as an isolated case. It is wrong for us, as Arabs, to look at things as isolated cases. What is happening today is an extension of what happened several years ago. As I said in the past, resolution 1559 has nothing to do with extension of president Lahoud’s term in office, and preparations for it, as admitted by president Bush, had actually started three months before that. And what is happening now has nothing whatsoever to do with the assassination of Hariri. If they are so interested in the assassination of Hariri, why had not they set up an investigation commission to investigate the death of president Arafat who was poisoned in the Palestinian territories and died in France and no one asked for an investigation commission. Despite our long differences with president Arafat, we do not deny that he was one of the symbols of the Palestinian cause and a historic personality. Nevertheless, no individual or country called for an investigation commission, at least between Palestine and France as the states directly related to this issue. The reason, as I said, is that they are looking for a false truth, while in the case of president Arafat the truth is not false; and they do not want true truths, real truths.
These stages, or this war that we are fighting, is problem of a number of phases, or we could say more accurately a war of a number of phases. The first phase was before the invasion of Iraq. We paid two prices: a price which is usually paid by small countries as a result of the conflict of big powers. The conflict before the invasion was between those with the war and those against it. The second price was that different countries, including Syria, were pressured to support the war immediately after the invasion. We were paying the price for the reconciliations and the compromises which took place between the big powers, and we paid directly the price for opposing the war. Today we are paying the price of the division of interests among the big powers and we are paying a direct price for the failure of the occupation and the invasion of Iraq. So, in all these phases the big powers are the main players, and the relationship between them needs dynamism. Dynamism needs energy and energy needs fuel. It is exactly like cell metabolism (I am sure there are professors of medicine among us) which needs the sugar that generates energy which is essential for the life of the cell. The same applies to international relations. The fuel is the small countries, particularly that we present ourselves as fuel. Just as a joke, they know that Arabs like to complemented, so they tell us that we are as sweet as sugar, meaning that we can be used as fuel.
If we look at the context of events, we see that we implemented resolution 1559. The result was that they said we did not implement the resolution, and that the intelligence services remained, and intervention continued. The first commission came. We cooperated with it. The commission and its report said that Syria was responsible one way or another for the assassination. The second commission came, and we got the same result. When they said that Syria was late, actually Syria was not late. We sent the answers a few days before. They set the deadline after the Security Council meeting to say that Syria did not cooperate. We expected this report to look into the kind of explosives used, where they came from, who makes them, what country in the region can make them, where the car came from, how it came, all these details. We found that the report only speaks about individuals, Syrian individuals and all those who have something to do with the Syria line. All those who were with Syria and changed their positions were accused and then became innocent. We have to see these things; and I believe every Syrian can see this. This is the truth of the matter. In other words, things are moving in a certain direction regardless of cooperation. The only positive thing I can see in this report is that it has proved our innocence. Even we suspected that there could have been a Syrian failure that led to this thing. After the report it was proved that all this is in the framework of targeting Syria, and Syria is not involved.
I was convinced of this from the beginning. Before the report, I used to say that Syria is innocent. When I said in my interview with CNN that if a Syrian is involved then he is a traitor, they understood it to mean that the president is preparing the ground because he knows that there is a Syrian person involved and wants to move ahead of things. The truth is not like that. Treason is something rare; and when I say this I mean that we are almost absolutely certain that Syria is innocent. But when the report was published in this way and was followed by a prepared resolution, we knew that Syria was absolutely innocent and that it is a political case. So, we as Syrians have to put the criminal aspect aside, because it is no longer a criminal case. We do not have to think and waste our time on this issue. Syria is not involved neither on the level of the state nor on the level of individuals, unless there is a human error of judgment. All indications point to this fact; and I want to assure myself of this idea. We move to the political aspect. The problem is only a political one. From the context of events, the first evidence provided in the report made us feel that we are innocent, when it raised the question of the false witness. When do we look for a fake witness? When we do not have evidence and we do not se a real relationship between the crime and the concerned party. Looking for a false witness is the alternative for the truth. That is why we must assure ourselves that the report and the false witness proved our innocence. I will not talk about the report because all the Syrians, on their different levels and specializations, are of one opinion, and the Arabs too. So I will not talk about whether or not it is politicized, or about the political circumstances surrounding it. From my explanation, it is very clear that this is a political issue, and the resolutions and reports are part of this political dynamism which is targeting Syria. After the commission came back to Lebanon recently a few days ago, we set up an investigation commission. We first sent an invitation to the international commission to come to Syria and meet the foreign minister because they asked to meet him. They refused. The Syrian Judicial Commission, set up by decree, sent an invitation to Mehlis to come with his commission and draw the legal framework for their investigations. He refused. The legal framework is important of course. There are rights of the accused, the witnesses and lawyers and things of this kind. No investigation can take place without a clear legal framework. This is unacceptable under any title, neither the Security Council nor anybody else. Nevertheless he refused. Yesterday, Mr. Amr Mousa was here in Syria and we discussed this with him in order to show that we were really flexible although we know the reality of the game. These investigations could take place at the Arab League, because it is an Arab territory, and we do not have a problem with holding the investigations there, of course with Egypt’s cooperation. There was a telephone conversation with president Mubarak on this point yesterday in order to coordinate. They refused. We said if the problem is holding the investigations in Syria, why do not they accept any other place. We also suggested a place in Syria with the UN flag and UN security, in other words non-Syrian territory. They refused. This is what confirms what I said from the beginning. Whatever we do, and no matter how much we cooperate, the result will show in a month’s time or a year’s time that Syria did not cooperate. We have to know this fact whether we like it or not. We have to be clear. We should not bury our heads in the sand and not see the truth. At the same time we should not be afraid. The important thing is that we do our duty. Syria is targeted, how shall we deal with this? Syrians are discussing this, and there are many ideas on this issue that go in different directions, but all these ideas lose their importance if they are not put in the right framework. When we are at battle we have to understand, first of all, the strategy and the tactics of the enemy before we start with ourselves and our interests. What is the strategy of the enemy or the opponent which has been followed during these recent years, not only with Syria, but with the countries of the region and the countries of the world at large. Their strategy says, either you kill yourself or I kill you, not literally of course. What is the difference between the two cases? The result is the same, but when you kill yourself the enemy deprives you of two things: first, the honour of defending yourself; and second, the possibility of harming him or defeating him in the end in any area. How do we think? If we ask any Syrian what he thinks? He will say that the period needs wisdom and rational thinking. When does wisdom and rational thinking become retreat and collapse? And when flexibility becomes a fracture? When we turn into a dough that they can form in any way they like from the outside.
Suppose somebody is walking in the street. A well-set outlaw without any principles or moral values started harassing him. It is wise and rational to avoid him and look for what we want elsewhere, but he found that the outlaw has followed him. The person went home, and the outlaw forced himself into the house and attacked the father, the mother, the brother, the sister, the son, the daughter, can we avoid him? Is it wise to let him do this?
Whether we look at this from a moral, social, or religious perspective, this is unacceptable. And those who accept it become social outcasts. Syria has a glorious history. We cannot give in to any thing that could enter our houses and try to humiliate us from the inside or play with our national stability. What does this mean? It means that we are prepared to cooperate, but within a framework that leads to revealing the truth of the crime, although we know that a book can be read by its title. We know in what direction things are moving, but we have to do our duty. We want to cooperate, but we will not allow for any measure that might harm Syria’s stability and security, because as I said we will not move in the direction of killing ourselves. At any rate, not in the manner that they are thinking of. We have always supported the international legitimacy, and we are committed to it, but not at the expense of our national commitments. When there is a comparison between anything in this world and national commitment, the latter comes first, because we are not tourists or visitors in this region. We are the people of this country and we want to live in dignity.
We supported international legitimacy and did not support international disorder. International legitimacy is the UN charter, while international disorder is basing resolutions on the interests and moods of certain officials in this world. Those countries, those forces and everybody in this region and in the world should know that the era of tutelage which existed at the beginning of the last century is over, and now the region is in front of two choices, either resistance and steadfastness or chaos. There is no third choice. Resistance prevents chaos. Resistance has a price and chaos has a price, but the price of resistance is much less than the price of chaos. We need to know these things. But if they believe that they can blackmail Syria, we tell them they got the wrong address.
If it is a matter of a bargain: they raise a problem here in order to bargain over different issues, like Iraq for instance, let them come forward and negotiate and bargain over the counter and in front of our people. We do not have any thing that we are ashamed of. Our relationship with the people is based on frankness. I used to say the same thing to the American officials: if you have a deal, and you like deals, please let us have it. I will propose it to the people and if they agree, we do not have a problem.
Giving in in such matters is very dangerous. Some people think that if we make this move we will protect ourselves. Small tactics are no longer useful under these international circumstances. There is an international plan moving; and when at one point we get into a confrontation after we have given in, we will not be able to resist and engage in a dialogue and triumph in the end; because no matter how long it take, we will triumph in the end.
We are all thinking of the interest of the country; and we all know that conditions are hard, but there is a compulsory price that we have to pay and we pay it from the beginning, because the question is that of history, and the cause is that of a people. It will not be the Syrian people who will change their skin at any price. We will get along with their game, because what is happening is a game. There is nothing serious in it except the danger on Syria and the whole region. Syria is one of the many links in a chain that will affect the Arab states one after the other and one people after another. We stress to everyone that this damage, if it happens at any time it will remain outside Syria’s borders, and it will affect first of all the agents who brought the colonizers in this manner to our region.
In the final analysis any resolution will be taken in a dialogue with the people, because the people is the concerned party first and last. The Syrian people is a good and faithful people. And God always shows the faithful people and the faithful individual the right path. But it will not be President Bashar who will bow his head nor the head of his country. We only bow to God almighty.
At any rate, things are moving at a fast pace, and all the details that will become available will be discussed with the people in a transparent manner. Everyday there is something new, but I am talking about the way we think. But at any rate, what they cannot get by external pressure they will not get through internal pressure. They have been using pressure on Syria and the Syrian people through the media, thinking that this pressure will make us collapse and do what they want. This did not work, particularly after the masks they have been using dropped.
Then they tried to create a crack between the government and the people. The Syrian people are aware of this. If there are mistakes in the state, we all discuss them at home, but we will not allow anybody to talk about them from the outside. This method failed as well. Later they tried to distort the image of the president directly so that the people lose confidence in the president. These attempts also failed. Then they are now engaged in this stage by stage tactic to create a crack in the Syrian society about how to react and to create a crack within the state and another crack between the state and society, thinking that this will prepare Syria in the end to do what they want. Of course they are surprised that as they move from one tactic to another social cohesion is increasing. And we stress the importance of social cohesion. This moves us to the subject of the Arab mass media. I mean that these media created a lot of confusion and contributed to the political attacks. I say here and I repeat that we should distinguish between the Arab media and the Arabic language media. The Arab media are those which speak the Arabic language and adopt Arab causes, while the Arabic language media are those which adopt the causes of the enemies and the opponents, but use our Arabic language. Consequently, they contribute to their battle because they come from the same structure and because they have credibility.
Now there is a great deal of polarization: there are those who support concessions in the extreme and those who support steadfastness in the extreme. Distinguishing between the two is easy.
On the other hand, Syria has been at the center of events for years, particularly recently. Consequently the largest part of the information comes from Syria. When we know the truth we avoid lying. Those who know the truth do not care for lies. That is why we have to be more transparent in passing information to Syrian citizens. Then we will not be worried about the confusion our citizens are subjected to.
This was raised in the regional conference of the party. And we started some modest mechanisms for passing information, not necessarily through the media. But these mechanisms are still not sufficient to face this huge media campaign. The more we move ahead in terms of transparency and pass correct information quickly to our citizens the more they will be immune. Then, these media campaigns will not be of any use. The ultimate purpose of this media attack is to cause panic and fear, or to inflict defeat without a battle. We know that moral defeat is half, if not three quarters, of the real defeat in any battle, whether it is military, cultural or otherwise.
As to the media attack, with all it capabilities, instruments and men, it might succeed only through our reactions. It fails too through our reactions. Consequently, we decide its success or failure, by our awareness, holding to our principles, and arming ourselves with science and knowledge.
Ladies and gentlemen,
Despite the difficult situation we are going through, we continue to implement our development plans in order to improve the living conditions of our citizens, and in the process of political, economic and administrative reform. We are also going ahead in our anti-corruption campaign and in widening the circle of accountability to involve all those who harm the interests of the people and the country.
These pressing regional and international conditions, the challenges associated with them, and also the sorry Arab condition which does not call for optimism, pushes us towards more self-reliance, towards depending on our capabilities in the first place, to invest in our capabilities in a better manner, and to benefit from all patriotic and faithful efforts in the process of reform and modernization.
The regional conference of the Baath Arab Socialist Party passed a number of ambitious resolutions which express the concerns and aspirations of our people. We are determined to put them into implementation according to set priorities which take into account the conditions and available resources. The relevant resolutions will be passed in the coming period.
I would like to touch on a subject which has been raised in the media, which is the party law. Discussions of this law have started, but they will take a long time because of the sensitivity of this issue.
Another issue is that of the census, because it was discussed during the regional conference. This issue was in fact settled in 2002, when I visited the city of Hasaka and met community leaders. The issue of the census was raised, and I said at the time that no one in Syria is opposed to solving this problem. It is a technical issue, and we started solving it in 2002 by studying the criteria put for solving the problem, i.e. granting the nationality. In the last stages there have been some details which were not finalized, until the events of March 2004 happened, and we thought there was a big problem. We discovered later that it was a passing ordinary problem. Political developments delayed this issue. Now there are authorities in the state which are putting the final touches and we will solve this issue soon in an expression of the importance of national unity in Syria.
We have to know that whatever we do, or try to achieve, needs a national and moral base to build our reform project on. If this country belongs to all its faithful sons and daughters, it could not belong to those who have rancor against it or those who play with its capabilities, those who see the national interest only through their own narrow interest and only remember the rights they are entitled to enjoy and forget their duties.
We always talk about national unity, but we hear expressions like a conference for national reconciliation, as if we were feuding tribes in this country going out of a civil war. When we speak about consolidating national unity, it does not mean that this unity does not exist, because this means civil war. There are no half-solutions, but the national unity, like everything else, has standards and criteria, not necessarily in terms of numbers, but it depends on the national situation and it depends on every citizen. Since we are at the university, when two students pass, the first gets 48+2 and the second gets 90, the first student is not like the second. Both of them pass but there is a difference. When two students pass the secondary school certificate, a student gets 110 grades and the second gets 260, there is a difference. When we talk about enhancing national unity, we mean upgrading this unity so that it becomes a general and strong condition throughout the country. There is sometimes confusion between chronic cases and acute cases (doctors understand this here). Treatment of chronic cases is different from treatment of acute cases. Now we have a crisis, or a problem, or a difficult situation. Let us do this in order to overcome the crisis. I say this is wrong. If we arrive at a crisis and we have not done anything to overcome it before, then it is too late. Everything we do is for the future. These are remedies for future cases. As I said earlier, crises will never stop, because there is a plan moving in a certain direction against Syria and against the whole region. What we are doing now is preparing for future crises. We do not have to stick to a straw. We have to do things about whose results we are certain and use the capabilities that we possess today. This must be clear. Of course when such things are suggested, they are suggested in good faith because when we do something we need to know when to reap the results.
We should also know a number of concepts. I use here what I said in my speech at the regional conference when we talked about national unity. How do we define national unity. We have examples in the region. There are nations that respect themselves which unite when they pass through a crisis, although they might have a thousand issues that they do not agree on. And there are nations in this region too which when they come under pressure and these pressures reach a crisis point they divide. Such nations do not respect themselves. One example, a person raises his voice in harmony with voices coming from outside his country and lowers it also in harmony with outside voices. This person belongs to the outside. How can he be a patriot and connected to the outside. Those who raise their voices should do that according to certain principles and according to national principles. Voices should be raised within the same house not in harmony with outside voices. I do not allow anyone to raise his voice from the outside and be called a patriot. We will deal firmly with unpatriotic cases, because these cause confusion at times of crises.
In the final analysis we support having different opinions. Openness and all these issues are moving but slowly perhaps. I do not claim that we are moving fast and have never said that. Some people say that the process of development was fast and then slowed down. I say it was slow from the beginning. To be realistic, it has never been fast. But we have no other choice but to move forward using our capabilities in order to enhance national unity. We do not differ from other societies. Patriotism or the lack of it exist everywhere. At times of crisis we have to control these cases with the objective of consolidating national unity as I said.
Brothers and sisters,
We have to focus on pivotal sections in our society, and young people come at the forefront of these sections. This needs a comprehensive strategy which includes objectives that we want to achieve and clear executive programmes in relation to this vitals sector.
The world is moving very fast. And there are challenges produced by these changes. There have been new opportunities for achievement. Since at the heart of these changes lie information, communications and the digital revolution, we have all to work in order to integrate young people into this information age and to provide the integration mechanisms in all our institutions starting from the school, whether material mechanisms like laboratories, the internet, or activating the institutional, educational, cultural and media structures, in a manner that allows for embracing their creative energies and guarantee confidence in their capabilities on which we pin great hopes, because they are the real guarantee for the greatness and progress of our country.
Ladies and gentlemen,
Since we have not talked today about resolutions 338 and 242 because they have become self evident for us, and because we know that we waste our time when we talk about the non-implementation of international legitimacy resolutions and the double standards and all that; I still want to greet, on your behalf and on behalf of every Syrian citizen, our steadfast Syrian brothers and sisters in the occupied Golan. Instead of talking about the international legitimacy resolutions, let us talk about the essence and the substance. As far as we are concerned, these resolutions are the land. So, we salute those who prove everyday the truthfulness of their loyalty to their people and their homeland and prove their deep belonging to the causes and dignity of their people and defy with their strong will the Israeli oppression machine.
We assure you that we are with you in our hearts and capabilities, and that the Golan will remain at the center of the causes before us so that it returns to its homeland, Syria.
In conclusion, brothers and sisters, if there is cause for concern, there is no need to fear in the direction they are pushing us into, because that will give them a free victory. Worry is the positive condition which will push us to achievement, and then to achieve more and triumph. Fear, however, is the condition which paralyzes us and pushes us towards certain defeat.
Trust the credibility of the position of your country, trust that when national cohesion is strong between the people and their leader, it will surround the country with a wall of immunity to face the difficulties and challenges. At the threshold of such a country, the illusions and conspiracies of others will fail. National cohesion will remain, God willing, as powerful as ever. This country is protected by its people, by its state and above all, as the popular saying has it, “Syria is protected by God”.
Thank you
Subscribe to:
Posts (Atom)