Yasin Atlıoğlu
Lübnan eski Başbakanı Refik Hariri, 14 Şubat 2005 günü Beyrut’ta düzenlenen bombalı bir suikast sonucu öldürüldü. Suudi Arabistan yönetimi ile yakın ilişkiler kurarak aldığı ihaleler sonucu zenginleşen Hariri, 1992 yılından itibaren Lübnan siyasetinin içinde etkin olarak yer aldı. Sünni olan Hariri, son olarak Ağustos 2004’te yapılan anayasa değişikliğiyle Suriye yanlısı Maruni devlet başkanı Emil Lahud’un üç yıllığına tekrar devlet başkanı seçilmesine tepki olarak Ekim ayında başbakanlık görevinden istifa etmiş ve Suriye karşıtı muhalefetle birlikte hareket etmeye başlamıştı. Hariri, Mayıs 2005’te yapılacak genel seçimlere muhalafetin en güçlü adaylarından bir olarak hazırlanıyordu.
Suikasti, Hariri’nin Suudi Arabistan ile olan bağlarından rahatsızlık duyduğunu söyleyen Ahmed Teysir Ebu Ades adlı bir kişi “Suriye ve Lübnan’da Cihad ve Zafer Örgütü” adına üstlendi. Ebu Ades dışında herkes suikasti farklı sözcükler kullanarak lanetledi ve duyduğu rahatsızlığı belirtti. Suikast herkesi huzursuz etmişti. Aslında 3.7 milyonluk küçük bir ülke olan ve dini çatışmalar sonucu oluşan siyasi bölünmüşlüğünü uluslararası ilişkiler literatürüne bir kavram olarak armağan eden Lübnan, bu tarz suikastlere (1) çok uzak bir devlet sayılmaz. Fakat 1991’de iç savaşın bitiminden beri kendi standartlarında belli bir istikrarı yakalamış olan bu devleti, Hariri Suikastini gerçekleştirerek kim veya kimler iç savaş yıllarını hatırlatan sahnelerle karşı karşıya bıraktı? Suikastin yapılış şekli, zamanlaması ve sonuçları bu sorunun gerçek cevabının hiç bir zaman öğrenilemeyeceğini göstermektedir.
Suikastin ardından dünya kamuoyunun gündemine ilk gelen şüpheliyse, ABD’nin siyasi ve ekonomik olarak dünyadan tecrit etmeye çalıştığı ve Lübnan’da işgalci devlet pozisyonunda bulunan Suriye oldu. Suikaste en hızlı tepkiyi veren ABD, İsrail, Fransa üçlüsü suikasti kınayan açıklamaların ardından Suriye’nin Lübnan’daki askeri varlığının sona erdirilmesi gerektiğini belirtiler. Ülke dışındaki açıklamalardan da cesaret alan Lübnan içindeki Suriye karşıtı muhalefet (başta Dürzi lider Velid Canbolat olmak üzere), Lübnan’daki en önemli sorunun Suriye’nin askeri ve siyasi varlığı olduğunu söyleyerek suikastin sorumlusu olarak Suriye Devlet Başkanı Beşşar Esad’ı ve Lübnanlı siyasileri gösterdi. ABD, İsrail ve Fransa’nın suikaste aşırı ilgisi ve Suriye işgaline tepkisi, esas olarak bu üç devletin Suriye gibi Lübnan’da işgalci konumunda bulunup siyasi, ekonomik, sosyo-kültürel yapının oluşmasına yaptıkları katkıdan kaynaklanmaktadır. Lübnan, ABD’nin Orta Doğu’da “Büyük Güç” olarak askeri kuvvetlerini kullandığı ilk devlettir. Bu tarihsel nedenle birlikte Hıristiyan bir Lübnan ABD’nin Orta Doğu siyasetinde her zaman bir denge unsurudur. Fransa, Birinci Dünya Savaşı sonrası Suriye ve Lübnan’ı manda yönetimi altında yönetmiş, Orta Doğu ve Doğu Akdeniz siyasetini neredeyse 19.yy.dan beri bölgedeki Maruni topluğununa dayandırmıştır. İsrail ise güvenliğini tehdit etmesini neden göstererek Güney Lübnan’ı 1982-2000 yılları arasında işgal altında tutmuştur. Lübnan, İsrail’in tehdit algılamalarında jeostratejik olarak hayati bir öneme sahiptir. Bunlarla birlikte Lübnan, yüz yıldan fazla bir süredir uluslararası ve bölgesel güç odaklarını tesirine açık bir siyasi alan konumunda kalmıştır. Lübnan, Fransız mandasından kalma ve günümüzdeki demografik yapıyla pek de uyuşmayan bir anayasayla (2) yönetilmekte, ülke içi etnik ve dini güç odakları siyasi ve ekonomik çıkarları doğrultusunda dış güçlerle iletişime geçmektedir. Örneğin Amerikan piyadelerini 1958’de ülkeye davet eden kişi, Birleşik Arap Cumhuriyeti’nin kurulmasından ve Lübnanlı Müslümanların BAC’a sıcak bakmasından rahatsız olan Lübnan’ın Maruni Devlet Başkanı Camille Chamoun iken günümüzde ise Şam yanlısı Maruni Devlet Başkanı Emil Lahud’a karşı Lübnan’ın Müslüman muhalefetini (Sünni ve Dürzi) destekleyen ABD ve Fransa’dır. (3) Bu örnekte de görüldüğü gibi Lübnan’da siyasi ittifaklar çok kaygan bir zemin üzerinde kurulmaktadır.
Hariri Suikasti’nin ardından ABD karar alıcılarının Suriye karşıtı açıklamaları, olayı bir suikast boyutundan çıkarıp Suriye’nin Lübnan’daki askeri varlığını sona erdirme çerçevesinde şekillenen bir planın parçası haline getirmiş ve İran, Rusya, hatta Türkiye’yi kapsayacak şekilde genel bir krize dönüştürmüştür. Suriye’nin Lübnan’daki askeri varlığının uluslararası alanda sorgulanmaya başladığı tarih, İsrail’in askeri güçlerini Güney Lübnan’dan çekmeye başladığı 2000 yılıdır. ABD’nin 2003 Irak müdahalesiyle askeri ve siyasi etkinliğini bölgede hissettirmesinden sonra Suriye Irak’tan sonra muhtemel hedeflerden biri haline gelmiştir. Suriye’nin yumuşak karnı olan Lübnan, hem güvenlik açısından hem de İsraili’in Golan Tepelerindeki işgaline karşı bir koz konumundadır. Ağustos 2004’te yapılan anayasa değişikliğiyle Emil Lahud’un görev süresinin uzatılması sonucu, Eylül 2004’te ABD ve Fransa’nın hazırladığı, Almanya ve İngiltere’nin desteklediği BM Güvenlik Konseyi’nin 1559 sayılı kararı uygulamaya kondu. Bu kararla ismi geçmese de Suriye hedef alındı ve Lübnan siyasetine ülke dışından yapılan müdahalelerin sona erdirilmesi istendi. Kıta Avrupasında ABD karşıtı tarihsel bir vizyona sahip olan Fransa’nın bu BM kararında ABD ile birlikte hareket etmesi sömürgeci zihniyetini kafasından atamadığının bir göstergesi olmuştur. ABD’nin Suriye’ye karşı gerginliği tırmandıran baskı politikasının son halkasının da Hariri Suikasti olduğu söylenebilir. Her defasında Suriye’nin terörü destekleyen ve Lübnan’ı istikrarsızlaştıran bir devlet olduğunu iddia eden ABD’nin karar alıcılarına karşı Suriyeli yetkililer, zaman zaman sert açıklamalar yapsalar da, genel olarak ortamı yumuşatıcı bir dış politika izlemişlerdir. Ülkesinde siyasi ve ekonomik reform adına önemli çabalar harcayan Suriye Devlet Başkanı Beşşar Esad da iktidara gelişinden itibaren gerek iç politikada gerekse dış politikada ılımlı ve uzlaşmacı bir tavır sergilemiştir. 1989 Taif anlaşması ile Lübnan’daki askeri varlığını yasal bir zemine oturtan Suriye, 2000 yılında Güney Lübnan işgalini sona erdiren İsrail’e karşı dengeleyici bir konuma sahip olmuştur. Beşşar Esad da yaptığı açıklamalarda Suriye Ordusu’nun Lübnan’da, istikrarı ve barışı sağlayıcı bir unsur olduğunu söylemektedir. Beşşar’ın açıklamaları çok objektif olmasa da Suriye Ordusu’nun Lübnan’dan çekilmesinden sonra İsrail-Hizbullah veya Maruni-Müslüman çatışmasından kaynaklanacak yeni bir iç savaş çıkabilir. Bütün bu olasılıklara rağmen Beşşar, iktidarda olduğu süre içinde Suriye’nin Lübnan’daki askeri varlığı konusunda önemli adımlar atmıştır. 2000 Temmuz’unda iktidara geldiğinde Lübnan’daki Suriye askerinin sayısı 30 binden fazlaydı, 2001 ve 2002’deki çekilmeler sonucu 2003 yılında asker sayısı 20 bine ve Ekim 2004 sonrası da 14 bine kadar düşürüldü. Bu çekilmelerin bir iyi niyet göstergesi olma olasılığı olduğu gibi uluslararası baskıya karşı bir oyalama taktiği de olabilir. Ancak İsraili’in Golan Tepelerindeki 38 yıllık işgali boyunca böyle bir eyleme girişmediği düşünülünce bu çekilme sürecini bölge siyaseti içinde olumlu değerlendirmek gerekir. Bununla birlikte Suriye, ABD’nin tecrit politikasına ve uluslararası ortamda yalnızlaşmaya karşı başta Türkiye, İran, Rusya ve Çin ile ilişkilerini geliştirmeye çalışmaktadır. Suriye yönetiminin dış ve iç siyasetteki durumuna baktığımızda Suriye’nin Hariri Suikasti gibi bir eyleme girişmesinin akıllıca olmayacağını görmekteyiz. Beşşar Esad’ın babasından farklı olan siyasi kişiliği de düşünüldüğünde dış politikada Suriye’yi zora sokacak hamlelerden uzak durması olası bir sonuçtur.
ABD’nin Suriye’deki büyükelçisi Margaret Scobey’i geri çekmesiyle tırmandırdığı kriz, Suriye’yi diplomatik ve ekonomik yollarla yıldırma ve sıkıştırma siyasetinin bir parçasıdır ve Suriye’ye askeri bir müdahale gerçekleştirilmesi olası görülmemektedir. Fakat ABD’nin özellikle son üç yıldaki Orta Doğu siyasetinin, uluslararası adalet ve etik değerleriyle bağdaşmadığı göz önüne alındığında Suriye ve İran ile direkt, Türkiye ve Rusya ile dolaylı krizlerin oluşabileceği gerçekleşme olasılığı yüksek bir tahmindir. Bu dört ülke arasındaki siyasi ve ekonomik yakınlaşma ve çıkar birlikteliği, ABD karar alıcılarının Amerikan karşıtı bölgesel bir bloklaşma endişesini taşımalarına neden olmaktadır. Bu kriz ortamı içinde, Hariri suikasti ile zan altında kalan Suriyeli yöneticilerin en azından tek başına gerginliği artırıcı eylemlere girişemeyeceği ve ABD isteklerine iç kamu oyunda rahatsızlık uyandırmayacak bir tarzda cevap verecekleri söylenebilir. İlk olasılıkta bu gerginlikten kriz yönetiminde başarılı olacak devletler en az zarar görerek çıkacaktır. Diğer bir olasılık da ABD’nin kriz tırmandırıcı dış politikasının kontrol dışına çıkıp gerginliği alıcı büyük bir bölgesel çatışmaya neden olabilme ihtimalidir. ABD normal şartlarda böyle bir çatışmayı göze alamayacak, işleri bu noktaya getirmek istemeyecektir.
Son günlerde ABD’nin çeşitli yollarla Türkiye’yi de Suriye-İran merkezli krizin içine çekerek taraf yapmaya çalıştığı görülmektedir. 2004 yılında aktif diplomasiye dayalı dış siyaseti ile bölgesinde etkili ve itibar sahibi bir bölgesel güç haline gelen Türkiye için bu kriz ve ABD’nin baskılarına karşı koyuş şekli, Türk dışişlerinin kriz yönetimindeki başarısına bağlı olacaktır. Türkiye’nin uluslararası sistemdeki bu tür bir oldubittiden en az zararla sıyrılma yeteneğini gösterebilmesi gelecekteki uluslararası konumunu da belirleyecektir.
Sonuç olarak bu suikastle ABD, uyguladığı güç siyaseti için bir neden daha bulmuştur. Fakat ABD’nin askeri müdahalesiyle Orta Doğu’da ortaya çıkardığı karmaşa ve düzensizlikten bir düzenin ortaya çıkması zor gözükmektedir. Hariri suikasti, Orta Doğu’daki uzun vadeli çatışmaların bir parçası olarak değerlendirilmelidir. Suikastle Orta Doğu’da kan akmaya devam etmiş, Orta Doğu insanın içselleştirdiği şiddet, çatışma ve ölüm bu bölgenin kaderi olmayı sürdürmüştür. Batılı değerlerde insanın özgürleşmesinin ilk şartı yaşam hakkını kullanmasıdır. Günümüzde ise Orta Doğu insanı için ölmek sıradan bir olay haline gelmiştir. Fransız ve İngiliz mandasının bıraktığı siyasi ve sosyo-ekonomik ortam, Saddam Hüseyin, Hafız Esad gibi otoriter-baskıcı yöneticilerin yetişmesine zemin hazırlamıştı. ABD’nin şu an ki siyaseti ve bölgede oluşturacağı siyasi yapıların ve Suriye, İran ve Lübnan’da oluşacak kriz alanlarının ne yazık ki bölgeyi anarşist ve karmaşık bir yapıya sürükleyeceği açıktır. Bölgede, çatışma, savaş ve ölümler arasında büyüyen yeni kuşağın anti-Amerikancı olacağı ve radikal unsurları taşıyacağı aşikardır. Orta Doğu’da liberal demokrasi ve özgürlüklerin sağlıklı bir şekilde oluşması yeni kriz alanları ortaya çıkarmakla değil, var olan Filistin ve Irak sorunlarında adil ve kalıcı bir barışın sağlanması ile oluşacaktır.
(1) 1977’de Dürzi lider Kemal Canbolat, 1982’de Maruni Devlet Başkanı Beşir Cemayel, 1987’de Başbakan Raşid Kerami, 1989’da Maruni Devlet Başkanı Rene Luawad, 2002’de Hristiyan milis şeflerinden Elie Hobeiqa bu tarz suikastler sonucu öldürülmüştür.
(2) Fransa’nın 1940 yılında yaptığı Lübnan anayasası, Devlet Başkanlığı'nı Marunilere, Başbakanlığı Sünni Müslümanlara ve Meclis Başkanlığı'nı Şii Müslümanlara vererek çok hassas bir denge kurmuştur. Son 50 yıl içinde Müslümanların doğum oranındaki yükseklik ve Filistinden gelen göçmenlerden dolayı günümüzde Müslüman nüfus Lübnan’da çoğunluğu oluşturmaktadır.
(3) ABD ve Fransa, Sünni ve Dürzi muhalefet dışında Suriye karşıtı Maruni gruplara da destek vermektedir
Suikastin ardından dünya kamuoyunun gündemine ilk gelen şüpheliyse, ABD’nin siyasi ve ekonomik olarak dünyadan tecrit etmeye çalıştığı ve Lübnan’da işgalci devlet pozisyonunda bulunan Suriye oldu. Suikaste en hızlı tepkiyi veren ABD, İsrail, Fransa üçlüsü suikasti kınayan açıklamaların ardından Suriye’nin Lübnan’daki askeri varlığının sona erdirilmesi gerektiğini belirtiler. Ülke dışındaki açıklamalardan da cesaret alan Lübnan içindeki Suriye karşıtı muhalefet (başta Dürzi lider Velid Canbolat olmak üzere), Lübnan’daki en önemli sorunun Suriye’nin askeri ve siyasi varlığı olduğunu söyleyerek suikastin sorumlusu olarak Suriye Devlet Başkanı Beşşar Esad’ı ve Lübnanlı siyasileri gösterdi. ABD, İsrail ve Fransa’nın suikaste aşırı ilgisi ve Suriye işgaline tepkisi, esas olarak bu üç devletin Suriye gibi Lübnan’da işgalci konumunda bulunup siyasi, ekonomik, sosyo-kültürel yapının oluşmasına yaptıkları katkıdan kaynaklanmaktadır. Lübnan, ABD’nin Orta Doğu’da “Büyük Güç” olarak askeri kuvvetlerini kullandığı ilk devlettir. Bu tarihsel nedenle birlikte Hıristiyan bir Lübnan ABD’nin Orta Doğu siyasetinde her zaman bir denge unsurudur. Fransa, Birinci Dünya Savaşı sonrası Suriye ve Lübnan’ı manda yönetimi altında yönetmiş, Orta Doğu ve Doğu Akdeniz siyasetini neredeyse 19.yy.dan beri bölgedeki Maruni topluğununa dayandırmıştır. İsrail ise güvenliğini tehdit etmesini neden göstererek Güney Lübnan’ı 1982-2000 yılları arasında işgal altında tutmuştur. Lübnan, İsrail’in tehdit algılamalarında jeostratejik olarak hayati bir öneme sahiptir. Bunlarla birlikte Lübnan, yüz yıldan fazla bir süredir uluslararası ve bölgesel güç odaklarını tesirine açık bir siyasi alan konumunda kalmıştır. Lübnan, Fransız mandasından kalma ve günümüzdeki demografik yapıyla pek de uyuşmayan bir anayasayla (2) yönetilmekte, ülke içi etnik ve dini güç odakları siyasi ve ekonomik çıkarları doğrultusunda dış güçlerle iletişime geçmektedir. Örneğin Amerikan piyadelerini 1958’de ülkeye davet eden kişi, Birleşik Arap Cumhuriyeti’nin kurulmasından ve Lübnanlı Müslümanların BAC’a sıcak bakmasından rahatsız olan Lübnan’ın Maruni Devlet Başkanı Camille Chamoun iken günümüzde ise Şam yanlısı Maruni Devlet Başkanı Emil Lahud’a karşı Lübnan’ın Müslüman muhalefetini (Sünni ve Dürzi) destekleyen ABD ve Fransa’dır. (3) Bu örnekte de görüldüğü gibi Lübnan’da siyasi ittifaklar çok kaygan bir zemin üzerinde kurulmaktadır.
Hariri Suikasti’nin ardından ABD karar alıcılarının Suriye karşıtı açıklamaları, olayı bir suikast boyutundan çıkarıp Suriye’nin Lübnan’daki askeri varlığını sona erdirme çerçevesinde şekillenen bir planın parçası haline getirmiş ve İran, Rusya, hatta Türkiye’yi kapsayacak şekilde genel bir krize dönüştürmüştür. Suriye’nin Lübnan’daki askeri varlığının uluslararası alanda sorgulanmaya başladığı tarih, İsrail’in askeri güçlerini Güney Lübnan’dan çekmeye başladığı 2000 yılıdır. ABD’nin 2003 Irak müdahalesiyle askeri ve siyasi etkinliğini bölgede hissettirmesinden sonra Suriye Irak’tan sonra muhtemel hedeflerden biri haline gelmiştir. Suriye’nin yumuşak karnı olan Lübnan, hem güvenlik açısından hem de İsraili’in Golan Tepelerindeki işgaline karşı bir koz konumundadır. Ağustos 2004’te yapılan anayasa değişikliğiyle Emil Lahud’un görev süresinin uzatılması sonucu, Eylül 2004’te ABD ve Fransa’nın hazırladığı, Almanya ve İngiltere’nin desteklediği BM Güvenlik Konseyi’nin 1559 sayılı kararı uygulamaya kondu. Bu kararla ismi geçmese de Suriye hedef alındı ve Lübnan siyasetine ülke dışından yapılan müdahalelerin sona erdirilmesi istendi. Kıta Avrupasında ABD karşıtı tarihsel bir vizyona sahip olan Fransa’nın bu BM kararında ABD ile birlikte hareket etmesi sömürgeci zihniyetini kafasından atamadığının bir göstergesi olmuştur. ABD’nin Suriye’ye karşı gerginliği tırmandıran baskı politikasının son halkasının da Hariri Suikasti olduğu söylenebilir. Her defasında Suriye’nin terörü destekleyen ve Lübnan’ı istikrarsızlaştıran bir devlet olduğunu iddia eden ABD’nin karar alıcılarına karşı Suriyeli yetkililer, zaman zaman sert açıklamalar yapsalar da, genel olarak ortamı yumuşatıcı bir dış politika izlemişlerdir. Ülkesinde siyasi ve ekonomik reform adına önemli çabalar harcayan Suriye Devlet Başkanı Beşşar Esad da iktidara gelişinden itibaren gerek iç politikada gerekse dış politikada ılımlı ve uzlaşmacı bir tavır sergilemiştir. 1989 Taif anlaşması ile Lübnan’daki askeri varlığını yasal bir zemine oturtan Suriye, 2000 yılında Güney Lübnan işgalini sona erdiren İsrail’e karşı dengeleyici bir konuma sahip olmuştur. Beşşar Esad da yaptığı açıklamalarda Suriye Ordusu’nun Lübnan’da, istikrarı ve barışı sağlayıcı bir unsur olduğunu söylemektedir. Beşşar’ın açıklamaları çok objektif olmasa da Suriye Ordusu’nun Lübnan’dan çekilmesinden sonra İsrail-Hizbullah veya Maruni-Müslüman çatışmasından kaynaklanacak yeni bir iç savaş çıkabilir. Bütün bu olasılıklara rağmen Beşşar, iktidarda olduğu süre içinde Suriye’nin Lübnan’daki askeri varlığı konusunda önemli adımlar atmıştır. 2000 Temmuz’unda iktidara geldiğinde Lübnan’daki Suriye askerinin sayısı 30 binden fazlaydı, 2001 ve 2002’deki çekilmeler sonucu 2003 yılında asker sayısı 20 bine ve Ekim 2004 sonrası da 14 bine kadar düşürüldü. Bu çekilmelerin bir iyi niyet göstergesi olma olasılığı olduğu gibi uluslararası baskıya karşı bir oyalama taktiği de olabilir. Ancak İsraili’in Golan Tepelerindeki 38 yıllık işgali boyunca böyle bir eyleme girişmediği düşünülünce bu çekilme sürecini bölge siyaseti içinde olumlu değerlendirmek gerekir. Bununla birlikte Suriye, ABD’nin tecrit politikasına ve uluslararası ortamda yalnızlaşmaya karşı başta Türkiye, İran, Rusya ve Çin ile ilişkilerini geliştirmeye çalışmaktadır. Suriye yönetiminin dış ve iç siyasetteki durumuna baktığımızda Suriye’nin Hariri Suikasti gibi bir eyleme girişmesinin akıllıca olmayacağını görmekteyiz. Beşşar Esad’ın babasından farklı olan siyasi kişiliği de düşünüldüğünde dış politikada Suriye’yi zora sokacak hamlelerden uzak durması olası bir sonuçtur.
ABD’nin Suriye’deki büyükelçisi Margaret Scobey’i geri çekmesiyle tırmandırdığı kriz, Suriye’yi diplomatik ve ekonomik yollarla yıldırma ve sıkıştırma siyasetinin bir parçasıdır ve Suriye’ye askeri bir müdahale gerçekleştirilmesi olası görülmemektedir. Fakat ABD’nin özellikle son üç yıldaki Orta Doğu siyasetinin, uluslararası adalet ve etik değerleriyle bağdaşmadığı göz önüne alındığında Suriye ve İran ile direkt, Türkiye ve Rusya ile dolaylı krizlerin oluşabileceği gerçekleşme olasılığı yüksek bir tahmindir. Bu dört ülke arasındaki siyasi ve ekonomik yakınlaşma ve çıkar birlikteliği, ABD karar alıcılarının Amerikan karşıtı bölgesel bir bloklaşma endişesini taşımalarına neden olmaktadır. Bu kriz ortamı içinde, Hariri suikasti ile zan altında kalan Suriyeli yöneticilerin en azından tek başına gerginliği artırıcı eylemlere girişemeyeceği ve ABD isteklerine iç kamu oyunda rahatsızlık uyandırmayacak bir tarzda cevap verecekleri söylenebilir. İlk olasılıkta bu gerginlikten kriz yönetiminde başarılı olacak devletler en az zarar görerek çıkacaktır. Diğer bir olasılık da ABD’nin kriz tırmandırıcı dış politikasının kontrol dışına çıkıp gerginliği alıcı büyük bir bölgesel çatışmaya neden olabilme ihtimalidir. ABD normal şartlarda böyle bir çatışmayı göze alamayacak, işleri bu noktaya getirmek istemeyecektir.
Son günlerde ABD’nin çeşitli yollarla Türkiye’yi de Suriye-İran merkezli krizin içine çekerek taraf yapmaya çalıştığı görülmektedir. 2004 yılında aktif diplomasiye dayalı dış siyaseti ile bölgesinde etkili ve itibar sahibi bir bölgesel güç haline gelen Türkiye için bu kriz ve ABD’nin baskılarına karşı koyuş şekli, Türk dışişlerinin kriz yönetimindeki başarısına bağlı olacaktır. Türkiye’nin uluslararası sistemdeki bu tür bir oldubittiden en az zararla sıyrılma yeteneğini gösterebilmesi gelecekteki uluslararası konumunu da belirleyecektir.
Sonuç olarak bu suikastle ABD, uyguladığı güç siyaseti için bir neden daha bulmuştur. Fakat ABD’nin askeri müdahalesiyle Orta Doğu’da ortaya çıkardığı karmaşa ve düzensizlikten bir düzenin ortaya çıkması zor gözükmektedir. Hariri suikasti, Orta Doğu’daki uzun vadeli çatışmaların bir parçası olarak değerlendirilmelidir. Suikastle Orta Doğu’da kan akmaya devam etmiş, Orta Doğu insanın içselleştirdiği şiddet, çatışma ve ölüm bu bölgenin kaderi olmayı sürdürmüştür. Batılı değerlerde insanın özgürleşmesinin ilk şartı yaşam hakkını kullanmasıdır. Günümüzde ise Orta Doğu insanı için ölmek sıradan bir olay haline gelmiştir. Fransız ve İngiliz mandasının bıraktığı siyasi ve sosyo-ekonomik ortam, Saddam Hüseyin, Hafız Esad gibi otoriter-baskıcı yöneticilerin yetişmesine zemin hazırlamıştı. ABD’nin şu an ki siyaseti ve bölgede oluşturacağı siyasi yapıların ve Suriye, İran ve Lübnan’da oluşacak kriz alanlarının ne yazık ki bölgeyi anarşist ve karmaşık bir yapıya sürükleyeceği açıktır. Bölgede, çatışma, savaş ve ölümler arasında büyüyen yeni kuşağın anti-Amerikancı olacağı ve radikal unsurları taşıyacağı aşikardır. Orta Doğu’da liberal demokrasi ve özgürlüklerin sağlıklı bir şekilde oluşması yeni kriz alanları ortaya çıkarmakla değil, var olan Filistin ve Irak sorunlarında adil ve kalıcı bir barışın sağlanması ile oluşacaktır.
(1) 1977’de Dürzi lider Kemal Canbolat, 1982’de Maruni Devlet Başkanı Beşir Cemayel, 1987’de Başbakan Raşid Kerami, 1989’da Maruni Devlet Başkanı Rene Luawad, 2002’de Hristiyan milis şeflerinden Elie Hobeiqa bu tarz suikastler sonucu öldürülmüştür.
(2) Fransa’nın 1940 yılında yaptığı Lübnan anayasası, Devlet Başkanlığı'nı Marunilere, Başbakanlığı Sünni Müslümanlara ve Meclis Başkanlığı'nı Şii Müslümanlara vererek çok hassas bir denge kurmuştur. Son 50 yıl içinde Müslümanların doğum oranındaki yükseklik ve Filistinden gelen göçmenlerden dolayı günümüzde Müslüman nüfus Lübnan’da çoğunluğu oluşturmaktadır.
(3) ABD ve Fransa, Sünni ve Dürzi muhalefet dışında Suriye karşıtı Maruni gruplara da destek vermektedir