"And I have found both freedom and safety in my madness, the freedom of loneliness and the safety from being understood, for those who understand us enslave something in us. But let me not be too proud of my safety. Even a Thief in a jail is safe from another thief. "
Khalil Gibran (How I Became a Madman)
Khalil Gibran (How I Became a Madman)
NEWS AND ARTICLES / HABERLER VE MAKALELER
Friday, April 29, 2005
Wednesday, April 27, 2005
Monday, April 25, 2005
Friday, April 22, 2005
Thursday, April 21, 2005
Friday, April 15, 2005
Irak Konferansı
IRAK KONFERANSI
TÜRK ASYA STRATEJİK ARAŞTIRMALAR MERKEZİ (TASAM)
(NİSAN 2005)
Katılımcılar:
E. Dz. P. Kur. Kd. Alb. Atilla SANDIKLI (TASAM Genel Müdürü)
Prof. Dr. Hasret ÇOMAK (Kocaeli Üniversitesi Öğretim Üyesi)
Doç. Dr. Bülent ARAS (Fatih Üniversitesi Öğretim Üyesi)
Yasin ATLIOĞLU (TASAM Orta Doğu Masası Uzman)
TÜRK ASYA STRATEJİK ARAŞTIRMALAR MERKEZİ (TASAM)
(NİSAN 2005)
Katılımcılar:
E. Dz. P. Kur. Kd. Alb. Atilla SANDIKLI (TASAM Genel Müdürü)
Prof. Dr. Hasret ÇOMAK (Kocaeli Üniversitesi Öğretim Üyesi)
Doç. Dr. Bülent ARAS (Fatih Üniversitesi Öğretim Üyesi)
Yasin ATLIOĞLU (TASAM Orta Doğu Masası Uzman)
“IRAK ŞİİLERİ VE SİYASET”
Yasin ATLIOĞLU (TASAM Orta Doğu Masası)
Yasin ATLIOĞLU (TASAM Orta Doğu Masası)
Giriş
2003 yılında ABD’nin sınır komşumuz Irak’a gerçekleştirdiği askeri müdahaleyi, gerek Irak’ta gerekse Orta Doğu’daki siyasal yapılarda gerçekleşecek önemli değişimlere yol açacak bir köşe taşı olarak değerlendirebiliriz. Müdahale sonrası Irak’taki gelişmeler, ABD’nin Orta Doğu’da uygulamaya koyduğu askeri güce dayalı otoriter dış politika stratejisi ile beraber düşünüldüğünde, bölgenin etnik ve dini yapılardan güç alan küçük ölçekli siyasi ve toplumsal birimlere bölünmesi ihtimalini ortaya çıkmıştır. Bu durumun en açık olarak görüleceği ülke hiç şüphe yok ki öncelikle Irak olacaktır. Irak özeline baktığımızda ABD müdahalesi sonrası, daha önce siyasi alanda var olmayan iki unsurun Irak siyasetinde ortaya çıktığını görmekteyiz: Şiiler ve Kürtler. Özellikle uzun süre ülke siyasetinin uzak bırakılmış ve nüfus olarakta çoğunluğu teşkil eden Şiiler, Irak’ın yeniden yapılandırılmasında en önemli toplumsal grubu olacaktır. Bu çerçevede bölgede ve dünyada Irak üzerine etkin ve istikrarlı bir dış politika geliştirmek isteyen devletlerin Şiiliği ve Irak Şiilerini iyi tanıması gerekmektedir. Bölgeyle ilişki kurarken kültürel, tarihi ve coğrafi avantajlara sahip bir bölgesel güç olarak Türkiye de Irak’ın yeniden yapılandırılmasında etkin olabilmek ve içinde istikrar ve tutarlılık barındıran bir Irak politikası oluşturabilmek için Şiiler üzerinden politika geliştirebilme yeteneğine sahip olabilmelidir. Bunun içinde Türk kararalıcıların ve kamuoyunun Irak Şiilerine özel ilgi göstermesi ve sorunsuz çok yönlü ilişkilerin geliştirilmesi gerekmektedir.
Ben ilk olarak Irak’ın etnik ve dini yapısı üzerinde genel olarak durup, daha sonra Irak’taki Şii unsuru incelemeye çalışacağım.
Irak’ta Etnik ve Dini Yapı
Bu konu da öncelikle söylenmesi gereken, etnik ve dini yapıya dayalı bir nüfus sayımının uzun süredir yapılmadığı ve savaş halinin hüküm sürdüğü bir ülkede etnik ve dini yapının dağılımı hakkında gerçek ve tutarlı rakamlar söyleyebilmenin oldukça zor bir iş olduğudur. Bu bağlamda söyleyeceğimiz oranlar, ancak tutarlılığı kontrol edilemeyen birer tahmin olarak değerlendirilmelidir.
Irak’ta baskın etnik kimlik Araplar’dır. Nüfusa oranları %70-75 civarıdır. En önemli etnik azınlık ise nüfusun %17-20’sini oluşturan Kürtler’dir. Kürtler genellikle Kuzey Irak coğrafyasında yaşarlar ve Kuzey Irak’taki Kürtler, sosyo-kültürel olarak iki bölgeye ayılır. Kuzeyde Türkiye sınırından başlayıp alt sınırı Erbil olan bölge, Bahtinan bölgesi olarak bilinir. Burda feodal ilişkiler ve aşiret ilişkileri oldukça güçlüdür ve toprağa dayalı ekonomik yapıdan dolayı ekonomik olarak az gelişmiş bir yerdir. Şehirleşme az olduğu bölgede Zaho, Dohuk gibi küçük ölçekli şehirler vardır. Dinsel olarak Zaho’da bir miktar Yezidi Kürt yaşasa da bu bölgedeki Kürtlerin büyük çoğunluğu Sünni Müslümandır ve Nakşibendilik tarikatının yaygın olduğu bölgede tarih boyunca –bugün bu yapı aşınmış olsa da- halk dine oldukça bağlıdır. Aşiret bağlarının güçlü olduğunu söylediğimiz bölgede en güçlü aile Barzani ailesidir. Barzani ailesinin kurduğu Kürdistan Demokrat Partisi (KDP) en önemli siyasal örgüttür. Kuzey Irak’ın güney bölgesinde Süleymaniye merkezli ikinci Kürt bölgesi Soran bölgesidir. Bu bölgede de Sünni Kürtler ağırlıkta olmakla birlikte bir miktar Şii Kürt Süleymaniye civarında yaşamaktadır. Şehirleşmenin kuzeye göre daha fazla olduğu, dolayısıyla aşiret bağlarının zayıfladığı bölgede en güçlü aile, siyasal örgütlenmesi Kürdistan Yurtsevenler Birliği olan Talabaniler’ dir. İki bölge arasındaki tarihi rekabet uzun süre devam etmiştir, bunun temel nedenleri kişisel ve ailesel çıkar mücadelesi olduğu gibi iki bölgenin Kürtçe’nin farklı lehçelerini (Barzani bölgesi Kurmançi lehçesi, Talabani bölgesi Sorani lehçesi) konuşup sosyo-ekonomik olarak farklı göstermesi de olabilir. Kürtlerden sonra Irak’ta en büyük ikinci etnik azınlık Türkmenler’dir. Türkmenler kendilerinin Irak nüfusunun % 12’si (3 milyon civarı) olduğunu iddia etmektedir. Bununla birlikte Kürt ve ABD kaynakları ise bölgedeki çıkarları gereği Türkmenlerin nüfusunu sadece %2-3 gibi düşük oranlarda gösterme gayreti içindedir. 9. yy.da bölgeye gelen Türkmenler, Irak’ın kuzeyindeki Telefar’den Bağdat’ın doğusundaki Mendeli’ye kadar uzanan bir hat üzerinde yaşamaktadırlar. Kerkük, Musul, Telafer, Erbil tarih boyunca Türkmenleri yoğun yaşadığı yerleşim birimleri olmuştur. Uzun bir süre siyasete ve siyasal örgütlenmeye soğuk bakan Türkmenlerin en geniş ve etkili siyasal örgütlenmeleri Irak Türkmen Cephesi’dir. Irak’ta bunların dışında Asuriler, Ermeniler ve Lurlar diğer önemli etnik unsurlardır. Dini yapıya açısından %95’ten fazlası Müslüman olan Irak büyük ölçüde homojen olmakla birlikte mezhep olarak Sünni ve Şii olarak iki ana kola bölünmüş durumdadır. Irak Müslümanları’nın %60’dan fazlası Şii mezhebine (İsna-ı Aşeriyye) mensup iken geri kalanı büyük ölçüde Sünni’dir. Irak’da az sayıda Hıristiyan, Yahudi ve Yezidi de yaşamaktadır.
Irak’ın etnik ve dini yapısına baktığımızda siyaset üzerinde etkili olabilecek kapasitede dört ana gruptan bahsedebiliriz: Şiiler, Sünni Araplar, Kürtler ve Türkmenler. Sünni Araplar, Modern Irak Tarih boyunca gerek siyasi gerekse ekonomik olarak ayrıcalıklı ve etkin bir konuma sahip olmuştur. Fakat ABD’nin askeri müdahalesi sonrası Irak’ın yeniden yapılandırılması sürecinde Şiiler ve Kürtlerin ön plana çıkarıldıklarını bununla birlikte Sünni Arapların eski etkinlik ve güçlerini çok uzağında oldukları görülmektedir. Türkmenlerin ise Modern Irak Tarihi boyunca olduğu gibi günümüzde de kültürel ve etnik aidiyetleri güçlü olmasına rağmen bazı iç ve dış nedenlerde dolayı güçlü bir siyasi birliktelik oluşturamadıkları ve Irak siyasetine nüfusları ile orantılı temsil edilemedikleri söylenebilir.
Irak, Şiilik ve Siyaset
“Irak”, “Şiilik” ve “Siyaset”…Bu üç kelimeyi yan yana kullanmak Orta Doğu coğrafyasında önemli anlamlar ifade eder. Günümüzde Şiilik deyince akla hep İran coğrafyası ve İran İslam Cumhuriyeti gelmektedir. Oysa ki Şiilik siyasi bir hareket olarak Irak’ta doğmuştur. Hz Ali ile Muaviye arasındaki hilafet mücadelesi ve Hz Ali’nin Küfe’de öldürülmesiyle ortaya çıkan Şiilik, Hz Hüseyin ve yandaşlarının Kebela’da öldürülmesinden derinden etkilenmiş ve yeni bir boyut kazanmıştır. Bu çerçevede baktığımızda tarihsel ve inançsal olarak Irak coğrafyası Şiiler açısından büyük öneme sahiptir.
Irak’ta çoğunluğu oluşturan Şiiler, Bağdat’tan Basra’ya kadar uzanan bölgede yoğun olarak yaşamaktadır. Öncelikle Şiilerin toplumsal ve etnik yapılarını ele alalım. Çünkü Şiilerin toplumsal ve etnik aidiyetleri siyasal davranışlarını doğrudan etkilemektedir. Toplumsal olarak Iraklı Şiileri, şehirlerde yaşayan seküler Şiiler, kırsal alanda yaşayan (aşiret yapılarının etkili olduğu) toprağa bağlı Şiiler ve kutsal kentlerde yaşayan Şii din adamları olarak üçe ayırabiliriz. Etnik olarak baktığımız da ise Şiiler, Arap, Türkmen ve İran kökenli oldukları görülmektedir. Arap Şiiler, Bağdat-Basra arasındaki bölgeye dağılmış şekilde yaşarken, kuzeyde Telafer merkezli Şii Türkmenler yer alır. Türkmenlerin yaklaşık %30’u Şia’nın İmamiyye koluna mensuptur. Bu Şiiler Osmanlı İmparatorluğu döneminde Azerbaycan’dan getirilen Azerilerin torunlarıdır. Şiiler arasındaki son etnik grup ise İran kökenli Şiiilerdir. Genellikle kutsal şehirler olan Necef, Kerbela ve Kazımiye’de yaşarlar. Dini eğitim ve kutsal yerleri ziyaret için gelenler buralarda yerleşmişlerdir. Hatta Osmanlı devleti döneminden bu yana dünyanın pek çok yerinden Şiiler Necef’e ölmek ve bu kutsal kente gömülmek için gelmektedir. Necef’te Vadi Es-Selam adlı büyük bir mezarlık vardır.
Şimdi de Şiiliğin Irak siyasetindeki varlığına ve iktidarlarla ilişkilerine bakalım. Şiilerin tarih boyunca siyasetle ilişkilerine bakıldığında bu ilişkiyi şekillendiren en önemli unsurun Şia inanç sistemi olduğu görülmektedir. Şia, Hz. Muhammed’in vefatından sonra meşru halife olarak Hz.Ali’yi gören toplulukların ortak adıdır. Şia kendi içinde bir çok kola ayrılsa da Irak ve İran’da yaygın olan İmamiyye koludur. Şiiliği Sünnilikten ayıran temel fark da imamet inancıdır. Şiilere göre Hz. Muhammed vefat ettikten sonra risalet yani vahiyinin gelmesi son bulur ama imamet, yani gelen emirlerin yorumlanması Hz Ali’nin soyundan gelen 12 imam tarafından sürdürülecektir. İlk imam Hz. Ali ve soyundan gelen 11 imam, özellikle Şiiliğin İmamiyye kolu için çok önemli anlam ifade eder. Şii toplumu Hz. Ali ve Hz. Hüseyin’in kişiliklerinde acıyı ve kaderi içselleştirmektedir. Bu iki kişiliğin öldürülmeleri veya kendilerini feda etmeleri insanlığı kurtarıcı bir misyona sahiptir ve Şiiliğin şehid paradigmasının merkezini oluşturur. Şiiliğin inanç ve düşünce yapısını anlamak, siyasi hareket tarzını ve eylem biçimini anlamamızı sağlayacaktır. Şiiler, bazı tarihsel, dini ve siyasi nedenlerden dolayı İran coğrafyasında 932’de kurulan Büveyhioğluları devletinden sonra uzun süre devlet kurma tecrübesine sahip olamadı. Bununla birlikte 19.yy. da ortaya atılan Velayet El-Fakih düşüncesi çerçevesinde Şiilerin siyasette ve siyasal iktidara bakışlarında radikal değişiklikler gerçekleşti. Bu düşüncenin uygulamaya geçmesi ise ancak 1979 İran İslam Devrimi ile olmuştur.
Irak özeline geri döndüğümüzde ise Modern Irak’ın Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra kurulmasıyla siyasal iktidarın Osmanlı İmparatorluğu zamanında olduğu gibi Sünni Arapların egemenliğinde kaldığını görmekteyiz. Buna rağmen Irak Şiileri, önce Komünist Parti ve Baas Partisi içinde siyasete girmeye çalışmışlarsa da ancak 1950’lerden sonra siyasetle uğraşan dini kökenli ailelerin aracılılığıyla Irak siyasetine dahil olmuşlardır. Bu ailelerin en önemlileri, El-Hakim Ailesi, Es-Sadr Ailesi ve El-Hui Ailesi’dir. Şiilerin Irak’taki ilk ciddi siyasal örgütlenmesi ise 1960 yılında Iraklı Müslüman Kardeşlerle birlikte Şii din adamlarının kurduğu Dava Partisi’dir. Dava Partisi, 1968’den sonra radikalleşerek Şii kimliğini önplana çıkmış ve bir Şii partisi haline gelmiştir. Partinin ilk lideri Muhsin El-Hakim 1970 yılında vefat edince yerine Ayetullah Muhammed Bakr Es-Sadr geçti. 1970’lerden itibaren Saddam Hüseyin’in Dava Partisi’ne yaptığı baskıların artması sonucu partinin pek çok üyesi idam edildi. 1980 yılında Irak yönetimi tarafından partinin başkanı Muhammed Bakr Es-Sadr idam edilirken Dava Partisinin faaliyetleri de yasaklandı. Bu dönemde Iraklı Şii din adamlarının genellikle İran’a gitmeyi tercih etmiştir. Bu din adamları arasında yeralan El-Hakim Ailesinin lideri Muhammed Bakr El-Hakim, 1982 yılında İran’da Irak İslam Yüksek Devrim Konseyi’ni kurmuştur. Bu döneme kadar El-Hakim ve Es-Sadr Aileleri arasında Dava Partisi aracılığıyla dönüşümlü gerçekleşen Şii siyasi liderlik müessesesi, Muhammed Bakr El-Hakim tarafından İran İslam devletinin de desteğini alan El-Hakim Ailesinin tekeline alınmaya çalışıldı. Günümüzde Sadr ve Hakim ailesi arasındaki liderlik mücadelesinin kökenleri bu yıllara dayanır. Irak Şiilerinin üçüncü güçlü ailesi de El-Hui Ailesidir. 1990’lı yıllarda ailenin lideri aynı zamanda El-Havza’nın da başkanı olan Büyük Ayetullah Ebu El-Kasım El-Hui idi. 1993’te Saddam Hüseyin tarafından cezaevinde öldürülen El-Hui’nin yerine aile lideri olarak oğlu Abdülmecid El-Hui geçti ve Londra merkezli El-Hui vakfını kurdu. El-Hui vakfı Şii din adamlarının siyasete karışmasını öngören seküler bir kurumdur. Bu arada El-Havza’nin başına ise Ebu El- Kasım El-Hui’nin öğrencisi İran asıllı Ayetullah Ali Es-Sistani getirildi.
Bu noktada biraz da El-Havza ve kutsal kent Necef’teki dini otoritelerden bahsetmek gerekiyor. Necef’te bulunan El-Havza El-İlmiyye, dini eğitim veren medreseleri denetimi altında tutan siyasi,ekonomik ve sosyal içeriği olan bir kurumsal yapılanmanın adıdır. Dünyanın pek çok yerinden Şiiler küçük yaşlardan itibaren buraya gelip uzun süreli bir eğitime tabi tutulmaktadırlar. Bu eğitim sonucu Şii öğrencilerin bir kısmı belli akedemik ünvanlara sahip olmaktadırlar. En üst ünvan Ayetullah ünvanıdır. Ayetullahlar arasında en geniş Şii çevreyle kendini kabul ettiren, Necef’in en büyük dini otoritesi yani Merci El-Ala pozisyonuna yükselir. Merci El-Ala (Merci El-Taklid) taklit edilecek, itaat edilecek siyasi ve dini kurumdur. Dini otorite, topladığı Humus denen zekatlar sayesinde ekonomik gücü de elinde toplar. Günümüzde Necef’deki en büyük otorite Ayetullah Seyyid Ali Es-Sistani’dir.
Irak’a ABD Müdahalesi ve Şiilerin Tepkisi
ABD’nin Saddam iktidarını askeri bir müdahaleyle devirmesinden sonra Irak’ta en fazla merak edilen soru, çoğunluğu oluşturan Şiilerin Irak’taki ABD askeri varlığına nasıl tepki göstereceği idi. Bu bağlamda Şiilerin yeni siyasi konjonktüre vereceği tepkinin, tek bir otorite altında olup olmaması da önem kazanıyordu.
ABD Müdahalesinin ardından Irak Şiilerinin Saddam’ın baskısından dolayı yurtdışında bulunan liderleri Irak’a geri dönmeye başladı. Ülkeye ilk dönem lider El- Hui vakfın başkanı Abdülmecid el-Hui oldu. Nisan 2003’te dönen El-Hui kısa bir süre sonra Necef’teki Hz. Ali Cami’nin önünde bir suikast sonucu öldürüldü. Ülkeye dönen ikinci önemli lider, yirmi yıldan fazla İran’da yaşayan Ayetullah Muhammed Bakr El-Hakim idi. El-Hakim gerek sahip olduğu dini otoritesiyle gerekse İran destekli örgütlediği 5-10 bin civarında olduğu söylenen askeri gücü Bedr Tugaylarıyla Şiiler arasından en güçlü lider adaylarından biriydi. El-Hakim Irak’a geldikten sonra, Irak İslam Yüksek Devrim Konseyi ile kurumsallaştırdığı siyasi gücünü de koruyabilmek için ABD’ye karşı yumuşak bir tavır almış ve en azından silahlı bir direniş gerçekleştirmeyeceğini göstermiştir. Irak İslam Yüksek Devrim Konseyi’nin ilk amacı, Irak’taki Şii dini ve siyasi otoriteyi kendi çatısı altında birleştirmekti. Fakat 2003 Ağustos ayının son günleri Muhammed Bakr El-Hakim, Abdülmecid el-Hui’nin üç ay önce öldürüldüğü yerde yani Necef’teki Hz. Ali Cami’nin önünde, bombalı bir suikast sonucu öldürülmüştür. Tarihsel bir açıdan baktığımızda Şii din adamlarının genellikle doğal ölüm yoluyla değil de başkaları tarafından acımasızca öldürüldüğüne şahit olmaktayız. Belki de bunu, daha önce bahsettimiz Şiilikteki ölüm paradigmasının, kendini feda etme felsefesinin bir uzantısı olarak düşünmek gerekiyor, galiba Elias Cannetti’nin dediği gibi Şiilik şu anda yeryüzünde yaşayan son ağıt dinlerinden biri olabilir. Suikastlerin dinsel ve felsefi yorumlarını bir kenara bıraktığımızda bu iki suikastin gözleri bir anda Necef’teki El-Havza’nın lideri Ayetullah Seyyid Ali Es-Sistani ve Es-Sadr Ailesinin genç ve karizmatik lideri Muktada Es-Sadr’a çevirdiğini söyleyebiliriz. İran asıllı olan Sistani, Irak’ta oluşan yeni siyasi duruma ve ABD askeri gücüne yönelik uzun süre herhangi bir açıklama yapmamış ve sessiz kalmayı tercih etmişti. Şiilerin bir kısmına göre Sistani, Irak’taki en büyük dini otorite olarak en son konuşacaktı, bazılarına göre ise siyasi rakiplerinin ortaya çıkmasını bekliyor ve güçlerini ölçüyordu. Muhakkak ki Muhammed Bakr El-Hakim’in kendini en yüksek dini otorite olarak açıklayamadan öldürülmesi Sistani’yi oldukça rahatlattı. Yine El-Havza’nın eski Başkanı Büyük Ayetullah Ebu El-Kasım El-Hui’nin oğlu olan Abdülmecid El-Hui’nin seküler düşünce tarzı ile siyasi liderliğe aday olması El-Havza liderinin gücünü aşındıracağı için El-Hui suikasti de Sistani’nin işine gelmiştir. Bütün bunlarla birlikte olanları, Irak’taki Şii siyasetini yönlendiren aileler düzeyinde incelediğimizde karşımıza genç bir isim çıkmaktadır: Muktada Es-Sadr. Muktada, 1999 yılında babasının ve iki kardeşinin Saddam tarafından öldürülmesinden kaynaklanan sempatiyi de kullanarak Şiilerin liderliğine oynamak istemektedir. Bu çerçevede en önemli rakipleri olan El-Hakim ve El-Hui Ailelerinin liderlerinin öldürülmesi Muktada’yı birinci şüpheli haline getirmektedir. Aslında Muktada Es-Sadr, Şii liderliğini ele geçirmek dışında ABD işgaline karşı hareket tarzıyla diğer Şii liderlerden farklılık göstermiştir. Muktada, ABD askeri varlığının hemen Irak’tan çıkarılmasını isterken, iki defa da kontrolü altındaki silahlı güç olan Medhi Ordusuyla ciddi bir silahlı direniş göstermiştir. İlk silahlı direniş Nisan 2004’te, ikincisi ise Ağustos 2004’da gerçekleşmiş ve ABD’yi oldukça tedirgin etmiştir. Her iki olayda da Sistani’nin araya girmesiyle Muktada ve Medhi Ordusu zarar görmeden eylemler sona ermiştir. Muktada, her ne kadar ABD karşıtı olarak siyasi süreç dışında bırakılmış olarak gözükse de, 30 Ocak Seçimlerinde Sadr yandaşlarının yoğun bir katılımla Sistani’nin oluşturduğu Şii İttifaka oy vermesi gibi olaylar Sistani ile Sadr’ın bir çıkar ortaklığı içinde olup olmadığı sorusunu sormamıza yol açmaktadır.
Sonuç olarak Irak’ın ABD denetiminde yeniden yapılandırılması süreciyle Irak Şiileri Orta Doğu’nun siyasi gündeminde tekrar bir güç olarak ortaya çıkmıştır. Özellikle ABD’nin bölgede uyguladığı etnik ve dini yapıları harekete geçiren otoriter dış politika anlayışı, yakın bir gelecekte bölgeyi ulusaltı bağların sıkılaştığı, etnik ve dini aidiyete dayalı bir parçalanma sürecine götürebilir. Yine Orta Doğu’da kimliklerin biçimlenmesinde ve çatışmalarda en önemli motivasyon aracının din olması ABD’nin bu politika anlayışıyla örtüşebilir. Bu parçalanma sürecinde Irak coğrafyasında dini referans alan bir Şii devletinin kurulması olasılığı ve Irak merkezli bölgede oluşan Şii yükselişi başta Suudi Arabistan ve Körfez ülkeleri olmak üzere içinde Şii azınlık bulunduran Sünni ülkeleri tedirgin etmektedir. Bu bağlamda ABD’nin Kum- Necef rekabetinden de yararlanarak İran’daki Şii İslam yapılanmasına karşı Irak’ta ılımlı bir Şii devletini destekleyebileceği söylenebilir. Irak iç yapısına baktığımızda son iki senedeki gelişmelerin ve ABD askeri varlığının Irak’a güvensizlik, istikrarsızlık ve parçalanma getireceğini iddia edebiliriz, bununla birlikte Irak’taki iç çatışmanın ve direnişin, şu ana kadar bölge ülkelerinin de katıldığı bir Şii-Sünni çatışımasına dönüşmemesi bölge açısından sevindirici bir olaydır. Teşekkür ederim..
SORU- CEVAP
SORU(Metin KÜLÜNK): Yasin Bey’e Irak Şiileri konusunda bir soru sormak istiyorum. Irak’taki Şii geleneğin uluslararası ilişkilerde oturduğu eksenler nelerdir? Yani İran ekseni, İngiliz ekseni, ABD, Avrupa, İran ve Türkiye eksenleri var mı? Daha doğrusu özellikle Türkiye’nin böyle bir derdi olmuş mu?
Yasin ATLIOĞLU: Batının Şiilere bakışı, Batının topyekün Doğu’ya, Orta Doğu’ya bakışının bir parçasıdır. 18.yy. oluşan sömürgeci mantık ve ekonomik hegemonya kurma arzusu, Batı’nın Doğu’yu tanımlamasında çıkış noktasını oluşturur. Bu düşünce tarzı uygulanabilir olma amacıyla kendi içinde profesyonel metodlar ve stratejik bir bakış açısı geliştirmiştir. Sömürgeci yönetim tarzı, zaman zaman sosyo-kültürel değerleri, etnik ve dini bölünmüşlükleri kendi çıkarları adına kullanabilmektedir. Birinci Dünya Savaşı sonunda bölgede hakim olan İngiltere’nin bölgeye yaklaşım şekli neyse şu an ABD kararalıcılarının yaklaşım şekli de odur.
Irak Şiileri özeline baktığımızda da ABD’nin Irak’a profesyonel-sömürgeci bir mantıkla yaklaştığını görmekteyiz. Bundan dolayı ABD için Şiiler bölgede kurulacak yeni yapılanmada ihtiyaç duyulan, olmazsa olmaz aktörlerden biridir. İlk başlarda sadece İyad Allawi ve Ahmet Çelebi gibi seküler Şii liderleriyle iyi ilişkiler içine geren ABD, Irak’taki askeri işgal başladıktan sonra Necef merkezli dini otoritelerin ve dini ailelerin önemini daha iyi anlamıştır. Sünni direnişin güneydeki Şii yerleşimlere de sıçrayabileceğinden tedirgin olan ABD yönetimi, Şii din adamları ve liderlerinin Şii toplumu üzerindeki tesirinden ve kitleleri yönlendirme kabiliyetinden dolayı sürekli iletişim kurma gayreti içerisinde olmuştur. Şii din adamlarının etkinliğinin en iyi ifadesi olarak 30 Ocak Seçimlerinden önce Necef’teki büyük Ayetullah Sistani’nin emriyle güçlü bir Şii ittifakın oluşturulması ve seçimlerde Şiilerin yüksek katılım düzeyi gösterilebilir. Yeniden yapılandırılan Irak devletinde Sistani’ye de ABD tarafından özel bir statü verilmesi pek şaşırtıcı olmayacaktır. Bu bağlamda Irak’taki Şiilere yaklaşım açısından ABD’nin ve bölgede etkili olmak isteyen bölgesel güçlerin Osmanlı tecrübesini örnek almaları yararlı olabilir diye düşünüyorum. Bağdat, Kerbela ve Necef 1534’te Kanuni Sultan Süleyman’ın Irak Seferi sonunda Osmanlı İmparatorluğu’nun topraklarına katılmış ve Birinci Dünya Savaşı’nın sonuna kadar Irak neredeyse kesintisiz İstanbul’dan yönetilmiştir. Osmanlı ile İran arasındaki mezhepsel mücadelenin kalbi olan bu bölgede Osmanlı hakimyetinde Şiiler kesinlikle devletle mezhepsel temelli bir çatışmaya girmemiş, daha doğrusu Osmanlı buna izin vermemiştir. Bunun temel nedeni Osmanlı yönetiminin Şii toplumuna ve din adamlarına yaklaşım şeklidir. Osmanlı yönetimi Şiilerin kutsal yerlerine gereken ilgiyi ve saygıyı göstermiş, Necef’teki din adamlarına özel ayrıcalıklar vermiştir. Örneğin 1638’de Bağdat’ı ele geçiren IV. Murad, Şiilerin kutsal yerlerine saygısını göstermek için Necef’e yalın ayak girmiştir. Yine Birinci Dünya Savaşında Basra’ya çıkan İngilizlere karşı Osmanlı birliklerile birlikte savaşan Şii din adamları (Seyyid Medhi El-Hayderi’nin fetvasıyla) öncülüğündeki 18 bin kişilik Şii mücahit birlikleri, Osmanlı yönetiminin bölgeye yaklaşımındaki etkinliğin ve vefanın bir göstergesidir. Günümüze dönecek olursak özellikle Muktada Es-Sadr’ın direnişi sırasında Necef’e ve Hz.Ali’nin türbesine yapılan saldırılar, Şii toplumda ABD karşıtı bire öfke yarattıysa da ortam dini otoriteler tarafından sakinleştirildi. Sistani’nin kontrolünda hareket eden Şii toplum şu an iktidara ulaşabilmek için sabır göstermekte ve hızlı tepkiler vermekten kaçınmaktadır. Fakat anayasanın yapılması sürecinde Şiiler istediklerini (ki bu istekler içinde federal bir Şii devleti de olabilir) alamazsa Şiilerin tepkisi Kürtler ve ABD üzerine olacak, belki de bölgede ikinci bir İran’ın ortaya çıkmasının kapısı aralanacaktır.
Biraz da Orta Doğu’nun Arap olmayan Irak’a komşu iki devleti, yani İran ve Türkiye açısından Iraklı Şiilerin algılanış biçimine bakalım. İran için Şii kimliği bölgesel etkinliğini yaymada önemli bir araçtır ve Irak’ın yeniden yapılanmasına özellikle Şii din adamlarını kullanarak dolaylı yollardan tesir etmeye çalışacaktır. Bununla birlikte İran ve Irak Şiiliği arasında siyasal hareket tarzlarında uyuşmazlık yaratacak pek çok fark bulunmaktadır. İran’da Şiilik tek bir “milli kimliği” ifade eder, Irak Şiiliğinde ise “Şii mezhepsel kimliği” ile “Arap ulusal kimliği” çoğu zaman ayrı ayrı veya birbirini bütünler şekilde değerlendirilir. Yine dinsel önderlik açısından Kum ve Necef arasındaki rekabetten kaynaklanan sorunlar su yüzüne çıkabilir. Son olarak da Türkiye’nin Şiileri ele alış biçimini ele alalım. Türkiye, 1990’dan sonra Irak politikasını Kuzey Irak politikası şeklinde ele almış ve bu bölge dışındaki Irakla ve Iraklılarla ilgilenmemiştir. Türkiye, Irak Şiileri konusunda bilgisiz ve tecrübesizdir. Irak’ın yeniden yapılandırılmasında Şiiler, Irak içinde ve bölgede önemli bir aktör konumuna yükselmişlerdir. Türk hükümetinin bölgede bu kadar önemli bir dini-mezhepsel grubun üzerinde durması ve Türkiye’nin Irak politikası dahilinde Şiilere yönelik özel bir stratejik planlaması ve diplomatik hamleleri olmak zorundadır. Bu diplomatik hamlelerin alt yapısı hazırlanırken elde varolan ortak paydalar iyi değerlendirilmelidir. Örneğin önce Irak İslam Yüksek Devrim Konseyi başkanı Abdülaziz El-Hakim’in ve sonra da oğlunun Türkiye ziyaretleri Türk-Şii iletişimi açısından önemli bir başlangıçtır. Bu ziyaret sırasında Iraklı konuklarımızın Türkiye devlet yetkilileri dışındaki durağı Türkiye’deki Şii cemaatin lideri Selahattin Akgündüz olmuştur. Bu ziyarette gösteriyor ki dini eğitimini Necef’te alan ve Necef’teki çevreleri yakından tanıyan Selahattin Akgündüz Türk-Şii ilişkilerinin geliştirilmesinde bir iyi niyet elçisi olarak kullanılabilir. Türkiye, yeni oluşturulacak Irak devletinin üst kademesinin önemli bir kısmını Şiiler işgal edeceğini unutmamalı ve Irak coğrafyasında bölgesel bir güç olarak etkin olmak istiyorsa Irak’ın iç dengelerini iyi inceleyip dış politikasını oluşturmalıdır. Teşekkür ederim.
NOT: Yukardaki metin Türk Asya Stratejik Araştırmalar Merkezi’nin Nisan 2005’te düzenlediği Irak ile ilgili gelişmelerin tartışıldığı konferansın bir bölümünü kapsamaktadır.
2003 yılında ABD’nin sınır komşumuz Irak’a gerçekleştirdiği askeri müdahaleyi, gerek Irak’ta gerekse Orta Doğu’daki siyasal yapılarda gerçekleşecek önemli değişimlere yol açacak bir köşe taşı olarak değerlendirebiliriz. Müdahale sonrası Irak’taki gelişmeler, ABD’nin Orta Doğu’da uygulamaya koyduğu askeri güce dayalı otoriter dış politika stratejisi ile beraber düşünüldüğünde, bölgenin etnik ve dini yapılardan güç alan küçük ölçekli siyasi ve toplumsal birimlere bölünmesi ihtimalini ortaya çıkmıştır. Bu durumun en açık olarak görüleceği ülke hiç şüphe yok ki öncelikle Irak olacaktır. Irak özeline baktığımızda ABD müdahalesi sonrası, daha önce siyasi alanda var olmayan iki unsurun Irak siyasetinde ortaya çıktığını görmekteyiz: Şiiler ve Kürtler. Özellikle uzun süre ülke siyasetinin uzak bırakılmış ve nüfus olarakta çoğunluğu teşkil eden Şiiler, Irak’ın yeniden yapılandırılmasında en önemli toplumsal grubu olacaktır. Bu çerçevede bölgede ve dünyada Irak üzerine etkin ve istikrarlı bir dış politika geliştirmek isteyen devletlerin Şiiliği ve Irak Şiilerini iyi tanıması gerekmektedir. Bölgeyle ilişki kurarken kültürel, tarihi ve coğrafi avantajlara sahip bir bölgesel güç olarak Türkiye de Irak’ın yeniden yapılandırılmasında etkin olabilmek ve içinde istikrar ve tutarlılık barındıran bir Irak politikası oluşturabilmek için Şiiler üzerinden politika geliştirebilme yeteneğine sahip olabilmelidir. Bunun içinde Türk kararalıcıların ve kamuoyunun Irak Şiilerine özel ilgi göstermesi ve sorunsuz çok yönlü ilişkilerin geliştirilmesi gerekmektedir.
Ben ilk olarak Irak’ın etnik ve dini yapısı üzerinde genel olarak durup, daha sonra Irak’taki Şii unsuru incelemeye çalışacağım.
Irak’ta Etnik ve Dini Yapı
Bu konu da öncelikle söylenmesi gereken, etnik ve dini yapıya dayalı bir nüfus sayımının uzun süredir yapılmadığı ve savaş halinin hüküm sürdüğü bir ülkede etnik ve dini yapının dağılımı hakkında gerçek ve tutarlı rakamlar söyleyebilmenin oldukça zor bir iş olduğudur. Bu bağlamda söyleyeceğimiz oranlar, ancak tutarlılığı kontrol edilemeyen birer tahmin olarak değerlendirilmelidir.
Irak’ta baskın etnik kimlik Araplar’dır. Nüfusa oranları %70-75 civarıdır. En önemli etnik azınlık ise nüfusun %17-20’sini oluşturan Kürtler’dir. Kürtler genellikle Kuzey Irak coğrafyasında yaşarlar ve Kuzey Irak’taki Kürtler, sosyo-kültürel olarak iki bölgeye ayılır. Kuzeyde Türkiye sınırından başlayıp alt sınırı Erbil olan bölge, Bahtinan bölgesi olarak bilinir. Burda feodal ilişkiler ve aşiret ilişkileri oldukça güçlüdür ve toprağa dayalı ekonomik yapıdan dolayı ekonomik olarak az gelişmiş bir yerdir. Şehirleşme az olduğu bölgede Zaho, Dohuk gibi küçük ölçekli şehirler vardır. Dinsel olarak Zaho’da bir miktar Yezidi Kürt yaşasa da bu bölgedeki Kürtlerin büyük çoğunluğu Sünni Müslümandır ve Nakşibendilik tarikatının yaygın olduğu bölgede tarih boyunca –bugün bu yapı aşınmış olsa da- halk dine oldukça bağlıdır. Aşiret bağlarının güçlü olduğunu söylediğimiz bölgede en güçlü aile Barzani ailesidir. Barzani ailesinin kurduğu Kürdistan Demokrat Partisi (KDP) en önemli siyasal örgüttür. Kuzey Irak’ın güney bölgesinde Süleymaniye merkezli ikinci Kürt bölgesi Soran bölgesidir. Bu bölgede de Sünni Kürtler ağırlıkta olmakla birlikte bir miktar Şii Kürt Süleymaniye civarında yaşamaktadır. Şehirleşmenin kuzeye göre daha fazla olduğu, dolayısıyla aşiret bağlarının zayıfladığı bölgede en güçlü aile, siyasal örgütlenmesi Kürdistan Yurtsevenler Birliği olan Talabaniler’ dir. İki bölge arasındaki tarihi rekabet uzun süre devam etmiştir, bunun temel nedenleri kişisel ve ailesel çıkar mücadelesi olduğu gibi iki bölgenin Kürtçe’nin farklı lehçelerini (Barzani bölgesi Kurmançi lehçesi, Talabani bölgesi Sorani lehçesi) konuşup sosyo-ekonomik olarak farklı göstermesi de olabilir. Kürtlerden sonra Irak’ta en büyük ikinci etnik azınlık Türkmenler’dir. Türkmenler kendilerinin Irak nüfusunun % 12’si (3 milyon civarı) olduğunu iddia etmektedir. Bununla birlikte Kürt ve ABD kaynakları ise bölgedeki çıkarları gereği Türkmenlerin nüfusunu sadece %2-3 gibi düşük oranlarda gösterme gayreti içindedir. 9. yy.da bölgeye gelen Türkmenler, Irak’ın kuzeyindeki Telefar’den Bağdat’ın doğusundaki Mendeli’ye kadar uzanan bir hat üzerinde yaşamaktadırlar. Kerkük, Musul, Telafer, Erbil tarih boyunca Türkmenleri yoğun yaşadığı yerleşim birimleri olmuştur. Uzun bir süre siyasete ve siyasal örgütlenmeye soğuk bakan Türkmenlerin en geniş ve etkili siyasal örgütlenmeleri Irak Türkmen Cephesi’dir. Irak’ta bunların dışında Asuriler, Ermeniler ve Lurlar diğer önemli etnik unsurlardır. Dini yapıya açısından %95’ten fazlası Müslüman olan Irak büyük ölçüde homojen olmakla birlikte mezhep olarak Sünni ve Şii olarak iki ana kola bölünmüş durumdadır. Irak Müslümanları’nın %60’dan fazlası Şii mezhebine (İsna-ı Aşeriyye) mensup iken geri kalanı büyük ölçüde Sünni’dir. Irak’da az sayıda Hıristiyan, Yahudi ve Yezidi de yaşamaktadır.
Irak’ın etnik ve dini yapısına baktığımızda siyaset üzerinde etkili olabilecek kapasitede dört ana gruptan bahsedebiliriz: Şiiler, Sünni Araplar, Kürtler ve Türkmenler. Sünni Araplar, Modern Irak Tarih boyunca gerek siyasi gerekse ekonomik olarak ayrıcalıklı ve etkin bir konuma sahip olmuştur. Fakat ABD’nin askeri müdahalesi sonrası Irak’ın yeniden yapılandırılması sürecinde Şiiler ve Kürtlerin ön plana çıkarıldıklarını bununla birlikte Sünni Arapların eski etkinlik ve güçlerini çok uzağında oldukları görülmektedir. Türkmenlerin ise Modern Irak Tarihi boyunca olduğu gibi günümüzde de kültürel ve etnik aidiyetleri güçlü olmasına rağmen bazı iç ve dış nedenlerde dolayı güçlü bir siyasi birliktelik oluşturamadıkları ve Irak siyasetine nüfusları ile orantılı temsil edilemedikleri söylenebilir.
Irak, Şiilik ve Siyaset
“Irak”, “Şiilik” ve “Siyaset”…Bu üç kelimeyi yan yana kullanmak Orta Doğu coğrafyasında önemli anlamlar ifade eder. Günümüzde Şiilik deyince akla hep İran coğrafyası ve İran İslam Cumhuriyeti gelmektedir. Oysa ki Şiilik siyasi bir hareket olarak Irak’ta doğmuştur. Hz Ali ile Muaviye arasındaki hilafet mücadelesi ve Hz Ali’nin Küfe’de öldürülmesiyle ortaya çıkan Şiilik, Hz Hüseyin ve yandaşlarının Kebela’da öldürülmesinden derinden etkilenmiş ve yeni bir boyut kazanmıştır. Bu çerçevede baktığımızda tarihsel ve inançsal olarak Irak coğrafyası Şiiler açısından büyük öneme sahiptir.
Irak’ta çoğunluğu oluşturan Şiiler, Bağdat’tan Basra’ya kadar uzanan bölgede yoğun olarak yaşamaktadır. Öncelikle Şiilerin toplumsal ve etnik yapılarını ele alalım. Çünkü Şiilerin toplumsal ve etnik aidiyetleri siyasal davranışlarını doğrudan etkilemektedir. Toplumsal olarak Iraklı Şiileri, şehirlerde yaşayan seküler Şiiler, kırsal alanda yaşayan (aşiret yapılarının etkili olduğu) toprağa bağlı Şiiler ve kutsal kentlerde yaşayan Şii din adamları olarak üçe ayırabiliriz. Etnik olarak baktığımız da ise Şiiler, Arap, Türkmen ve İran kökenli oldukları görülmektedir. Arap Şiiler, Bağdat-Basra arasındaki bölgeye dağılmış şekilde yaşarken, kuzeyde Telafer merkezli Şii Türkmenler yer alır. Türkmenlerin yaklaşık %30’u Şia’nın İmamiyye koluna mensuptur. Bu Şiiler Osmanlı İmparatorluğu döneminde Azerbaycan’dan getirilen Azerilerin torunlarıdır. Şiiler arasındaki son etnik grup ise İran kökenli Şiiilerdir. Genellikle kutsal şehirler olan Necef, Kerbela ve Kazımiye’de yaşarlar. Dini eğitim ve kutsal yerleri ziyaret için gelenler buralarda yerleşmişlerdir. Hatta Osmanlı devleti döneminden bu yana dünyanın pek çok yerinden Şiiler Necef’e ölmek ve bu kutsal kente gömülmek için gelmektedir. Necef’te Vadi Es-Selam adlı büyük bir mezarlık vardır.
Şimdi de Şiiliğin Irak siyasetindeki varlığına ve iktidarlarla ilişkilerine bakalım. Şiilerin tarih boyunca siyasetle ilişkilerine bakıldığında bu ilişkiyi şekillendiren en önemli unsurun Şia inanç sistemi olduğu görülmektedir. Şia, Hz. Muhammed’in vefatından sonra meşru halife olarak Hz.Ali’yi gören toplulukların ortak adıdır. Şia kendi içinde bir çok kola ayrılsa da Irak ve İran’da yaygın olan İmamiyye koludur. Şiiliği Sünnilikten ayıran temel fark da imamet inancıdır. Şiilere göre Hz. Muhammed vefat ettikten sonra risalet yani vahiyinin gelmesi son bulur ama imamet, yani gelen emirlerin yorumlanması Hz Ali’nin soyundan gelen 12 imam tarafından sürdürülecektir. İlk imam Hz. Ali ve soyundan gelen 11 imam, özellikle Şiiliğin İmamiyye kolu için çok önemli anlam ifade eder. Şii toplumu Hz. Ali ve Hz. Hüseyin’in kişiliklerinde acıyı ve kaderi içselleştirmektedir. Bu iki kişiliğin öldürülmeleri veya kendilerini feda etmeleri insanlığı kurtarıcı bir misyona sahiptir ve Şiiliğin şehid paradigmasının merkezini oluşturur. Şiiliğin inanç ve düşünce yapısını anlamak, siyasi hareket tarzını ve eylem biçimini anlamamızı sağlayacaktır. Şiiler, bazı tarihsel, dini ve siyasi nedenlerden dolayı İran coğrafyasında 932’de kurulan Büveyhioğluları devletinden sonra uzun süre devlet kurma tecrübesine sahip olamadı. Bununla birlikte 19.yy. da ortaya atılan Velayet El-Fakih düşüncesi çerçevesinde Şiilerin siyasette ve siyasal iktidara bakışlarında radikal değişiklikler gerçekleşti. Bu düşüncenin uygulamaya geçmesi ise ancak 1979 İran İslam Devrimi ile olmuştur.
Irak özeline geri döndüğümüzde ise Modern Irak’ın Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra kurulmasıyla siyasal iktidarın Osmanlı İmparatorluğu zamanında olduğu gibi Sünni Arapların egemenliğinde kaldığını görmekteyiz. Buna rağmen Irak Şiileri, önce Komünist Parti ve Baas Partisi içinde siyasete girmeye çalışmışlarsa da ancak 1950’lerden sonra siyasetle uğraşan dini kökenli ailelerin aracılılığıyla Irak siyasetine dahil olmuşlardır. Bu ailelerin en önemlileri, El-Hakim Ailesi, Es-Sadr Ailesi ve El-Hui Ailesi’dir. Şiilerin Irak’taki ilk ciddi siyasal örgütlenmesi ise 1960 yılında Iraklı Müslüman Kardeşlerle birlikte Şii din adamlarının kurduğu Dava Partisi’dir. Dava Partisi, 1968’den sonra radikalleşerek Şii kimliğini önplana çıkmış ve bir Şii partisi haline gelmiştir. Partinin ilk lideri Muhsin El-Hakim 1970 yılında vefat edince yerine Ayetullah Muhammed Bakr Es-Sadr geçti. 1970’lerden itibaren Saddam Hüseyin’in Dava Partisi’ne yaptığı baskıların artması sonucu partinin pek çok üyesi idam edildi. 1980 yılında Irak yönetimi tarafından partinin başkanı Muhammed Bakr Es-Sadr idam edilirken Dava Partisinin faaliyetleri de yasaklandı. Bu dönemde Iraklı Şii din adamlarının genellikle İran’a gitmeyi tercih etmiştir. Bu din adamları arasında yeralan El-Hakim Ailesinin lideri Muhammed Bakr El-Hakim, 1982 yılında İran’da Irak İslam Yüksek Devrim Konseyi’ni kurmuştur. Bu döneme kadar El-Hakim ve Es-Sadr Aileleri arasında Dava Partisi aracılığıyla dönüşümlü gerçekleşen Şii siyasi liderlik müessesesi, Muhammed Bakr El-Hakim tarafından İran İslam devletinin de desteğini alan El-Hakim Ailesinin tekeline alınmaya çalışıldı. Günümüzde Sadr ve Hakim ailesi arasındaki liderlik mücadelesinin kökenleri bu yıllara dayanır. Irak Şiilerinin üçüncü güçlü ailesi de El-Hui Ailesidir. 1990’lı yıllarda ailenin lideri aynı zamanda El-Havza’nın da başkanı olan Büyük Ayetullah Ebu El-Kasım El-Hui idi. 1993’te Saddam Hüseyin tarafından cezaevinde öldürülen El-Hui’nin yerine aile lideri olarak oğlu Abdülmecid El-Hui geçti ve Londra merkezli El-Hui vakfını kurdu. El-Hui vakfı Şii din adamlarının siyasete karışmasını öngören seküler bir kurumdur. Bu arada El-Havza’nin başına ise Ebu El- Kasım El-Hui’nin öğrencisi İran asıllı Ayetullah Ali Es-Sistani getirildi.
Bu noktada biraz da El-Havza ve kutsal kent Necef’teki dini otoritelerden bahsetmek gerekiyor. Necef’te bulunan El-Havza El-İlmiyye, dini eğitim veren medreseleri denetimi altında tutan siyasi,ekonomik ve sosyal içeriği olan bir kurumsal yapılanmanın adıdır. Dünyanın pek çok yerinden Şiiler küçük yaşlardan itibaren buraya gelip uzun süreli bir eğitime tabi tutulmaktadırlar. Bu eğitim sonucu Şii öğrencilerin bir kısmı belli akedemik ünvanlara sahip olmaktadırlar. En üst ünvan Ayetullah ünvanıdır. Ayetullahlar arasında en geniş Şii çevreyle kendini kabul ettiren, Necef’in en büyük dini otoritesi yani Merci El-Ala pozisyonuna yükselir. Merci El-Ala (Merci El-Taklid) taklit edilecek, itaat edilecek siyasi ve dini kurumdur. Dini otorite, topladığı Humus denen zekatlar sayesinde ekonomik gücü de elinde toplar. Günümüzde Necef’deki en büyük otorite Ayetullah Seyyid Ali Es-Sistani’dir.
Irak’a ABD Müdahalesi ve Şiilerin Tepkisi
ABD’nin Saddam iktidarını askeri bir müdahaleyle devirmesinden sonra Irak’ta en fazla merak edilen soru, çoğunluğu oluşturan Şiilerin Irak’taki ABD askeri varlığına nasıl tepki göstereceği idi. Bu bağlamda Şiilerin yeni siyasi konjonktüre vereceği tepkinin, tek bir otorite altında olup olmaması da önem kazanıyordu.
ABD Müdahalesinin ardından Irak Şiilerinin Saddam’ın baskısından dolayı yurtdışında bulunan liderleri Irak’a geri dönmeye başladı. Ülkeye ilk dönem lider El- Hui vakfın başkanı Abdülmecid el-Hui oldu. Nisan 2003’te dönen El-Hui kısa bir süre sonra Necef’teki Hz. Ali Cami’nin önünde bir suikast sonucu öldürüldü. Ülkeye dönen ikinci önemli lider, yirmi yıldan fazla İran’da yaşayan Ayetullah Muhammed Bakr El-Hakim idi. El-Hakim gerek sahip olduğu dini otoritesiyle gerekse İran destekli örgütlediği 5-10 bin civarında olduğu söylenen askeri gücü Bedr Tugaylarıyla Şiiler arasından en güçlü lider adaylarından biriydi. El-Hakim Irak’a geldikten sonra, Irak İslam Yüksek Devrim Konseyi ile kurumsallaştırdığı siyasi gücünü de koruyabilmek için ABD’ye karşı yumuşak bir tavır almış ve en azından silahlı bir direniş gerçekleştirmeyeceğini göstermiştir. Irak İslam Yüksek Devrim Konseyi’nin ilk amacı, Irak’taki Şii dini ve siyasi otoriteyi kendi çatısı altında birleştirmekti. Fakat 2003 Ağustos ayının son günleri Muhammed Bakr El-Hakim, Abdülmecid el-Hui’nin üç ay önce öldürüldüğü yerde yani Necef’teki Hz. Ali Cami’nin önünde, bombalı bir suikast sonucu öldürülmüştür. Tarihsel bir açıdan baktığımızda Şii din adamlarının genellikle doğal ölüm yoluyla değil de başkaları tarafından acımasızca öldürüldüğüne şahit olmaktayız. Belki de bunu, daha önce bahsettimiz Şiilikteki ölüm paradigmasının, kendini feda etme felsefesinin bir uzantısı olarak düşünmek gerekiyor, galiba Elias Cannetti’nin dediği gibi Şiilik şu anda yeryüzünde yaşayan son ağıt dinlerinden biri olabilir. Suikastlerin dinsel ve felsefi yorumlarını bir kenara bıraktığımızda bu iki suikastin gözleri bir anda Necef’teki El-Havza’nın lideri Ayetullah Seyyid Ali Es-Sistani ve Es-Sadr Ailesinin genç ve karizmatik lideri Muktada Es-Sadr’a çevirdiğini söyleyebiliriz. İran asıllı olan Sistani, Irak’ta oluşan yeni siyasi duruma ve ABD askeri gücüne yönelik uzun süre herhangi bir açıklama yapmamış ve sessiz kalmayı tercih etmişti. Şiilerin bir kısmına göre Sistani, Irak’taki en büyük dini otorite olarak en son konuşacaktı, bazılarına göre ise siyasi rakiplerinin ortaya çıkmasını bekliyor ve güçlerini ölçüyordu. Muhakkak ki Muhammed Bakr El-Hakim’in kendini en yüksek dini otorite olarak açıklayamadan öldürülmesi Sistani’yi oldukça rahatlattı. Yine El-Havza’nın eski Başkanı Büyük Ayetullah Ebu El-Kasım El-Hui’nin oğlu olan Abdülmecid El-Hui’nin seküler düşünce tarzı ile siyasi liderliğe aday olması El-Havza liderinin gücünü aşındıracağı için El-Hui suikasti de Sistani’nin işine gelmiştir. Bütün bunlarla birlikte olanları, Irak’taki Şii siyasetini yönlendiren aileler düzeyinde incelediğimizde karşımıza genç bir isim çıkmaktadır: Muktada Es-Sadr. Muktada, 1999 yılında babasının ve iki kardeşinin Saddam tarafından öldürülmesinden kaynaklanan sempatiyi de kullanarak Şiilerin liderliğine oynamak istemektedir. Bu çerçevede en önemli rakipleri olan El-Hakim ve El-Hui Ailelerinin liderlerinin öldürülmesi Muktada’yı birinci şüpheli haline getirmektedir. Aslında Muktada Es-Sadr, Şii liderliğini ele geçirmek dışında ABD işgaline karşı hareket tarzıyla diğer Şii liderlerden farklılık göstermiştir. Muktada, ABD askeri varlığının hemen Irak’tan çıkarılmasını isterken, iki defa da kontrolü altındaki silahlı güç olan Medhi Ordusuyla ciddi bir silahlı direniş göstermiştir. İlk silahlı direniş Nisan 2004’te, ikincisi ise Ağustos 2004’da gerçekleşmiş ve ABD’yi oldukça tedirgin etmiştir. Her iki olayda da Sistani’nin araya girmesiyle Muktada ve Medhi Ordusu zarar görmeden eylemler sona ermiştir. Muktada, her ne kadar ABD karşıtı olarak siyasi süreç dışında bırakılmış olarak gözükse de, 30 Ocak Seçimlerinde Sadr yandaşlarının yoğun bir katılımla Sistani’nin oluşturduğu Şii İttifaka oy vermesi gibi olaylar Sistani ile Sadr’ın bir çıkar ortaklığı içinde olup olmadığı sorusunu sormamıza yol açmaktadır.
Sonuç olarak Irak’ın ABD denetiminde yeniden yapılandırılması süreciyle Irak Şiileri Orta Doğu’nun siyasi gündeminde tekrar bir güç olarak ortaya çıkmıştır. Özellikle ABD’nin bölgede uyguladığı etnik ve dini yapıları harekete geçiren otoriter dış politika anlayışı, yakın bir gelecekte bölgeyi ulusaltı bağların sıkılaştığı, etnik ve dini aidiyete dayalı bir parçalanma sürecine götürebilir. Yine Orta Doğu’da kimliklerin biçimlenmesinde ve çatışmalarda en önemli motivasyon aracının din olması ABD’nin bu politika anlayışıyla örtüşebilir. Bu parçalanma sürecinde Irak coğrafyasında dini referans alan bir Şii devletinin kurulması olasılığı ve Irak merkezli bölgede oluşan Şii yükselişi başta Suudi Arabistan ve Körfez ülkeleri olmak üzere içinde Şii azınlık bulunduran Sünni ülkeleri tedirgin etmektedir. Bu bağlamda ABD’nin Kum- Necef rekabetinden de yararlanarak İran’daki Şii İslam yapılanmasına karşı Irak’ta ılımlı bir Şii devletini destekleyebileceği söylenebilir. Irak iç yapısına baktığımızda son iki senedeki gelişmelerin ve ABD askeri varlığının Irak’a güvensizlik, istikrarsızlık ve parçalanma getireceğini iddia edebiliriz, bununla birlikte Irak’taki iç çatışmanın ve direnişin, şu ana kadar bölge ülkelerinin de katıldığı bir Şii-Sünni çatışımasına dönüşmemesi bölge açısından sevindirici bir olaydır. Teşekkür ederim..
SORU- CEVAP
SORU(Metin KÜLÜNK): Yasin Bey’e Irak Şiileri konusunda bir soru sormak istiyorum. Irak’taki Şii geleneğin uluslararası ilişkilerde oturduğu eksenler nelerdir? Yani İran ekseni, İngiliz ekseni, ABD, Avrupa, İran ve Türkiye eksenleri var mı? Daha doğrusu özellikle Türkiye’nin böyle bir derdi olmuş mu?
Yasin ATLIOĞLU: Batının Şiilere bakışı, Batının topyekün Doğu’ya, Orta Doğu’ya bakışının bir parçasıdır. 18.yy. oluşan sömürgeci mantık ve ekonomik hegemonya kurma arzusu, Batı’nın Doğu’yu tanımlamasında çıkış noktasını oluşturur. Bu düşünce tarzı uygulanabilir olma amacıyla kendi içinde profesyonel metodlar ve stratejik bir bakış açısı geliştirmiştir. Sömürgeci yönetim tarzı, zaman zaman sosyo-kültürel değerleri, etnik ve dini bölünmüşlükleri kendi çıkarları adına kullanabilmektedir. Birinci Dünya Savaşı sonunda bölgede hakim olan İngiltere’nin bölgeye yaklaşım şekli neyse şu an ABD kararalıcılarının yaklaşım şekli de odur.
Irak Şiileri özeline baktığımızda da ABD’nin Irak’a profesyonel-sömürgeci bir mantıkla yaklaştığını görmekteyiz. Bundan dolayı ABD için Şiiler bölgede kurulacak yeni yapılanmada ihtiyaç duyulan, olmazsa olmaz aktörlerden biridir. İlk başlarda sadece İyad Allawi ve Ahmet Çelebi gibi seküler Şii liderleriyle iyi ilişkiler içine geren ABD, Irak’taki askeri işgal başladıktan sonra Necef merkezli dini otoritelerin ve dini ailelerin önemini daha iyi anlamıştır. Sünni direnişin güneydeki Şii yerleşimlere de sıçrayabileceğinden tedirgin olan ABD yönetimi, Şii din adamları ve liderlerinin Şii toplumu üzerindeki tesirinden ve kitleleri yönlendirme kabiliyetinden dolayı sürekli iletişim kurma gayreti içerisinde olmuştur. Şii din adamlarının etkinliğinin en iyi ifadesi olarak 30 Ocak Seçimlerinden önce Necef’teki büyük Ayetullah Sistani’nin emriyle güçlü bir Şii ittifakın oluşturulması ve seçimlerde Şiilerin yüksek katılım düzeyi gösterilebilir. Yeniden yapılandırılan Irak devletinde Sistani’ye de ABD tarafından özel bir statü verilmesi pek şaşırtıcı olmayacaktır. Bu bağlamda Irak’taki Şiilere yaklaşım açısından ABD’nin ve bölgede etkili olmak isteyen bölgesel güçlerin Osmanlı tecrübesini örnek almaları yararlı olabilir diye düşünüyorum. Bağdat, Kerbela ve Necef 1534’te Kanuni Sultan Süleyman’ın Irak Seferi sonunda Osmanlı İmparatorluğu’nun topraklarına katılmış ve Birinci Dünya Savaşı’nın sonuna kadar Irak neredeyse kesintisiz İstanbul’dan yönetilmiştir. Osmanlı ile İran arasındaki mezhepsel mücadelenin kalbi olan bu bölgede Osmanlı hakimyetinde Şiiler kesinlikle devletle mezhepsel temelli bir çatışmaya girmemiş, daha doğrusu Osmanlı buna izin vermemiştir. Bunun temel nedeni Osmanlı yönetiminin Şii toplumuna ve din adamlarına yaklaşım şeklidir. Osmanlı yönetimi Şiilerin kutsal yerlerine gereken ilgiyi ve saygıyı göstermiş, Necef’teki din adamlarına özel ayrıcalıklar vermiştir. Örneğin 1638’de Bağdat’ı ele geçiren IV. Murad, Şiilerin kutsal yerlerine saygısını göstermek için Necef’e yalın ayak girmiştir. Yine Birinci Dünya Savaşında Basra’ya çıkan İngilizlere karşı Osmanlı birliklerile birlikte savaşan Şii din adamları (Seyyid Medhi El-Hayderi’nin fetvasıyla) öncülüğündeki 18 bin kişilik Şii mücahit birlikleri, Osmanlı yönetiminin bölgeye yaklaşımındaki etkinliğin ve vefanın bir göstergesidir. Günümüze dönecek olursak özellikle Muktada Es-Sadr’ın direnişi sırasında Necef’e ve Hz.Ali’nin türbesine yapılan saldırılar, Şii toplumda ABD karşıtı bire öfke yarattıysa da ortam dini otoriteler tarafından sakinleştirildi. Sistani’nin kontrolünda hareket eden Şii toplum şu an iktidara ulaşabilmek için sabır göstermekte ve hızlı tepkiler vermekten kaçınmaktadır. Fakat anayasanın yapılması sürecinde Şiiler istediklerini (ki bu istekler içinde federal bir Şii devleti de olabilir) alamazsa Şiilerin tepkisi Kürtler ve ABD üzerine olacak, belki de bölgede ikinci bir İran’ın ortaya çıkmasının kapısı aralanacaktır.
Biraz da Orta Doğu’nun Arap olmayan Irak’a komşu iki devleti, yani İran ve Türkiye açısından Iraklı Şiilerin algılanış biçimine bakalım. İran için Şii kimliği bölgesel etkinliğini yaymada önemli bir araçtır ve Irak’ın yeniden yapılanmasına özellikle Şii din adamlarını kullanarak dolaylı yollardan tesir etmeye çalışacaktır. Bununla birlikte İran ve Irak Şiiliği arasında siyasal hareket tarzlarında uyuşmazlık yaratacak pek çok fark bulunmaktadır. İran’da Şiilik tek bir “milli kimliği” ifade eder, Irak Şiiliğinde ise “Şii mezhepsel kimliği” ile “Arap ulusal kimliği” çoğu zaman ayrı ayrı veya birbirini bütünler şekilde değerlendirilir. Yine dinsel önderlik açısından Kum ve Necef arasındaki rekabetten kaynaklanan sorunlar su yüzüne çıkabilir. Son olarak da Türkiye’nin Şiileri ele alış biçimini ele alalım. Türkiye, 1990’dan sonra Irak politikasını Kuzey Irak politikası şeklinde ele almış ve bu bölge dışındaki Irakla ve Iraklılarla ilgilenmemiştir. Türkiye, Irak Şiileri konusunda bilgisiz ve tecrübesizdir. Irak’ın yeniden yapılandırılmasında Şiiler, Irak içinde ve bölgede önemli bir aktör konumuna yükselmişlerdir. Türk hükümetinin bölgede bu kadar önemli bir dini-mezhepsel grubun üzerinde durması ve Türkiye’nin Irak politikası dahilinde Şiilere yönelik özel bir stratejik planlaması ve diplomatik hamleleri olmak zorundadır. Bu diplomatik hamlelerin alt yapısı hazırlanırken elde varolan ortak paydalar iyi değerlendirilmelidir. Örneğin önce Irak İslam Yüksek Devrim Konseyi başkanı Abdülaziz El-Hakim’in ve sonra da oğlunun Türkiye ziyaretleri Türk-Şii iletişimi açısından önemli bir başlangıçtır. Bu ziyaret sırasında Iraklı konuklarımızın Türkiye devlet yetkilileri dışındaki durağı Türkiye’deki Şii cemaatin lideri Selahattin Akgündüz olmuştur. Bu ziyarette gösteriyor ki dini eğitimini Necef’te alan ve Necef’teki çevreleri yakından tanıyan Selahattin Akgündüz Türk-Şii ilişkilerinin geliştirilmesinde bir iyi niyet elçisi olarak kullanılabilir. Türkiye, yeni oluşturulacak Irak devletinin üst kademesinin önemli bir kısmını Şiiler işgal edeceğini unutmamalı ve Irak coğrafyasında bölgesel bir güç olarak etkin olmak istiyorsa Irak’ın iç dengelerini iyi inceleyip dış politikasını oluşturmalıdır. Teşekkür ederim.
NOT: Yukardaki metin Türk Asya Stratejik Araştırmalar Merkezi’nin Nisan 2005’te düzenlediği Irak ile ilgili gelişmelerin tartışıldığı konferansın bir bölümünü kapsamaktadır.
Thursday, April 14, 2005
Wednesday, April 13, 2005
Sezer, ABD'ye rağmen Suriye'de
Kaynak: BBC Turkce
Türkiye Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer, Suriye Cumhurbaşkanı Beşar Esad'ın resmi davetlisi olarak Suriye'ye gitti.
Cumhurbaşkanı Sezer, Şaab Sarayı'nda Suriye Cumhurbaşkanı Beşar Esad tarafından resmi törenle karşılandı.
Sezer ve Esad başbaşa görüşmelerinin ardından ortak basın açıklamasında bulundu.
Cumhurbaşkanı Sezer, Esad'la Irak, İsrail-Filistin uyuşmazlığı ve Lübnan'la ilgili gelişmeleri ele aldıklarını belirtti.
Esad'ın, 1559 sayılı BM Güvenlik Konseyi kararı uyarınca Lübnan'dan çekilme isteminin ay sonuna kadar tamamlanmış olacağını ifade ettiğini belirten Sezer, bundan memnuniyet duyduklarını söyledi.
Suriye Cumhurbaşkanı Beşar Esad ise Sezer'in Suriye'ye yaptığı ziyaretten duyduğu memnuniyeti dile getirdi.
Esad, Sezer'in ziyaretinin iki kardeş ülke ilişkilerine ivme kazandıracağını belirterek, ''İki kardeş ülke arasında siyasi, ekonomik, ticari ve kültürel ilişkiler memnuniyet verici düzeyde seyretmektedir. Bundan mutluluk duyuyoruz'' dedi.
Suriye basınından Sezer'e övgü
Suriye basını, Cumhurbaşkanı Sezer'in, ''ABD baskıları karşısındaki cesaretli tutumunu'' övdü.
Resmi Teşrin gazetesi, Cumhurbaşkanı Sezer'in ''ABD'nin hoşnutsuzluğuna rağmen'' Suriye'ye resmi ziyarette bulunduğunu belirtti ve bu ziyaretin Suriye için çok önemli olduğunu yazdı.
Gazetede, ayrıca ''Sezer ikinci vatanında'' ifadesi de kullanıldı.
El Baas gazetesi de Sezer'in ziyaretini, ''İki ülke arasında sağlanan yakınlaşmanın pekiştirileceği son derece önemli bir ziyaret'' olarak değerlendirdi.
Lübnan'da eski başbakan Refik Hariri'nin öldürülmesinin ardından, uluslararası toplum Suriye'nin Lübnan'daki askerlerini çekmesi yönünde baskı yapmıştı.
Amerika Birleşik Devletleri'nin Ankara Büyükelçisi Eric Edelman, "Uluslararası toplumun Suriye hakkında görüş birliğinde olduğu söylenebilir. Umarız Türkiye de uluslararası topluma katılır" demişti.
Edelman'ın bu sözleri, Washington'un Cumhurbaşkanı Sezer'in Şam ziyaretini iptal etmesini istediği şeklinde yorumlanmıştı.
Ancak Sezer, bu ziyareti gerçekleştireceğini açıklamıştı.
'Kışkırtmalara kapılmamalıyız'
Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer, Suriye'ye hareketinden önce Esenboğa Havalimanı'nda yaptığı açıklamada, Türkiye'de bazı kentlerde son günlerde yaşanan olaylara da değindi.
Sezer, bu gelişmelerin tüm ülkede giderek yaygınlaşmasını ve bunların belirli yönlere çekilmesini isteyen iç ve dış çevrelere karşı ortak duyarlılığın korunması gerektiğini belirtti.
Sezer, "Hiçbir güç ulusal birliğimizi ve ülke bütünlüğümüzü bozamaz. Türkiye Cumhuriyeti'nin korunacağından hiç kimse kuşku duymamalıdır'' dedi.
Sezer Sevgi Gosterileriyle Karsilandi
Kaynak: AA
Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer, resmi ziyaret amacıyla Suriye'ye geldi.
Havaalanı çıkışında Suriyeliler, Sezer'e sevgi gösterilerinde bulundular. ''Sözünün eri Cumhurbaşkanı'', ''Hoşgeldiniz onurlu Cumhurbaşkanı'', ''Suriye sizi asla unutmaz'', ''Sizi seviyoruz'', ''Suriye-Türkiye ilişkilerine evet'', ''Sizinle her şey daha güçlü'' Türkçe-Arapça yazılı dövizler taşıyan Suriyeli gençler Sezer'i alkışladılar. Sezer de Suriyeliler'i selamladı. Cumhurbaşkanı Sezer, daha sonra Şaab Sarayı'nda Suriye Cumhurbaşkanı Beşar Esad tarafından resmi törenle karşılandı.
Karşılama sırasında Sezer onuruna 21 pare top atışı yapıldı. Cumhurbaşkanı Sezer, karşılamanın ardından Şaab Sarayı'nda Suriye Cumhurbaşkanı Esad'la biraraya gelerek baş başa görüştü.
Bu arada Suriye Başbakanı Naci Otri, Türk gazetecilerin sorusu üzerine, ziyaretten duyduğu memnuniyeti dile getirerek, ''Burası Sezer'in ikinci ülkesidir'' dedi.
Visit of Mrs. Asmaa Al Assad & Mrs. Samraa Sezer to the Syrian Virtual University
SOURCE: Syrian Virtual University Web Site
The Syrian Virtual University had the privilege of welcoming Mrs. Asmaa Al-Assad and Mrs. Samra Sezer during the historical presidential visit of the Turkish president Najdet Sezer to the Syrian Arab Republic. This visit reflects the importance accredited by the Syrian government to the development of the higher education in Syria by investing the newest techniques in education which help to enhance this vital sector.
Mrs. Al-Assad and Mrs. Sezer, accompanied by Dr. Hani Mourtada and a number of reporters, assisted a presentation held by Dr. Riad Daoudi president of the Syrian Virtual University. Dr. Daoudi surveyed the goal, programs and future plans of the SVU aiming at providing high quality education by modern means.
Mrs. Al-Assad and Mrs. Sezer also visited the university departments and ended up their visit in the telecenter where they assisted an online class and listened to the students opinions and how they interact with this modern learning concept: the online learning.
Turkey defies US with Syria visit
SOURCE: BBC
Turkish President Ahmet Necdet Sezer has begun a two-day visit to Syria aimed at strengthening bilateral ties.
Before his departure, Mr Sezer said he hoped the visit would help contribute to peace and stability in the region.
The Syrian foreign minister as well as hundreds of flag-waving Syrian and Turkish children were on hand to welcome Mr Sezer at Damascus airport.
His visit comes despite US calls for Ankara to join international pressure on Syria to pull troops out of Lebanon.
Turkey supports the withdrawal, but believes good neighbourly ties are the best way to ease regional conflict.
Improved ties
Turkish-US relations have cooled due to differences over Iraq and correspondents say a recent statement about Syria by the US ambassador in Ankara was meant as a warning to drop plans to visit Damascus.
Ambassador Eric Edel said in March: "The international community is completely unanimous on [a Syrian withdrawal]. We hope Turkey will join the international community."
The growing influence of Kurds in Iraq and the influence it may have on the large Kurdish minorities in Syria and Turkey are also a likely subject for discussion, reports say.
Relations between Syria and Turkey have greatly improved since 1998 when they came to the brink of war over Turkish accusations that Damascus was sheltering separatist Kurdish militants Ankara blamed for attacks on its forces.
Thursday, April 07, 2005
Wednesday, April 06, 2005
Beşar Esad ile özel röportaj
Kaynak: CNNTURK
Suriye Devlet Başkanı Beşar Esad CNN TÜRK'ü konuk etti
6 Nisan 2005
Suriye Devlet Başkanı Beşar Esad, Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer'in ABD'ye rağmen Suriye'ye gidecek olmasının ziyaretin öneminin artırdığını söyledi.
Suriye'nin başkenti Şam'daki Başkanlık Sarayı'nda CNN TÜRK'ü konuk eden Beşar Esad, Cumhurbaşkanı Sezer'in Suriye ziyareti öncesi Gürkan Zengin'in sorularını yanıtladı.
Beşar Esad röportajı
Şam Ortadoğu bölgesinin en kritik, en önemli başkentlerinden bir tanesi. Şam'da bundan beş yıl öncesine kadar bölgenin en tecrübeli isimlerinden biri olan Hafız Esad bulunuyordu.
Şimdi, onun koltuğunda oğlu Beşar Esad oturuyor. Rahatlıkla söylenebilir ki, Beşar Esad'ın işi babasınınkinden çok daha zor.
Gürkan Zengin: Öncelikle bizi misafir ettiği için Beşar Esad'a çok teşekkür ederek başlayalım. Çok teşekkür ediyorum Sayın Başkan.
Beşar Esad: Suriye'ye geldiğiniz için ben size teşekkür ederim. Size ve CNN TÜRK'e. Ülkeme hoşgeldiniz.
GZ: Beş yıldır iktidarsanız. Öncelikle onu sorayım. Alışabildiniz mi? Bir göz doktoruydunuz, bir takım tesadüfler sizi başkanlık koltuğuna oturttu. Alışabildiniz mi?
BE: İktidar ayrı bir şey, iş ayrı. Ben ikisini birbirinden ayırıyorum. Çünkü iktidarın çok olumsuzlukları var. İktidara alıştığınızda da kötü alışıyorsunuz. İnsanın iktidara alışmaması gerekir. İnsanlar iktidardayken çalışmaya ve üretmeye alışmalıdır. İktidardeyken eğer iş ve üretim söz konusu ise iktidar daha az problemli olur. Dolayısıyla ben iş ve üretime alıştım. İktidara ise alışmadım çünkü hiç bir zaman iktidar olmayı düşünmedim. Elbette çok iş var. Ben bir cumhurbaşkanının oğlu olarak elbette siyasal bir ortamda yetiştim. Hep toplumsal sorunlarla iç içe oldum. Çocukluğumdan bu yana hep insanların günlük yaşamı ile ilgili olarak konuları dinledim ve takip ettim. Normal bir insan olarak okula gittim, tıp okudum, göz konusunda uzmanlık yaptım, ancak her zaman toplumsal konular hep ilgi alanım içinde kaldı. Geçmiş ve bugünkü durum arasında farka baktığınızda, bugün çok daha sorumluluklarım var. Oysa ilgi aynı. Başka bir deyimle tıp ya da göz uzmanlığından, politik alana geçmek çok fark etmiyor. Önemli olan sizin kişisel duyarlılığınız ve ilginiz.
Sezer'in ziyareti
GZ: Şimdi bu işi nasıl yaptığınıza biraz daha yakından bakarız ama Türkiye-Suriye ilişkileriyle devam edelim. Önümüzdeki hafta Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer Şam'a geliyor. Önemli bir ziyaret. Belki ABD'ye rağmen yapıldığı dahi söylenebilir. ABD'nin pek sıcak bakmadığını pek hazzetmediğini biliyoruz bu ziyaretten. Sizin için bu ziyaret ne anlam ifade ediyor, somut olarak ne bekliyorsunuz Sezer'in Şam ziyaretinden?
Suriye Devlet Başkanı Beşar Esad CNN TÜRK'ü konuk etti
6 Nisan 2005
Suriye Devlet Başkanı Beşar Esad, Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer'in ABD'ye rağmen Suriye'ye gidecek olmasının ziyaretin öneminin artırdığını söyledi.
Suriye'nin başkenti Şam'daki Başkanlık Sarayı'nda CNN TÜRK'ü konuk eden Beşar Esad, Cumhurbaşkanı Sezer'in Suriye ziyareti öncesi Gürkan Zengin'in sorularını yanıtladı.
Beşar Esad röportajı
Şam Ortadoğu bölgesinin en kritik, en önemli başkentlerinden bir tanesi. Şam'da bundan beş yıl öncesine kadar bölgenin en tecrübeli isimlerinden biri olan Hafız Esad bulunuyordu.
Şimdi, onun koltuğunda oğlu Beşar Esad oturuyor. Rahatlıkla söylenebilir ki, Beşar Esad'ın işi babasınınkinden çok daha zor.
Gürkan Zengin: Öncelikle bizi misafir ettiği için Beşar Esad'a çok teşekkür ederek başlayalım. Çok teşekkür ediyorum Sayın Başkan.
Beşar Esad: Suriye'ye geldiğiniz için ben size teşekkür ederim. Size ve CNN TÜRK'e. Ülkeme hoşgeldiniz.
GZ: Beş yıldır iktidarsanız. Öncelikle onu sorayım. Alışabildiniz mi? Bir göz doktoruydunuz, bir takım tesadüfler sizi başkanlık koltuğuna oturttu. Alışabildiniz mi?
BE: İktidar ayrı bir şey, iş ayrı. Ben ikisini birbirinden ayırıyorum. Çünkü iktidarın çok olumsuzlukları var. İktidara alıştığınızda da kötü alışıyorsunuz. İnsanın iktidara alışmaması gerekir. İnsanlar iktidardayken çalışmaya ve üretmeye alışmalıdır. İktidardeyken eğer iş ve üretim söz konusu ise iktidar daha az problemli olur. Dolayısıyla ben iş ve üretime alıştım. İktidara ise alışmadım çünkü hiç bir zaman iktidar olmayı düşünmedim. Elbette çok iş var. Ben bir cumhurbaşkanının oğlu olarak elbette siyasal bir ortamda yetiştim. Hep toplumsal sorunlarla iç içe oldum. Çocukluğumdan bu yana hep insanların günlük yaşamı ile ilgili olarak konuları dinledim ve takip ettim. Normal bir insan olarak okula gittim, tıp okudum, göz konusunda uzmanlık yaptım, ancak her zaman toplumsal konular hep ilgi alanım içinde kaldı. Geçmiş ve bugünkü durum arasında farka baktığınızda, bugün çok daha sorumluluklarım var. Oysa ilgi aynı. Başka bir deyimle tıp ya da göz uzmanlığından, politik alana geçmek çok fark etmiyor. Önemli olan sizin kişisel duyarlılığınız ve ilginiz.
Sezer'in ziyareti
GZ: Şimdi bu işi nasıl yaptığınıza biraz daha yakından bakarız ama Türkiye-Suriye ilişkileriyle devam edelim. Önümüzdeki hafta Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer Şam'a geliyor. Önemli bir ziyaret. Belki ABD'ye rağmen yapıldığı dahi söylenebilir. ABD'nin pek sıcak bakmadığını pek hazzetmediğini biliyoruz bu ziyaretten. Sizin için bu ziyaret ne anlam ifade ediyor, somut olarak ne bekliyorsunuz Sezer'in Şam ziyaretinden?
BE: Aslında yanıtın bir bölümü sizin sorunuzda var. Siz de diyorsunuz; ABD itirazına rağmen bu ziyaret gerçekleşiyor. Bence bu ziyaretin önemi buradan kaynaklanıyor. Çünkü yalnız ABD değil başka ülkeler de bu ziyarete karşı. Bu ülkeler ziyaretin gerçekleşmemesi için Türkiye'ye baskı yapıyor. Kendine, vermiş olduğu kararına, halkına ve ulusuna saygısı olan bir başkan olmasaydı bu ziyaret gerçekleşmezdi. Türkiye bağımsız ve egemen ve kendi çıkarlarını koruyan bir ülke olarak başka hiçbir ülkeye kendi kararına müdahale etme fırsatı vermemiştir. Bence ziyaretin en önemli tarafı budur. Türkiye başkalarının değil kendi görüşleri ve tercihleri doğrultusunda karar almıştır. Ziyaretin bu önemli yanını bir tarafa bırakırsak Sayın Sezer ile birçok konuyu ele alacağız. Örneğin sürekli gelişen Türkiye-Suriye ilişkilerini detaylı bir şekilde konuşacağız. Türkiye'nin bölgedeki yeni ve güvenilir rolünü konuşacağız. Yani yalnız Suriye'de değil, Araplar tarafından da saygı gören bu rolün nasıl geliştirileceğini tartışacağız. Yani Türkiye'nin İsrail-Suriye ve İsrail-Arap barışına olası katkısını konuşacağız. Ayrıca bölgesel ve uluslararası gelişmeleri ve Türkiye'nin batı ile ilişkilerini de en detaylı şekilde Sayın Sezer ile tartışacağız.
Ankara-Şam ilişkileri
GZ: Türkiye'nin bölgede oynayabileceği rolden bahsettiniz. Şam'dan bakınca Türkiye'yi siz nasıl algılıyorsunuz? Beş yıl öncesine kadar nasıl algıladığınızı biliyoruz, son derece kötüydü ilişkiler. Şimdi nasıl görünüyor? Bir ortak olarak mı görüyorsunuz, bir tür belirli bölgesel konularda müttefik olarak mı görüyorsunuz? Türkiye ile nereye kadar, nasıl bir işbirliği öngörüyorsunuz?
BE: Biz uzun süredir Türkleri hep dost olarak görüyorduk. Son zamanlarda bazı Türk yetkilisini kardeş olarak tanımladık. Ancak benim son Türkiye ziyaretimden sonra bizim tüm Türklerle kardeş olduğumuzu anladım. Bunu sokaklarda gördüm. yani bizler ve sizler kardeşiz. Sanıyorum siz de bu duyguları burada yaşadınız. Bu duygular zamanla daha da güçleniyor. İşte bu nedenle kardeş denilince çok önemli bir sonuca ulaşıyoruz. Yani duruma ve konjonktüre göre müttefik oluyorsunuz, bazen de dost olmakla yetiniyorsunuz. Ama kardeşlik hem resmi hem halk düzeyinde artık egemen bir duygu. Sonuçta Türkiye ve Türklerle olan ilişkilerimizde tüm tanımlar geçerli. Türkiye’nin bölgesel rolüne gelince... Biz bu role demin anlattığım çerçevede bakıyoruz. Yani eğer sizin bir kardeşiniz varsa, ona güvenirsiniz. Ona güvenirseniz ve onunla herşeyi konuşursunuz ve onun birçok konuda yardımını istersiniz. Önümüzde birçok konu var. Barış süreci, Irak’taki durum terörün yaygınlaşması, uluslararası koşullarda bölgemizin geleceği gibi konular... Bugün yaşanan süreçler ne yazık ki bizi neredeyse sömürgecilik dönemine geri götürecek. Birleşmiş Milletler barışı koruyan bir örgüt olmaktan çıkıyor, süper devletlerin çıkarlarını kollayan bir yapıya dönüştürülmek isteniyor. Bu konuyu çok ciddi bir şekilde düşünmeliyiz. Suriye ve Türkiye bölgede önemli iki ülke. Ancak uluslararası dengede ve uluslararası arenada bizler süper devletler değiliz. Bu nedenle var olan oluşumlardan endişe duymalayız ve hepbirlikte konuşarak hareket etmeliyiz. Işte bu nedenle ben Türkiye'yi ve Türkiye'nin rolünü çok önemsiyorum. Yani Türkiye'nin tüm gelişmelere nasıl baktığını önemsiyoruz. Işte tüm bu konuları Sayın Sezer ile konuşacağız.
Çözülmesi gereken sorunlar
GZ: Son beş yıldır çok iyi gidiyor ilişkiler, bunu görüyoruz, çok önemli işaretler var. Hatay gibi, su gibi derin konularda, hala gündemde kalan konularda, çok önemli gelişmeler olsa da, bu sorunlar tam olarak da halledilmiş değil. Bunlar konusunda artık bunları da gündemden çıkartacak bir dönem de başlıyor diyebilir miyiz? Bu konuda bir şeyler yapmayı düşünüyor musunuz karşılıklı olarak?
BE: Bu tür sorunların gündemden düşmesini çok önemsiyorum. Bu tür sorunlar yılların sorunları. Bunları tümden nasıl çözeriz diye çok düşünüyoruz. Bana göre en sağlıklı yöntem ilişkilerimizdeki olumlu tarafları öne çıkarmaktır. İlişkilerimizde bu tür olumluluklar çoktur. Bu olumlulukları daha da çoğaltırsak, olumsuzlukları bertaraf etmemiz daha kolay olur. Bir diğer konu da halka güvenmektir. Örneğin sınır boyunca insanlarımız, aileler iç içe yaşıyor. Bu insanların çoğu akraba ve aynı aşiretlere mensuplar. Geleneklerimiz ve yaşam biçimlerimiz aynı, çıkarlar da aynı. Şimdi eğer biz bu ilişki türünü pekiştirirsek, Suriyeli vatandaş ülkenize geldiğinde orayı da kendi ülkesi gibi hissedecek. Benzer olay bir Türk vatandaşı için de gerçekleşirse, o zaman sözünü ettiğiniz tüm sorunların çözümü çok kolay olacak. Tüm bu sorunlar aslında halklarımızı ilgilendirdiği için, çözüm çok daha kolay olacaktır. Şu anda var olan anlayışlarımız ve Türk yetkililerle olan ilişkilerimiz çerçevesinde bu soruların çok yakında çözüleceğine inanıyorum. Ben rahatım ve iyimserim.
'Tek adam'
GZ: Rahat, açık sözlü bir kişi olduğunuzu biliyoruz. Açıkça sorayım size, 30 yıllık bir tek adam döneminden sonra, yeni bir dönem açıldı sizin gelişinizle. Siz de bir tek adam değil misiniz? Beş yıldır Şam'da iktidardasınız. Nasıl bir fark yarattınız, bir yeni kuşak olarak, genç yeni bir lider olarak Şam'da?
BE: Aramızdaki fark normalde iki kuşak arasında olması gereken farkların ötesine gitmez. Doğal olarak, aralarında özde bir çatışma olmayan, ama aynı zamanda görüşleri tam olarak uyuşmayan iki kuşak arasında farklılıklardan söz edebiliriz. Nitekim iki kuşak arasında bu tür farklılıklar söz konusu olmazsa, o zaman da toplumun gelişmesinden söz edemeyiz. Işte bu nedenle bir sonra gelen kuşak, bir önceki kuşaktan farklı olmalıdır. Ancak bireysel ve toplumsal farklılıklara rağmen bazı siyasal sorunlar değişmiyor.
GZ: Kendi kuşağınızın özelliklerini Şam'daki siyasete yansıtabiliyor musunuz?
BE: Ben kendi kuşağımın temsilcisiyim. Ben sokaklardaki insanlarla normal bir yaşam yaşadım. Bu insanların bir parçasıyım. Dolayısıyla tüm siyasal, kültürel ve bireysel davranış ve tutumla bu insanları yansıtıyorum. Ancak biraz önce de belirttiğim gibi değişmeyen sorunlarımız var. Topraklarımız 1967'den bu yana işgal altında. Uluslararası durumda önemli değişiklikler yaşandı. Süper devletlerin dengesi artık yok. Bölgesel bağlamda durumda değişti. Ayrıca unutmamamk gerekiyor ki dünyada da çok şey değişiyor. Uydular, iletyişimde yüksek teknolojiler ve toplumların kendi kendine kültürel ve siyasal olarak geliştirilmesi... Tüm bunlar bizim kuşağın karşılaşmakta olduğu yeni durumlar.
"Diktatör denmesinden rahatsız olmuyorum"
GZ: Peki düşünceleriniz böyle, daha açık fikirli bir lider olduğunuzu söyledim, yine de size diktatör diyorlar. Diktatör denildiği zaman çok rahatsız oluyor musunuz?
BE: Hayır rahatsız olmuyorum. Ancak böyle bir suçlama kendi halkımdan gelirse elbette rahatsız olurum. Çünkü bana göre halkın ne söyleyeceği önemli. Çünkü ben bu halkın içinden geldim. Ben bir askeri darbe yapmadım, zorla da bu duruma gelmedim. Bana göre halk sizi istemiyorsa çekip gitmelisiniz. Beni suçlayanlar aslında bir anlamda siyasal sistemimizi hedef alıyorlar. Oysa biz Suriye olarak, bir yenileşme ve demokratikleşme sürecini başlattık. Bu bizim hem bölgesel hem de uluslararası gelişmeleri doğru bir şekilde algılamamızın gereğidir. Ancak daha önemlisi halkımıza güvendiğimiz ve onun esenliğini ve mutluluğunu istediğimiz içindir.
GZ: Ne yaptınız? Somut olarak ne yaptınız? Beş yılda ne var?
BE: Örneğin önceleri özel medyamız yoktu. Şimdi özel gazetelerimiz ve dergilerimiz var. Her türlü toplantı, konferans serbest. Buralarda tüm siyasal konular özgürce tartışılıyor. Geçen günlerde özel radyolara izin verdik. Özel okullar, özel üniversiteler açıldı. Tüm bunlar devletin tekelindeydi. Son beş yılda toplumsal katılım sağlamaya çalıştık. Şimdi ikinci adımı atmaya hazırlanıyoruz. Yani siyasal partilerin kurulması aşamasını tartışıyoruz. Aslında bu konuyu 2004 yılında karara bağlayacktık, ancak bölgesel sorunlar, Irak'ın işgali ve Suriye'ye yönelik tehditler ve benzeri bildik gelişmeler bizi bu konuyu ertelemeye zorladı. Şimdi tekrar bu konuyu gündemimize aldık. Önümüzdeki bir kaç ay içinde bu konuda önemli adımlar atacağız. Belki adımlarımız yavaş olabilir ama bu yolda yürümeye kararlıyız. Umarım birileri bizi tehdit ederek bu yolumuzdan alıkoymaz.
GZ: Yani şunu mu söylüyorsunuz? Eğer bölgeye dışarıdan müdahale olmasaydı, örneğin Suriye içindeki reform faaliyetleri daha hızlı gidebilirdi. Bunu mu söylüyorsunuz?
BE: Kesinlikle doğru. Ben bunu görüştüğüm yabancı yetkililere de söylüyorum. Onlara diyorum ki, "bizim içişlerimize karışmayı durdurursanız biz sizden çok daha demokratik oluruz." Eğer biz bugün demokratik değilsek bunun da nedeni önceleri sömürgeci şimdi de süper devletlerin bize karşı düşmanca tavırlarıdır. Bu ülkeler demokrasiyi değil hep bölgemizdeki diktatörlükleri desteklediler ve onlara hala sahip çıkıyorlar.
Demokrasinin tanımı
GZ: Oysa ABD'nin en önemli iddiası, bölgede 30 yıldır, 40 yıldır hiçbir şey değişmiyor. İşte dışarıdan müdahalelerle, sadece ABD'nin değil, pek çok kişinin görüşü böyle, dışarıdan müdahalelerle bölge değişmeye başladı. Siz tam tersini söylüyorsunuz. Belki bu Suriye için özel bir durum. Ne dersiniz?
BE: Benim ne düşündüğümü bir yana bırakalım. Gerçeklerden söz edelim. Çevremize bakalım. Size göre Ebu Garip Hapishanesi'nde olanlar demokrasi mi? Demokrasiyi getirmek için Irak'ı işgal edenler bugün Iraklılara su, elektrik ve benzeri en temel hizmetleri vermekten acizler. Bu mu demokrasi? Gelelim Afganistan’a. Guantanamo’da olup bitenleri demokrasinin hangi tanımı ile açıklayacaksınız? Bana göre demokrasi bir kültür ve bilinç konusudur. Demokrasiyi siyasal yorumlar ve teorilerle, ya da yasaklarla açıklayamazsınız. Yani sizin toplum demokratik olarak düşünüp yaşıyorsa, geri kalan tüm konular tali konulardır. Yani demokrasinin uygulama şekli çok önemli değil. Önemli olan, karşı tarafın da görüşüne saygı göstermektir. İşte Suriye’de biz bunu yerleştirmeye çalışıyoruz. Demokrasinin özü budur. Çünkü Suriye, tıpkı Türkiye gibi çok kültürlü bir ülkedir. Farklı etnik ve mezhepsel gruplara mensup insanlarımız var. Dolayısıyla birbirimize saygı göstermezsek nasıl demokrat olabiliriz? Bunu başarmak zorundayız.
Suriye'de seçimler
GZ: Suriye için gerçekten serbest seçimler ne zaman yapılabilir, sizin tahmininiz ne, kesin bir takvim belki veremezsiniz ama bir tahmin var mı, gidecek misiniz böyle bir şeye? Serbest seçimlerin takvimi konusunda, tarihi konusunda ne söylersiniz, olacak mı?
BE: Dilerim reform sürecimizi etkileyecek gelişmeler yaşamayız. Çünkü reform sürecini engelleyen faktörler içten değil, dıştan. Örneğin bugün atmaya çalıştığımız adımların bir çoğunu 2003 ya da 2002'de atmalıydık. Kuşkusuz Irak savaşı ve sonuçları çok şeyi etkiledi. Dolayısıyla, gelecekle ilgili bir zamanlama çizelgesi yapmak, önümüzdeki gelişmelerin ne olabileceğini görmemize bağlı. Şu anda biz çok büyük baskı altındayız. Bu baskı ne kadar, ve nereye kadar sürer bilmiyoruz. Bölgemiz nereye gidiyor, bilmiyoruz. Ancak her şeye rağmen biz kararlıyız. 2006 ya da 2007'de mutlaka serbest siyasal partilerimiz olacak. Bu konuyu uzmanlarımız düşünecek. Bu konuda çok kararlıyız. 10 yıl içinde Suriye'de çok şey değişecek. Buna tümüyle inanıyorum ve bu olacak.
GZ: Yani eğer, bu bir sonraki veya sonrasındaki aşamalara geçilebilecek olsa beni geçer mi diyorsunuz. İktidarı serbest bir seçimle, demokratik bir seçimle bırakmaya razısınız, hazırsınız, fikren, zihnen hazırsınız, öyle mi?
BE: Ben size burada ve böyle kalacağım dersem bu benim gelişime ve yenileşmeye karşı olduğum anlamına gelir. Oysa ben hem bireysel hem toplumsal hem de siyasal yenileşmeden yanayım. Bütün içtenliğimle söyleyebilirim ki halk bu iktidarı istemediği anda bugün bırakır giderim. Bunun için de çok partili sisteme ya da seçimlere de gerek yok. Benim için temel ölçü ve kriter halkın isteğidir. Halk sizi istemezse siz burada ne yapabilirsiniz. Haksız bir lider hiçbir iş yapamaz.
GZ: Halkın isteyip istemediğini nerden bileceğiz, peki ama onun yolu seçim işte. Hissederim mi diyorsunuz?
BE: Bakın Suriye’de seçimlerin dışında da hep farklı kriterler ve ölçütler olmuştur. Suriye’de halkın liderine destek vermediği zamanlarda hep istikrarsızlık olmuştur. Elbette bu gibi durumlarda ve sistemlerde halkın desteğini ölçmek için farklı mekanizma ve yöntemler var. İşte bu nedenle biz reformdan söz ettik, yeni siyasal partilere izin verilmesinden söz ettik. Yani var olan siyasal partilerin yanı sıra yeni partilerimiz olacak ve bunun için hukuki altyapıyı hazırlıyoruz.
GZ: Şimdi madem bu kadar açık konuşuyoruz, her şeyi konuşabiliyoruz, şöyle bir eleştiri var Suriye için. Deniliyor ki, Beşar Esad bir şeyler yapmak istiyor. Genç bir lider, yeni bir lider, fakat tek kontrol onda değil. İşte babasından kalan liderler, isimler birtakım askerler, otorite, güvenlik makamları var. Onun tek başına hareket etmesine izin verilmiyor. Ne diyorsunuz?
BE: Anayasa ve kanunlar çerçevesinde ben bir cumhurbaşkanı olarak ülkeyi yönetiyorum. Bu konuda herhangi bir sorun yok. Ancak konumuz bir karar alıp uygulama konusu değildir. Önemli olan halkın iradesini temsil etmeniz ve onun desteğine sahip olmanız. Bence bunu sağlarsanız size karşı olanların durumu giderek zayıflar. İşte Suriye'de durum böyle. Yani hiç kimsenin gücü halkın gücünden daha fazla olamaz. Başka bir ifade ile halkın desteğine sahip olduğum sürece hiç kimse benden daha güçlü olamaz. Peki reform sürecini kim engelliyor. Bana göre reforma karşı olan insanlar var. Ben bunu devletin içinde var demek istemiyorum. Ben olayı toplumsal bir sorun olarak görüyorum. Ve bunu çok fazla abartmak da istemiyorum. Ancak daha önemli bir sorun var diye düşünüyorum. Bu da, reformu isteyen insanların bunu nasıl yapacaklarını bilmemeleridir. Yani reform için doğru ve sağlıklı mekanizmaları bulamıyorlar. Zaman zaman da doğru bir şekilde kavrayamıyorlar. Bir diğer sorun da bazılarının hızlı reform adımları ile uyum sağlayamıyor olması. Örneğin ben yenileşme ve gelişmeden yana olduğumu söylerken, bir başkası aynı şeyleri farklı cümlelerle ifade ediyor. Bu da zaman zaman türlü çelişki ve sorunlara yol açıyor. Ancak tekrarlanması gereken bu önemli söylem, bizim dış kaynaklı sorunlarımız. Bu sorunlar reform sürecinde en önemli engellerdir. Suriye'de konuştuğumuz herkes reform istiyor. Demek ki tüm halk benim gibi düşünüyor ve buna inanıyor. Halk benden yana ise hiç bir sorun yok. Önemli olan bu reformları nasıl gerçekleştireceğimiz. Reformlarla birlikte barışı nasıl yaratacağız? Barış olmadan nasıl reform olacak? Tüm bunları düşünmek zorundayız. Yani reform konusunda kararlı ve güçlü olacaksınız ama barış konusunda zayıf kalacaksınız. Bu biraz garip bir durum.
Suriye ve dünya
GZ: Hafız Esad'ın işi belki Beşar Esad'dan daha kolaydı. Bambaşka bir dünya var, bambaşka bir dönem var. Belki şansız bir dönemde iktidar oldunuz. ABD bölgeye girmiş vaziyette, topuyla tüfeğiyle burada. Eski müttefikler yok, Sovyetler Birliği kalmadı, Ruslar artık arkanızda değil. Bölgedeki öteki ülkelere de çok fazla güvenmek o kadar kolay değil. Hiçbir ülke birbirine sonuna kadar güvenmiyor. Böyle bir ortamda, Suriye çok büyük bir ülke de değil, baş edebilecek misiniz bu uluslar arası konjonktürde? Nasıl bir çıkış yolu düşünüyorsunuz, zira Suriye yalnızlaşıyor gibi bir görüntü var.
BE: Elbette kontrol edebileceğiniz durumlar olduğu gibi, kontrol edemeyeceğiniz durumlar da var. Örneğin ülkenizdeki iç durumu kontrol edebilirsiniz. Belki de diğer dost ülkelerle ilişkilerinizle bölgesel gelişmeleri de kontrol edebilirsiniz. Bölgesel olarak birçok ülke ile iyi ilişkilerimiz var. Tüm çabalarına rağmen bazıları bizi kuşatamadı. Bunlar bile Suriye’nin bölgesel rolünü gözardı edemiyor, edemez. Örneğin barış sürecinde hiç kimse bizim rolümüzü ve konumumuzu görmezlikten gelemez. Terörle mücadelede Suriye’nin katkısını sayamazlar. Irak konusunda bile Suriye’nin varlığını görmezlikten gelemezler. Başka bir deyişle Suriye’yi gözardı etmek isteyenler Suriye’nin elindeki kartları ve kozları görmemezlikten gelmelidir. Bu ise imkansız. Belki medya ile bizi kuşatabilirler. Böylece bizim yalnız olduğumuz imajını yansıtabilirler. Birileri bazı devletlere baskı yaparak Suriye’den uzak durmalarını isteyebilirler. Bunu Türkiye ile denediler Sayın Sezer’in ziyaretini engellemek istediler ama başaramadılar. Bana göre bir diğer konu BM’nin rolü ayrıca uluslararası ilişkilerin geleceği, Avrupa’nın rolü... Avrupa ne yapıyor? Avrupa savaş öncesi tavrından vaz mı geçiyor? Yoksa ABD ile birlikte Ortadoğu pastasını mı paylaşmaya çalışıyor? Yoksa Avrupa geçici olarak mı ABD’yi idare ediyor. Acaba batı 100 yıl önceki batının rolünü yeniden üstleniyor mu? Bu soruları çoğaltabiliriz. İşte bizim kontrol edemediğimiz gelişmeler bunlardır. Ancak birlikte davranırsak inanıyorum bu tehlikeleri en aza indirebiliriz. Çünkü tehlike hepimizi hedef almaktadır. Irak ile başladılar şimdi Suriye’yi tehdit ediyorlar birçok ülkeyi tehdit ediyor ve baskı yapıyorlar. Şimdi Türkiye’nin iç işlerine karışmayı deniyorlar. Bence bölgedeki tüm ülkeler tehdit altında. Yapabileceğimiz tek şey birlikte hareket etmek ve uluslararası arenada varlığımızı, rolümüzü ve gücümüzü kanıtlamak.
GZ: Yine de sorayım. Suriye böyle hedef tahtasına oturtulmuş bir ülke görüntüsü veriyor dışarıya, en azından Batı kamuoyuna yansıyan görüntü bu. Bağdat’ta Saddam Hüseyin’i devirdiler; Şam’da da devlet başkanı devirebilirler. Böyle bir korku yaşıyor musunuz? Bağdat’ta Saddam Hüseyin gidiyorsa, Şam’da Beşar Esad neden devrilmesin?
BE: Öncelikle Irak Savaşı çok önemli bir gerçeği kanıtladı. Bu da askeri gücün yıkımdan başka hiçbir şeyi sağlayamadığıdır. Eğer onlar yok etmek istiyorlarsa bunu çok kolay yapabilirler. Onlar yalnız Irak’ı değil, Suriye, İran, Türkiye ve hatta başka ülkeleri de yok edebilirler. Onlar süper devletler ve süper teknolojik güce sahipler. Ancak sorun bu değil. Sözünü ettikleri istikrar ve özgürlüğü sağlayamaz sanıyorum Irak çok önemli bir ders. Ben onlara savaştan ve işgalden önce söyledim. ABD'li yetkililere ve kongre üyelerine hep gerçekleri anlattım. Onlara, bakın savaşı çok hızlı bir şekilde kazanacaksınız dedim. Ancak sorunlarınız savaş sonrası başlayacak dedim. İşte bugün tartışılan konu savaş sonrası Irak’ın ve bölgenin geleceği. Bugün herkes terörün tüm bölgeyi sıçraması riskinden söz ediyor. Bu terör gün gelecek hepimizi tehdit edecek. Irak’ın parçalanması ve bunun sonuçlanması herkesi tedirgin ediyor. Biz ABD askerlerinin Irak’taki varlığından korkmuyoruz. Çünkü ABD süper devlet ve Irak’ta olmazlarsa da denizlerden gelip bizi vurabilir.
Irak-Suriye ilişkileri
GZ: Irak parçalanacak mı ya da parçalanıyor mu? Böyle bir endişeniz mi var? Sizin gelinen nokta itibariyle değerlendirmeniz bu yönde mi? Parçalanmaya doğru mu gidiyor?
BE: Bana göre en büyük tehlike budur. Bu yalnız bizim için değil aynı zamanda Türkiye için de. Bu nedenle hepimiz Irak halkının yanında olmalıyız. Irak parçalanırsa hepimiz çok ağır bedeller ödemek zorunda kalırız. Ne tür tehlikelerle karşı karşıya kalacağımızı kestirmek bile çok zor. Biz Irak'ta parçalanma olasılığından çok tedirginiz. Peki böyle bir risk ne kadar yüksek diye sorarsanız bunun yanıtını Irak'ta yaşam kargaşası ve istikrarsızlık verir.
GZ: Nasıl bir parçalanmadan bahsediyoruz? Örneğin Kürtler bir bağımsız devlet hayali görüyor, bu artık hayal olmaktan çıktı mı diyorsunuz? Korkutuyor mu sizi bu?
BE: Aslında yalnız Kürt devletini kastetmiyorum. Çünkü bir olasılık beraberinde başka olasılıkları getirir. Yani Irak'ta başka devletler, hatta devletçikler doğabilir. Bunlar etnik ya da mezhepsel temeller üzerinde olabilir. Tüm bunların gerçekleşmesi durumdan direkt olarak Suriye ve Türkiye için büyük tehlikeler arz eder.
GZ: Irak’taki direnişte Suriye’nin rolü ne? Böyle de suçlanıyorsunuz. ABD'nin Irak’ta başarısız olması için Suriye destek veriyor direnişçilere, işte sınırları kontrol etmiyor. Böyle eleştiriler var, böyle suçlamalar var. Destek veriyor musunuz direnişçilere?
BE: Biz asla Irak’ın içişlerine karışmadık ve karışmıyoruz. Elbette işgale karşı Irak halkının direniş hakkı bulunmaktadır. İşgal devam ettiği sürece direniş sürecek. Bu hiç kimsenin karşı çıkamayacağı bir gerçek. Sınırların kontrol edilmesi konusuna gelince. Biz ABD'lilere şunu dedik. Siz Meksika ile sınırlarınızı denetleyemediğiniz gibi biz de 600 kilometrelik Irak sınırını denetleyemeyiz. Elbette birçok tedbir aldık ve alıyoruz. ABD'liler bunları biliyor. Sınırı denetlemek için her zaman iki tarafın işbirliği gerekir. Biz kendi tarafımızda üzerimize düşeni yaparken, Irak tarafında ABD'liler ya da Irak askerleri hiçbir şey yapmıyor. Peki biz kiminle işbirliği yapacağız? Irak’taki kargaşanın nedeni işgaldir. Irak’taki direnişin büyük bölümü Iraklılar tarafından yapılıyor. Bakın bugün Türkiye sınırında hiçbir sorun yaşanmıyor. Çünkü Türkiye ile Suriye arasında bu konuda ideal bir işbirliği var. Bu nedenle de Türkiye’de istikrar var, Suriye’de de istikrar var.
İran-Suriye-Türkiye ilişkileri
GZ: Bölgesel bir işbirliğinden bahsettiniz. İran, Suriye, Türkiye bir işbirliği yapabilir mi, Irak Savaşı’ndan önce de, ABD'nin Irak’a müdahalesinden önce de bu konular gündemdeydi ama pek sonuç alınamadı. Neden sonuç alınamadı? Bu ülkeler yeterince işbirliği yapmadığı için mi yoksa güçleri buna yetmediği için mi? Ne dersiniz?
BE: Sanıyorum. Suriye, Türkiye ve Irak arasında bir işbirliği var. Unutmamak gerekir ki savaşı ABD yaptı. Üstelik BM’nin onayını da almadan. Oysa bugün baktığınızda hep bizim ve Türkiye’nin söyledikleri doğru çıktı. Önemli olan beraberliğimizin ve işbirliğimizin devamı. Savaş öncesi başlayan bu işbirliği, savaş sonrasında da devam ediyor. Bence bizim başarımız geleceği görmemiz ve bunu bütün saflığı ile herkese söylemek.
GZ: İran konusunda bir soru. İran bir taraftan da Irak’taki Şii unsur dolayısıyla ABD'lilerle gizli, açık pazarlıklar da yürütüyor. Bu sizi rahatsız ediyor mu, korkutuyor mu? İran’a güveniyor musunuz?
BE: Bakın Irak bölgenin önemli ülkelerinden biridir. Irak’a komşu bir ülke Irak’ta olup bitenle yakından ilgilidir. Yani Irak’taki tüm gelişmeler İran için önemli. Bunun tarihsel nedenleri de var. İran, sekiz yıl süre ile Irak ile savaştı. Bunun bedelini ağır ödedi. İran’ın ABD ile diyaloguna gelince bunu yanlış görmemek gerekir. İran’ın herkesle diyalogu var. ABD de İran’ın bölgesel rolünü görmemezlikten gelemez. Bu ister Irak ister diğer konularla ilgili olsun. Tabii İran’ın ABD ile bir diyalogu var mı yok mu onu da net olarak bilmiyorum.
GZ: Sayın Başkan bitiriyoruz, ama son bir soru sormak istiyoruz. Siz geldiniz, Türkiye’de de gördük. Şam’da hayatınız nasıl geçiyor? Londra’da uzun süre kaldığınızı biliyoruz. Şam’da ne yapıyorsunuz? Bir gününüz nasıl geçiyor? Bu devlet işlerinin dışında, yaptığınız bir şey var mı?
BE: Spor benim başlıca hobim. Düzenli olarak spor yaparım. İş dışında zamanımın büyük bölümünü aileme ve çocuklarıma ayırırım. Bunun dışında fotoğrafçılığa merakım var.
GZ: Kitap okur musunuz?
BE: Genel olarak bilimsel kitapları tercih ederim. Tabi mesleğim ile ilgili olanları. Onun dışında siyasal içerikli tarih kitaplarını okurum.
GZ: Sayın Başkan çok teşekkür ediyoruz, sağ olun.
BE: Suriye’ye geldiğiniz için ben size teşekkür ederim. Sizi tekrar Suriye’de görmekten mutluluk duyacağız.
Monday, April 04, 2005
Friday, April 01, 2005
Subscribe to:
Posts (Atom)