IRAK KONFERANSI
TÜRK ASYA STRATEJİK ARAŞTIRMALAR MERKEZİ (TASAM)
(NİSAN 2005)
Katılımcılar:
E. Dz. P. Kur. Kd. Alb. Atilla SANDIKLI (TASAM Genel Müdürü)
Prof. Dr. Hasret ÇOMAK (Kocaeli Üniversitesi Öğretim Üyesi)
Doç. Dr. Bülent ARAS (Fatih Üniversitesi Öğretim Üyesi)
Yasin ATLIOĞLU (TASAM Orta Doğu Masası Uzman)
TÜRK ASYA STRATEJİK ARAŞTIRMALAR MERKEZİ (TASAM)
(NİSAN 2005)
Katılımcılar:
E. Dz. P. Kur. Kd. Alb. Atilla SANDIKLI (TASAM Genel Müdürü)
Prof. Dr. Hasret ÇOMAK (Kocaeli Üniversitesi Öğretim Üyesi)
Doç. Dr. Bülent ARAS (Fatih Üniversitesi Öğretim Üyesi)
Yasin ATLIOĞLU (TASAM Orta Doğu Masası Uzman)
“IRAK ŞİİLERİ VE SİYASET”
Yasin ATLIOĞLU (TASAM Orta Doğu Masası)
Yasin ATLIOĞLU (TASAM Orta Doğu Masası)
Giriş
2003 yılında ABD’nin sınır komşumuz Irak’a gerçekleştirdiği askeri müdahaleyi, gerek Irak’ta gerekse Orta Doğu’daki siyasal yapılarda gerçekleşecek önemli değişimlere yol açacak bir köşe taşı olarak değerlendirebiliriz. Müdahale sonrası Irak’taki gelişmeler, ABD’nin Orta Doğu’da uygulamaya koyduğu askeri güce dayalı otoriter dış politika stratejisi ile beraber düşünüldüğünde, bölgenin etnik ve dini yapılardan güç alan küçük ölçekli siyasi ve toplumsal birimlere bölünmesi ihtimalini ortaya çıkmıştır. Bu durumun en açık olarak görüleceği ülke hiç şüphe yok ki öncelikle Irak olacaktır. Irak özeline baktığımızda ABD müdahalesi sonrası, daha önce siyasi alanda var olmayan iki unsurun Irak siyasetinde ortaya çıktığını görmekteyiz: Şiiler ve Kürtler. Özellikle uzun süre ülke siyasetinin uzak bırakılmış ve nüfus olarakta çoğunluğu teşkil eden Şiiler, Irak’ın yeniden yapılandırılmasında en önemli toplumsal grubu olacaktır. Bu çerçevede bölgede ve dünyada Irak üzerine etkin ve istikrarlı bir dış politika geliştirmek isteyen devletlerin Şiiliği ve Irak Şiilerini iyi tanıması gerekmektedir. Bölgeyle ilişki kurarken kültürel, tarihi ve coğrafi avantajlara sahip bir bölgesel güç olarak Türkiye de Irak’ın yeniden yapılandırılmasında etkin olabilmek ve içinde istikrar ve tutarlılık barındıran bir Irak politikası oluşturabilmek için Şiiler üzerinden politika geliştirebilme yeteneğine sahip olabilmelidir. Bunun içinde Türk kararalıcıların ve kamuoyunun Irak Şiilerine özel ilgi göstermesi ve sorunsuz çok yönlü ilişkilerin geliştirilmesi gerekmektedir.
Ben ilk olarak Irak’ın etnik ve dini yapısı üzerinde genel olarak durup, daha sonra Irak’taki Şii unsuru incelemeye çalışacağım.
Irak’ta Etnik ve Dini Yapı
Bu konu da öncelikle söylenmesi gereken, etnik ve dini yapıya dayalı bir nüfus sayımının uzun süredir yapılmadığı ve savaş halinin hüküm sürdüğü bir ülkede etnik ve dini yapının dağılımı hakkında gerçek ve tutarlı rakamlar söyleyebilmenin oldukça zor bir iş olduğudur. Bu bağlamda söyleyeceğimiz oranlar, ancak tutarlılığı kontrol edilemeyen birer tahmin olarak değerlendirilmelidir.
Irak’ta baskın etnik kimlik Araplar’dır. Nüfusa oranları %70-75 civarıdır. En önemli etnik azınlık ise nüfusun %17-20’sini oluşturan Kürtler’dir. Kürtler genellikle Kuzey Irak coğrafyasında yaşarlar ve Kuzey Irak’taki Kürtler, sosyo-kültürel olarak iki bölgeye ayılır. Kuzeyde Türkiye sınırından başlayıp alt sınırı Erbil olan bölge, Bahtinan bölgesi olarak bilinir. Burda feodal ilişkiler ve aşiret ilişkileri oldukça güçlüdür ve toprağa dayalı ekonomik yapıdan dolayı ekonomik olarak az gelişmiş bir yerdir. Şehirleşme az olduğu bölgede Zaho, Dohuk gibi küçük ölçekli şehirler vardır. Dinsel olarak Zaho’da bir miktar Yezidi Kürt yaşasa da bu bölgedeki Kürtlerin büyük çoğunluğu Sünni Müslümandır ve Nakşibendilik tarikatının yaygın olduğu bölgede tarih boyunca –bugün bu yapı aşınmış olsa da- halk dine oldukça bağlıdır. Aşiret bağlarının güçlü olduğunu söylediğimiz bölgede en güçlü aile Barzani ailesidir. Barzani ailesinin kurduğu Kürdistan Demokrat Partisi (KDP) en önemli siyasal örgüttür. Kuzey Irak’ın güney bölgesinde Süleymaniye merkezli ikinci Kürt bölgesi Soran bölgesidir. Bu bölgede de Sünni Kürtler ağırlıkta olmakla birlikte bir miktar Şii Kürt Süleymaniye civarında yaşamaktadır. Şehirleşmenin kuzeye göre daha fazla olduğu, dolayısıyla aşiret bağlarının zayıfladığı bölgede en güçlü aile, siyasal örgütlenmesi Kürdistan Yurtsevenler Birliği olan Talabaniler’ dir. İki bölge arasındaki tarihi rekabet uzun süre devam etmiştir, bunun temel nedenleri kişisel ve ailesel çıkar mücadelesi olduğu gibi iki bölgenin Kürtçe’nin farklı lehçelerini (Barzani bölgesi Kurmançi lehçesi, Talabani bölgesi Sorani lehçesi) konuşup sosyo-ekonomik olarak farklı göstermesi de olabilir. Kürtlerden sonra Irak’ta en büyük ikinci etnik azınlık Türkmenler’dir. Türkmenler kendilerinin Irak nüfusunun % 12’si (3 milyon civarı) olduğunu iddia etmektedir. Bununla birlikte Kürt ve ABD kaynakları ise bölgedeki çıkarları gereği Türkmenlerin nüfusunu sadece %2-3 gibi düşük oranlarda gösterme gayreti içindedir. 9. yy.da bölgeye gelen Türkmenler, Irak’ın kuzeyindeki Telefar’den Bağdat’ın doğusundaki Mendeli’ye kadar uzanan bir hat üzerinde yaşamaktadırlar. Kerkük, Musul, Telafer, Erbil tarih boyunca Türkmenleri yoğun yaşadığı yerleşim birimleri olmuştur. Uzun bir süre siyasete ve siyasal örgütlenmeye soğuk bakan Türkmenlerin en geniş ve etkili siyasal örgütlenmeleri Irak Türkmen Cephesi’dir. Irak’ta bunların dışında Asuriler, Ermeniler ve Lurlar diğer önemli etnik unsurlardır. Dini yapıya açısından %95’ten fazlası Müslüman olan Irak büyük ölçüde homojen olmakla birlikte mezhep olarak Sünni ve Şii olarak iki ana kola bölünmüş durumdadır. Irak Müslümanları’nın %60’dan fazlası Şii mezhebine (İsna-ı Aşeriyye) mensup iken geri kalanı büyük ölçüde Sünni’dir. Irak’da az sayıda Hıristiyan, Yahudi ve Yezidi de yaşamaktadır.
Irak’ın etnik ve dini yapısına baktığımızda siyaset üzerinde etkili olabilecek kapasitede dört ana gruptan bahsedebiliriz: Şiiler, Sünni Araplar, Kürtler ve Türkmenler. Sünni Araplar, Modern Irak Tarih boyunca gerek siyasi gerekse ekonomik olarak ayrıcalıklı ve etkin bir konuma sahip olmuştur. Fakat ABD’nin askeri müdahalesi sonrası Irak’ın yeniden yapılandırılması sürecinde Şiiler ve Kürtlerin ön plana çıkarıldıklarını bununla birlikte Sünni Arapların eski etkinlik ve güçlerini çok uzağında oldukları görülmektedir. Türkmenlerin ise Modern Irak Tarihi boyunca olduğu gibi günümüzde de kültürel ve etnik aidiyetleri güçlü olmasına rağmen bazı iç ve dış nedenlerde dolayı güçlü bir siyasi birliktelik oluşturamadıkları ve Irak siyasetine nüfusları ile orantılı temsil edilemedikleri söylenebilir.
Irak, Şiilik ve Siyaset
“Irak”, “Şiilik” ve “Siyaset”…Bu üç kelimeyi yan yana kullanmak Orta Doğu coğrafyasında önemli anlamlar ifade eder. Günümüzde Şiilik deyince akla hep İran coğrafyası ve İran İslam Cumhuriyeti gelmektedir. Oysa ki Şiilik siyasi bir hareket olarak Irak’ta doğmuştur. Hz Ali ile Muaviye arasındaki hilafet mücadelesi ve Hz Ali’nin Küfe’de öldürülmesiyle ortaya çıkan Şiilik, Hz Hüseyin ve yandaşlarının Kebela’da öldürülmesinden derinden etkilenmiş ve yeni bir boyut kazanmıştır. Bu çerçevede baktığımızda tarihsel ve inançsal olarak Irak coğrafyası Şiiler açısından büyük öneme sahiptir.
Irak’ta çoğunluğu oluşturan Şiiler, Bağdat’tan Basra’ya kadar uzanan bölgede yoğun olarak yaşamaktadır. Öncelikle Şiilerin toplumsal ve etnik yapılarını ele alalım. Çünkü Şiilerin toplumsal ve etnik aidiyetleri siyasal davranışlarını doğrudan etkilemektedir. Toplumsal olarak Iraklı Şiileri, şehirlerde yaşayan seküler Şiiler, kırsal alanda yaşayan (aşiret yapılarının etkili olduğu) toprağa bağlı Şiiler ve kutsal kentlerde yaşayan Şii din adamları olarak üçe ayırabiliriz. Etnik olarak baktığımız da ise Şiiler, Arap, Türkmen ve İran kökenli oldukları görülmektedir. Arap Şiiler, Bağdat-Basra arasındaki bölgeye dağılmış şekilde yaşarken, kuzeyde Telafer merkezli Şii Türkmenler yer alır. Türkmenlerin yaklaşık %30’u Şia’nın İmamiyye koluna mensuptur. Bu Şiiler Osmanlı İmparatorluğu döneminde Azerbaycan’dan getirilen Azerilerin torunlarıdır. Şiiler arasındaki son etnik grup ise İran kökenli Şiiilerdir. Genellikle kutsal şehirler olan Necef, Kerbela ve Kazımiye’de yaşarlar. Dini eğitim ve kutsal yerleri ziyaret için gelenler buralarda yerleşmişlerdir. Hatta Osmanlı devleti döneminden bu yana dünyanın pek çok yerinden Şiiler Necef’e ölmek ve bu kutsal kente gömülmek için gelmektedir. Necef’te Vadi Es-Selam adlı büyük bir mezarlık vardır.
Şimdi de Şiiliğin Irak siyasetindeki varlığına ve iktidarlarla ilişkilerine bakalım. Şiilerin tarih boyunca siyasetle ilişkilerine bakıldığında bu ilişkiyi şekillendiren en önemli unsurun Şia inanç sistemi olduğu görülmektedir. Şia, Hz. Muhammed’in vefatından sonra meşru halife olarak Hz.Ali’yi gören toplulukların ortak adıdır. Şia kendi içinde bir çok kola ayrılsa da Irak ve İran’da yaygın olan İmamiyye koludur. Şiiliği Sünnilikten ayıran temel fark da imamet inancıdır. Şiilere göre Hz. Muhammed vefat ettikten sonra risalet yani vahiyinin gelmesi son bulur ama imamet, yani gelen emirlerin yorumlanması Hz Ali’nin soyundan gelen 12 imam tarafından sürdürülecektir. İlk imam Hz. Ali ve soyundan gelen 11 imam, özellikle Şiiliğin İmamiyye kolu için çok önemli anlam ifade eder. Şii toplumu Hz. Ali ve Hz. Hüseyin’in kişiliklerinde acıyı ve kaderi içselleştirmektedir. Bu iki kişiliğin öldürülmeleri veya kendilerini feda etmeleri insanlığı kurtarıcı bir misyona sahiptir ve Şiiliğin şehid paradigmasının merkezini oluşturur. Şiiliğin inanç ve düşünce yapısını anlamak, siyasi hareket tarzını ve eylem biçimini anlamamızı sağlayacaktır. Şiiler, bazı tarihsel, dini ve siyasi nedenlerden dolayı İran coğrafyasında 932’de kurulan Büveyhioğluları devletinden sonra uzun süre devlet kurma tecrübesine sahip olamadı. Bununla birlikte 19.yy. da ortaya atılan Velayet El-Fakih düşüncesi çerçevesinde Şiilerin siyasette ve siyasal iktidara bakışlarında radikal değişiklikler gerçekleşti. Bu düşüncenin uygulamaya geçmesi ise ancak 1979 İran İslam Devrimi ile olmuştur.
Irak özeline geri döndüğümüzde ise Modern Irak’ın Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra kurulmasıyla siyasal iktidarın Osmanlı İmparatorluğu zamanında olduğu gibi Sünni Arapların egemenliğinde kaldığını görmekteyiz. Buna rağmen Irak Şiileri, önce Komünist Parti ve Baas Partisi içinde siyasete girmeye çalışmışlarsa da ancak 1950’lerden sonra siyasetle uğraşan dini kökenli ailelerin aracılılığıyla Irak siyasetine dahil olmuşlardır. Bu ailelerin en önemlileri, El-Hakim Ailesi, Es-Sadr Ailesi ve El-Hui Ailesi’dir. Şiilerin Irak’taki ilk ciddi siyasal örgütlenmesi ise 1960 yılında Iraklı Müslüman Kardeşlerle birlikte Şii din adamlarının kurduğu Dava Partisi’dir. Dava Partisi, 1968’den sonra radikalleşerek Şii kimliğini önplana çıkmış ve bir Şii partisi haline gelmiştir. Partinin ilk lideri Muhsin El-Hakim 1970 yılında vefat edince yerine Ayetullah Muhammed Bakr Es-Sadr geçti. 1970’lerden itibaren Saddam Hüseyin’in Dava Partisi’ne yaptığı baskıların artması sonucu partinin pek çok üyesi idam edildi. 1980 yılında Irak yönetimi tarafından partinin başkanı Muhammed Bakr Es-Sadr idam edilirken Dava Partisinin faaliyetleri de yasaklandı. Bu dönemde Iraklı Şii din adamlarının genellikle İran’a gitmeyi tercih etmiştir. Bu din adamları arasında yeralan El-Hakim Ailesinin lideri Muhammed Bakr El-Hakim, 1982 yılında İran’da Irak İslam Yüksek Devrim Konseyi’ni kurmuştur. Bu döneme kadar El-Hakim ve Es-Sadr Aileleri arasında Dava Partisi aracılığıyla dönüşümlü gerçekleşen Şii siyasi liderlik müessesesi, Muhammed Bakr El-Hakim tarafından İran İslam devletinin de desteğini alan El-Hakim Ailesinin tekeline alınmaya çalışıldı. Günümüzde Sadr ve Hakim ailesi arasındaki liderlik mücadelesinin kökenleri bu yıllara dayanır. Irak Şiilerinin üçüncü güçlü ailesi de El-Hui Ailesidir. 1990’lı yıllarda ailenin lideri aynı zamanda El-Havza’nın da başkanı olan Büyük Ayetullah Ebu El-Kasım El-Hui idi. 1993’te Saddam Hüseyin tarafından cezaevinde öldürülen El-Hui’nin yerine aile lideri olarak oğlu Abdülmecid El-Hui geçti ve Londra merkezli El-Hui vakfını kurdu. El-Hui vakfı Şii din adamlarının siyasete karışmasını öngören seküler bir kurumdur. Bu arada El-Havza’nin başına ise Ebu El- Kasım El-Hui’nin öğrencisi İran asıllı Ayetullah Ali Es-Sistani getirildi.
Bu noktada biraz da El-Havza ve kutsal kent Necef’teki dini otoritelerden bahsetmek gerekiyor. Necef’te bulunan El-Havza El-İlmiyye, dini eğitim veren medreseleri denetimi altında tutan siyasi,ekonomik ve sosyal içeriği olan bir kurumsal yapılanmanın adıdır. Dünyanın pek çok yerinden Şiiler küçük yaşlardan itibaren buraya gelip uzun süreli bir eğitime tabi tutulmaktadırlar. Bu eğitim sonucu Şii öğrencilerin bir kısmı belli akedemik ünvanlara sahip olmaktadırlar. En üst ünvan Ayetullah ünvanıdır. Ayetullahlar arasında en geniş Şii çevreyle kendini kabul ettiren, Necef’in en büyük dini otoritesi yani Merci El-Ala pozisyonuna yükselir. Merci El-Ala (Merci El-Taklid) taklit edilecek, itaat edilecek siyasi ve dini kurumdur. Dini otorite, topladığı Humus denen zekatlar sayesinde ekonomik gücü de elinde toplar. Günümüzde Necef’deki en büyük otorite Ayetullah Seyyid Ali Es-Sistani’dir.
Irak’a ABD Müdahalesi ve Şiilerin Tepkisi
ABD’nin Saddam iktidarını askeri bir müdahaleyle devirmesinden sonra Irak’ta en fazla merak edilen soru, çoğunluğu oluşturan Şiilerin Irak’taki ABD askeri varlığına nasıl tepki göstereceği idi. Bu bağlamda Şiilerin yeni siyasi konjonktüre vereceği tepkinin, tek bir otorite altında olup olmaması da önem kazanıyordu.
ABD Müdahalesinin ardından Irak Şiilerinin Saddam’ın baskısından dolayı yurtdışında bulunan liderleri Irak’a geri dönmeye başladı. Ülkeye ilk dönem lider El- Hui vakfın başkanı Abdülmecid el-Hui oldu. Nisan 2003’te dönen El-Hui kısa bir süre sonra Necef’teki Hz. Ali Cami’nin önünde bir suikast sonucu öldürüldü. Ülkeye dönen ikinci önemli lider, yirmi yıldan fazla İran’da yaşayan Ayetullah Muhammed Bakr El-Hakim idi. El-Hakim gerek sahip olduğu dini otoritesiyle gerekse İran destekli örgütlediği 5-10 bin civarında olduğu söylenen askeri gücü Bedr Tugaylarıyla Şiiler arasından en güçlü lider adaylarından biriydi. El-Hakim Irak’a geldikten sonra, Irak İslam Yüksek Devrim Konseyi ile kurumsallaştırdığı siyasi gücünü de koruyabilmek için ABD’ye karşı yumuşak bir tavır almış ve en azından silahlı bir direniş gerçekleştirmeyeceğini göstermiştir. Irak İslam Yüksek Devrim Konseyi’nin ilk amacı, Irak’taki Şii dini ve siyasi otoriteyi kendi çatısı altında birleştirmekti. Fakat 2003 Ağustos ayının son günleri Muhammed Bakr El-Hakim, Abdülmecid el-Hui’nin üç ay önce öldürüldüğü yerde yani Necef’teki Hz. Ali Cami’nin önünde, bombalı bir suikast sonucu öldürülmüştür. Tarihsel bir açıdan baktığımızda Şii din adamlarının genellikle doğal ölüm yoluyla değil de başkaları tarafından acımasızca öldürüldüğüne şahit olmaktayız. Belki de bunu, daha önce bahsettimiz Şiilikteki ölüm paradigmasının, kendini feda etme felsefesinin bir uzantısı olarak düşünmek gerekiyor, galiba Elias Cannetti’nin dediği gibi Şiilik şu anda yeryüzünde yaşayan son ağıt dinlerinden biri olabilir. Suikastlerin dinsel ve felsefi yorumlarını bir kenara bıraktığımızda bu iki suikastin gözleri bir anda Necef’teki El-Havza’nın lideri Ayetullah Seyyid Ali Es-Sistani ve Es-Sadr Ailesinin genç ve karizmatik lideri Muktada Es-Sadr’a çevirdiğini söyleyebiliriz. İran asıllı olan Sistani, Irak’ta oluşan yeni siyasi duruma ve ABD askeri gücüne yönelik uzun süre herhangi bir açıklama yapmamış ve sessiz kalmayı tercih etmişti. Şiilerin bir kısmına göre Sistani, Irak’taki en büyük dini otorite olarak en son konuşacaktı, bazılarına göre ise siyasi rakiplerinin ortaya çıkmasını bekliyor ve güçlerini ölçüyordu. Muhakkak ki Muhammed Bakr El-Hakim’in kendini en yüksek dini otorite olarak açıklayamadan öldürülmesi Sistani’yi oldukça rahatlattı. Yine El-Havza’nın eski Başkanı Büyük Ayetullah Ebu El-Kasım El-Hui’nin oğlu olan Abdülmecid El-Hui’nin seküler düşünce tarzı ile siyasi liderliğe aday olması El-Havza liderinin gücünü aşındıracağı için El-Hui suikasti de Sistani’nin işine gelmiştir. Bütün bunlarla birlikte olanları, Irak’taki Şii siyasetini yönlendiren aileler düzeyinde incelediğimizde karşımıza genç bir isim çıkmaktadır: Muktada Es-Sadr. Muktada, 1999 yılında babasının ve iki kardeşinin Saddam tarafından öldürülmesinden kaynaklanan sempatiyi de kullanarak Şiilerin liderliğine oynamak istemektedir. Bu çerçevede en önemli rakipleri olan El-Hakim ve El-Hui Ailelerinin liderlerinin öldürülmesi Muktada’yı birinci şüpheli haline getirmektedir. Aslında Muktada Es-Sadr, Şii liderliğini ele geçirmek dışında ABD işgaline karşı hareket tarzıyla diğer Şii liderlerden farklılık göstermiştir. Muktada, ABD askeri varlığının hemen Irak’tan çıkarılmasını isterken, iki defa da kontrolü altındaki silahlı güç olan Medhi Ordusuyla ciddi bir silahlı direniş göstermiştir. İlk silahlı direniş Nisan 2004’te, ikincisi ise Ağustos 2004’da gerçekleşmiş ve ABD’yi oldukça tedirgin etmiştir. Her iki olayda da Sistani’nin araya girmesiyle Muktada ve Medhi Ordusu zarar görmeden eylemler sona ermiştir. Muktada, her ne kadar ABD karşıtı olarak siyasi süreç dışında bırakılmış olarak gözükse de, 30 Ocak Seçimlerinde Sadr yandaşlarının yoğun bir katılımla Sistani’nin oluşturduğu Şii İttifaka oy vermesi gibi olaylar Sistani ile Sadr’ın bir çıkar ortaklığı içinde olup olmadığı sorusunu sormamıza yol açmaktadır.
Sonuç olarak Irak’ın ABD denetiminde yeniden yapılandırılması süreciyle Irak Şiileri Orta Doğu’nun siyasi gündeminde tekrar bir güç olarak ortaya çıkmıştır. Özellikle ABD’nin bölgede uyguladığı etnik ve dini yapıları harekete geçiren otoriter dış politika anlayışı, yakın bir gelecekte bölgeyi ulusaltı bağların sıkılaştığı, etnik ve dini aidiyete dayalı bir parçalanma sürecine götürebilir. Yine Orta Doğu’da kimliklerin biçimlenmesinde ve çatışmalarda en önemli motivasyon aracının din olması ABD’nin bu politika anlayışıyla örtüşebilir. Bu parçalanma sürecinde Irak coğrafyasında dini referans alan bir Şii devletinin kurulması olasılığı ve Irak merkezli bölgede oluşan Şii yükselişi başta Suudi Arabistan ve Körfez ülkeleri olmak üzere içinde Şii azınlık bulunduran Sünni ülkeleri tedirgin etmektedir. Bu bağlamda ABD’nin Kum- Necef rekabetinden de yararlanarak İran’daki Şii İslam yapılanmasına karşı Irak’ta ılımlı bir Şii devletini destekleyebileceği söylenebilir. Irak iç yapısına baktığımızda son iki senedeki gelişmelerin ve ABD askeri varlığının Irak’a güvensizlik, istikrarsızlık ve parçalanma getireceğini iddia edebiliriz, bununla birlikte Irak’taki iç çatışmanın ve direnişin, şu ana kadar bölge ülkelerinin de katıldığı bir Şii-Sünni çatışımasına dönüşmemesi bölge açısından sevindirici bir olaydır. Teşekkür ederim..
SORU- CEVAP
SORU(Metin KÜLÜNK): Yasin Bey’e Irak Şiileri konusunda bir soru sormak istiyorum. Irak’taki Şii geleneğin uluslararası ilişkilerde oturduğu eksenler nelerdir? Yani İran ekseni, İngiliz ekseni, ABD, Avrupa, İran ve Türkiye eksenleri var mı? Daha doğrusu özellikle Türkiye’nin böyle bir derdi olmuş mu?
Yasin ATLIOĞLU: Batının Şiilere bakışı, Batının topyekün Doğu’ya, Orta Doğu’ya bakışının bir parçasıdır. 18.yy. oluşan sömürgeci mantık ve ekonomik hegemonya kurma arzusu, Batı’nın Doğu’yu tanımlamasında çıkış noktasını oluşturur. Bu düşünce tarzı uygulanabilir olma amacıyla kendi içinde profesyonel metodlar ve stratejik bir bakış açısı geliştirmiştir. Sömürgeci yönetim tarzı, zaman zaman sosyo-kültürel değerleri, etnik ve dini bölünmüşlükleri kendi çıkarları adına kullanabilmektedir. Birinci Dünya Savaşı sonunda bölgede hakim olan İngiltere’nin bölgeye yaklaşım şekli neyse şu an ABD kararalıcılarının yaklaşım şekli de odur.
Irak Şiileri özeline baktığımızda da ABD’nin Irak’a profesyonel-sömürgeci bir mantıkla yaklaştığını görmekteyiz. Bundan dolayı ABD için Şiiler bölgede kurulacak yeni yapılanmada ihtiyaç duyulan, olmazsa olmaz aktörlerden biridir. İlk başlarda sadece İyad Allawi ve Ahmet Çelebi gibi seküler Şii liderleriyle iyi ilişkiler içine geren ABD, Irak’taki askeri işgal başladıktan sonra Necef merkezli dini otoritelerin ve dini ailelerin önemini daha iyi anlamıştır. Sünni direnişin güneydeki Şii yerleşimlere de sıçrayabileceğinden tedirgin olan ABD yönetimi, Şii din adamları ve liderlerinin Şii toplumu üzerindeki tesirinden ve kitleleri yönlendirme kabiliyetinden dolayı sürekli iletişim kurma gayreti içerisinde olmuştur. Şii din adamlarının etkinliğinin en iyi ifadesi olarak 30 Ocak Seçimlerinden önce Necef’teki büyük Ayetullah Sistani’nin emriyle güçlü bir Şii ittifakın oluşturulması ve seçimlerde Şiilerin yüksek katılım düzeyi gösterilebilir. Yeniden yapılandırılan Irak devletinde Sistani’ye de ABD tarafından özel bir statü verilmesi pek şaşırtıcı olmayacaktır. Bu bağlamda Irak’taki Şiilere yaklaşım açısından ABD’nin ve bölgede etkili olmak isteyen bölgesel güçlerin Osmanlı tecrübesini örnek almaları yararlı olabilir diye düşünüyorum. Bağdat, Kerbela ve Necef 1534’te Kanuni Sultan Süleyman’ın Irak Seferi sonunda Osmanlı İmparatorluğu’nun topraklarına katılmış ve Birinci Dünya Savaşı’nın sonuna kadar Irak neredeyse kesintisiz İstanbul’dan yönetilmiştir. Osmanlı ile İran arasındaki mezhepsel mücadelenin kalbi olan bu bölgede Osmanlı hakimyetinde Şiiler kesinlikle devletle mezhepsel temelli bir çatışmaya girmemiş, daha doğrusu Osmanlı buna izin vermemiştir. Bunun temel nedeni Osmanlı yönetiminin Şii toplumuna ve din adamlarına yaklaşım şeklidir. Osmanlı yönetimi Şiilerin kutsal yerlerine gereken ilgiyi ve saygıyı göstermiş, Necef’teki din adamlarına özel ayrıcalıklar vermiştir. Örneğin 1638’de Bağdat’ı ele geçiren IV. Murad, Şiilerin kutsal yerlerine saygısını göstermek için Necef’e yalın ayak girmiştir. Yine Birinci Dünya Savaşında Basra’ya çıkan İngilizlere karşı Osmanlı birliklerile birlikte savaşan Şii din adamları (Seyyid Medhi El-Hayderi’nin fetvasıyla) öncülüğündeki 18 bin kişilik Şii mücahit birlikleri, Osmanlı yönetiminin bölgeye yaklaşımındaki etkinliğin ve vefanın bir göstergesidir. Günümüze dönecek olursak özellikle Muktada Es-Sadr’ın direnişi sırasında Necef’e ve Hz.Ali’nin türbesine yapılan saldırılar, Şii toplumda ABD karşıtı bire öfke yarattıysa da ortam dini otoriteler tarafından sakinleştirildi. Sistani’nin kontrolünda hareket eden Şii toplum şu an iktidara ulaşabilmek için sabır göstermekte ve hızlı tepkiler vermekten kaçınmaktadır. Fakat anayasanın yapılması sürecinde Şiiler istediklerini (ki bu istekler içinde federal bir Şii devleti de olabilir) alamazsa Şiilerin tepkisi Kürtler ve ABD üzerine olacak, belki de bölgede ikinci bir İran’ın ortaya çıkmasının kapısı aralanacaktır.
Biraz da Orta Doğu’nun Arap olmayan Irak’a komşu iki devleti, yani İran ve Türkiye açısından Iraklı Şiilerin algılanış biçimine bakalım. İran için Şii kimliği bölgesel etkinliğini yaymada önemli bir araçtır ve Irak’ın yeniden yapılanmasına özellikle Şii din adamlarını kullanarak dolaylı yollardan tesir etmeye çalışacaktır. Bununla birlikte İran ve Irak Şiiliği arasında siyasal hareket tarzlarında uyuşmazlık yaratacak pek çok fark bulunmaktadır. İran’da Şiilik tek bir “milli kimliği” ifade eder, Irak Şiiliğinde ise “Şii mezhepsel kimliği” ile “Arap ulusal kimliği” çoğu zaman ayrı ayrı veya birbirini bütünler şekilde değerlendirilir. Yine dinsel önderlik açısından Kum ve Necef arasındaki rekabetten kaynaklanan sorunlar su yüzüne çıkabilir. Son olarak da Türkiye’nin Şiileri ele alış biçimini ele alalım. Türkiye, 1990’dan sonra Irak politikasını Kuzey Irak politikası şeklinde ele almış ve bu bölge dışındaki Irakla ve Iraklılarla ilgilenmemiştir. Türkiye, Irak Şiileri konusunda bilgisiz ve tecrübesizdir. Irak’ın yeniden yapılandırılmasında Şiiler, Irak içinde ve bölgede önemli bir aktör konumuna yükselmişlerdir. Türk hükümetinin bölgede bu kadar önemli bir dini-mezhepsel grubun üzerinde durması ve Türkiye’nin Irak politikası dahilinde Şiilere yönelik özel bir stratejik planlaması ve diplomatik hamleleri olmak zorundadır. Bu diplomatik hamlelerin alt yapısı hazırlanırken elde varolan ortak paydalar iyi değerlendirilmelidir. Örneğin önce Irak İslam Yüksek Devrim Konseyi başkanı Abdülaziz El-Hakim’in ve sonra da oğlunun Türkiye ziyaretleri Türk-Şii iletişimi açısından önemli bir başlangıçtır. Bu ziyaret sırasında Iraklı konuklarımızın Türkiye devlet yetkilileri dışındaki durağı Türkiye’deki Şii cemaatin lideri Selahattin Akgündüz olmuştur. Bu ziyarette gösteriyor ki dini eğitimini Necef’te alan ve Necef’teki çevreleri yakından tanıyan Selahattin Akgündüz Türk-Şii ilişkilerinin geliştirilmesinde bir iyi niyet elçisi olarak kullanılabilir. Türkiye, yeni oluşturulacak Irak devletinin üst kademesinin önemli bir kısmını Şiiler işgal edeceğini unutmamalı ve Irak coğrafyasında bölgesel bir güç olarak etkin olmak istiyorsa Irak’ın iç dengelerini iyi inceleyip dış politikasını oluşturmalıdır. Teşekkür ederim.
NOT: Yukardaki metin Türk Asya Stratejik Araştırmalar Merkezi’nin Nisan 2005’te düzenlediği Irak ile ilgili gelişmelerin tartışıldığı konferansın bir bölümünü kapsamaktadır.
2003 yılında ABD’nin sınır komşumuz Irak’a gerçekleştirdiği askeri müdahaleyi, gerek Irak’ta gerekse Orta Doğu’daki siyasal yapılarda gerçekleşecek önemli değişimlere yol açacak bir köşe taşı olarak değerlendirebiliriz. Müdahale sonrası Irak’taki gelişmeler, ABD’nin Orta Doğu’da uygulamaya koyduğu askeri güce dayalı otoriter dış politika stratejisi ile beraber düşünüldüğünde, bölgenin etnik ve dini yapılardan güç alan küçük ölçekli siyasi ve toplumsal birimlere bölünmesi ihtimalini ortaya çıkmıştır. Bu durumun en açık olarak görüleceği ülke hiç şüphe yok ki öncelikle Irak olacaktır. Irak özeline baktığımızda ABD müdahalesi sonrası, daha önce siyasi alanda var olmayan iki unsurun Irak siyasetinde ortaya çıktığını görmekteyiz: Şiiler ve Kürtler. Özellikle uzun süre ülke siyasetinin uzak bırakılmış ve nüfus olarakta çoğunluğu teşkil eden Şiiler, Irak’ın yeniden yapılandırılmasında en önemli toplumsal grubu olacaktır. Bu çerçevede bölgede ve dünyada Irak üzerine etkin ve istikrarlı bir dış politika geliştirmek isteyen devletlerin Şiiliği ve Irak Şiilerini iyi tanıması gerekmektedir. Bölgeyle ilişki kurarken kültürel, tarihi ve coğrafi avantajlara sahip bir bölgesel güç olarak Türkiye de Irak’ın yeniden yapılandırılmasında etkin olabilmek ve içinde istikrar ve tutarlılık barındıran bir Irak politikası oluşturabilmek için Şiiler üzerinden politika geliştirebilme yeteneğine sahip olabilmelidir. Bunun içinde Türk kararalıcıların ve kamuoyunun Irak Şiilerine özel ilgi göstermesi ve sorunsuz çok yönlü ilişkilerin geliştirilmesi gerekmektedir.
Ben ilk olarak Irak’ın etnik ve dini yapısı üzerinde genel olarak durup, daha sonra Irak’taki Şii unsuru incelemeye çalışacağım.
Irak’ta Etnik ve Dini Yapı
Bu konu da öncelikle söylenmesi gereken, etnik ve dini yapıya dayalı bir nüfus sayımının uzun süredir yapılmadığı ve savaş halinin hüküm sürdüğü bir ülkede etnik ve dini yapının dağılımı hakkında gerçek ve tutarlı rakamlar söyleyebilmenin oldukça zor bir iş olduğudur. Bu bağlamda söyleyeceğimiz oranlar, ancak tutarlılığı kontrol edilemeyen birer tahmin olarak değerlendirilmelidir.
Irak’ta baskın etnik kimlik Araplar’dır. Nüfusa oranları %70-75 civarıdır. En önemli etnik azınlık ise nüfusun %17-20’sini oluşturan Kürtler’dir. Kürtler genellikle Kuzey Irak coğrafyasında yaşarlar ve Kuzey Irak’taki Kürtler, sosyo-kültürel olarak iki bölgeye ayılır. Kuzeyde Türkiye sınırından başlayıp alt sınırı Erbil olan bölge, Bahtinan bölgesi olarak bilinir. Burda feodal ilişkiler ve aşiret ilişkileri oldukça güçlüdür ve toprağa dayalı ekonomik yapıdan dolayı ekonomik olarak az gelişmiş bir yerdir. Şehirleşme az olduğu bölgede Zaho, Dohuk gibi küçük ölçekli şehirler vardır. Dinsel olarak Zaho’da bir miktar Yezidi Kürt yaşasa da bu bölgedeki Kürtlerin büyük çoğunluğu Sünni Müslümandır ve Nakşibendilik tarikatının yaygın olduğu bölgede tarih boyunca –bugün bu yapı aşınmış olsa da- halk dine oldukça bağlıdır. Aşiret bağlarının güçlü olduğunu söylediğimiz bölgede en güçlü aile Barzani ailesidir. Barzani ailesinin kurduğu Kürdistan Demokrat Partisi (KDP) en önemli siyasal örgüttür. Kuzey Irak’ın güney bölgesinde Süleymaniye merkezli ikinci Kürt bölgesi Soran bölgesidir. Bu bölgede de Sünni Kürtler ağırlıkta olmakla birlikte bir miktar Şii Kürt Süleymaniye civarında yaşamaktadır. Şehirleşmenin kuzeye göre daha fazla olduğu, dolayısıyla aşiret bağlarının zayıfladığı bölgede en güçlü aile, siyasal örgütlenmesi Kürdistan Yurtsevenler Birliği olan Talabaniler’ dir. İki bölge arasındaki tarihi rekabet uzun süre devam etmiştir, bunun temel nedenleri kişisel ve ailesel çıkar mücadelesi olduğu gibi iki bölgenin Kürtçe’nin farklı lehçelerini (Barzani bölgesi Kurmançi lehçesi, Talabani bölgesi Sorani lehçesi) konuşup sosyo-ekonomik olarak farklı göstermesi de olabilir. Kürtlerden sonra Irak’ta en büyük ikinci etnik azınlık Türkmenler’dir. Türkmenler kendilerinin Irak nüfusunun % 12’si (3 milyon civarı) olduğunu iddia etmektedir. Bununla birlikte Kürt ve ABD kaynakları ise bölgedeki çıkarları gereği Türkmenlerin nüfusunu sadece %2-3 gibi düşük oranlarda gösterme gayreti içindedir. 9. yy.da bölgeye gelen Türkmenler, Irak’ın kuzeyindeki Telefar’den Bağdat’ın doğusundaki Mendeli’ye kadar uzanan bir hat üzerinde yaşamaktadırlar. Kerkük, Musul, Telafer, Erbil tarih boyunca Türkmenleri yoğun yaşadığı yerleşim birimleri olmuştur. Uzun bir süre siyasete ve siyasal örgütlenmeye soğuk bakan Türkmenlerin en geniş ve etkili siyasal örgütlenmeleri Irak Türkmen Cephesi’dir. Irak’ta bunların dışında Asuriler, Ermeniler ve Lurlar diğer önemli etnik unsurlardır. Dini yapıya açısından %95’ten fazlası Müslüman olan Irak büyük ölçüde homojen olmakla birlikte mezhep olarak Sünni ve Şii olarak iki ana kola bölünmüş durumdadır. Irak Müslümanları’nın %60’dan fazlası Şii mezhebine (İsna-ı Aşeriyye) mensup iken geri kalanı büyük ölçüde Sünni’dir. Irak’da az sayıda Hıristiyan, Yahudi ve Yezidi de yaşamaktadır.
Irak’ın etnik ve dini yapısına baktığımızda siyaset üzerinde etkili olabilecek kapasitede dört ana gruptan bahsedebiliriz: Şiiler, Sünni Araplar, Kürtler ve Türkmenler. Sünni Araplar, Modern Irak Tarih boyunca gerek siyasi gerekse ekonomik olarak ayrıcalıklı ve etkin bir konuma sahip olmuştur. Fakat ABD’nin askeri müdahalesi sonrası Irak’ın yeniden yapılandırılması sürecinde Şiiler ve Kürtlerin ön plana çıkarıldıklarını bununla birlikte Sünni Arapların eski etkinlik ve güçlerini çok uzağında oldukları görülmektedir. Türkmenlerin ise Modern Irak Tarihi boyunca olduğu gibi günümüzde de kültürel ve etnik aidiyetleri güçlü olmasına rağmen bazı iç ve dış nedenlerde dolayı güçlü bir siyasi birliktelik oluşturamadıkları ve Irak siyasetine nüfusları ile orantılı temsil edilemedikleri söylenebilir.
Irak, Şiilik ve Siyaset
“Irak”, “Şiilik” ve “Siyaset”…Bu üç kelimeyi yan yana kullanmak Orta Doğu coğrafyasında önemli anlamlar ifade eder. Günümüzde Şiilik deyince akla hep İran coğrafyası ve İran İslam Cumhuriyeti gelmektedir. Oysa ki Şiilik siyasi bir hareket olarak Irak’ta doğmuştur. Hz Ali ile Muaviye arasındaki hilafet mücadelesi ve Hz Ali’nin Küfe’de öldürülmesiyle ortaya çıkan Şiilik, Hz Hüseyin ve yandaşlarının Kebela’da öldürülmesinden derinden etkilenmiş ve yeni bir boyut kazanmıştır. Bu çerçevede baktığımızda tarihsel ve inançsal olarak Irak coğrafyası Şiiler açısından büyük öneme sahiptir.
Irak’ta çoğunluğu oluşturan Şiiler, Bağdat’tan Basra’ya kadar uzanan bölgede yoğun olarak yaşamaktadır. Öncelikle Şiilerin toplumsal ve etnik yapılarını ele alalım. Çünkü Şiilerin toplumsal ve etnik aidiyetleri siyasal davranışlarını doğrudan etkilemektedir. Toplumsal olarak Iraklı Şiileri, şehirlerde yaşayan seküler Şiiler, kırsal alanda yaşayan (aşiret yapılarının etkili olduğu) toprağa bağlı Şiiler ve kutsal kentlerde yaşayan Şii din adamları olarak üçe ayırabiliriz. Etnik olarak baktığımız da ise Şiiler, Arap, Türkmen ve İran kökenli oldukları görülmektedir. Arap Şiiler, Bağdat-Basra arasındaki bölgeye dağılmış şekilde yaşarken, kuzeyde Telafer merkezli Şii Türkmenler yer alır. Türkmenlerin yaklaşık %30’u Şia’nın İmamiyye koluna mensuptur. Bu Şiiler Osmanlı İmparatorluğu döneminde Azerbaycan’dan getirilen Azerilerin torunlarıdır. Şiiler arasındaki son etnik grup ise İran kökenli Şiiilerdir. Genellikle kutsal şehirler olan Necef, Kerbela ve Kazımiye’de yaşarlar. Dini eğitim ve kutsal yerleri ziyaret için gelenler buralarda yerleşmişlerdir. Hatta Osmanlı devleti döneminden bu yana dünyanın pek çok yerinden Şiiler Necef’e ölmek ve bu kutsal kente gömülmek için gelmektedir. Necef’te Vadi Es-Selam adlı büyük bir mezarlık vardır.
Şimdi de Şiiliğin Irak siyasetindeki varlığına ve iktidarlarla ilişkilerine bakalım. Şiilerin tarih boyunca siyasetle ilişkilerine bakıldığında bu ilişkiyi şekillendiren en önemli unsurun Şia inanç sistemi olduğu görülmektedir. Şia, Hz. Muhammed’in vefatından sonra meşru halife olarak Hz.Ali’yi gören toplulukların ortak adıdır. Şia kendi içinde bir çok kola ayrılsa da Irak ve İran’da yaygın olan İmamiyye koludur. Şiiliği Sünnilikten ayıran temel fark da imamet inancıdır. Şiilere göre Hz. Muhammed vefat ettikten sonra risalet yani vahiyinin gelmesi son bulur ama imamet, yani gelen emirlerin yorumlanması Hz Ali’nin soyundan gelen 12 imam tarafından sürdürülecektir. İlk imam Hz. Ali ve soyundan gelen 11 imam, özellikle Şiiliğin İmamiyye kolu için çok önemli anlam ifade eder. Şii toplumu Hz. Ali ve Hz. Hüseyin’in kişiliklerinde acıyı ve kaderi içselleştirmektedir. Bu iki kişiliğin öldürülmeleri veya kendilerini feda etmeleri insanlığı kurtarıcı bir misyona sahiptir ve Şiiliğin şehid paradigmasının merkezini oluşturur. Şiiliğin inanç ve düşünce yapısını anlamak, siyasi hareket tarzını ve eylem biçimini anlamamızı sağlayacaktır. Şiiler, bazı tarihsel, dini ve siyasi nedenlerden dolayı İran coğrafyasında 932’de kurulan Büveyhioğluları devletinden sonra uzun süre devlet kurma tecrübesine sahip olamadı. Bununla birlikte 19.yy. da ortaya atılan Velayet El-Fakih düşüncesi çerçevesinde Şiilerin siyasette ve siyasal iktidara bakışlarında radikal değişiklikler gerçekleşti. Bu düşüncenin uygulamaya geçmesi ise ancak 1979 İran İslam Devrimi ile olmuştur.
Irak özeline geri döndüğümüzde ise Modern Irak’ın Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra kurulmasıyla siyasal iktidarın Osmanlı İmparatorluğu zamanında olduğu gibi Sünni Arapların egemenliğinde kaldığını görmekteyiz. Buna rağmen Irak Şiileri, önce Komünist Parti ve Baas Partisi içinde siyasete girmeye çalışmışlarsa da ancak 1950’lerden sonra siyasetle uğraşan dini kökenli ailelerin aracılılığıyla Irak siyasetine dahil olmuşlardır. Bu ailelerin en önemlileri, El-Hakim Ailesi, Es-Sadr Ailesi ve El-Hui Ailesi’dir. Şiilerin Irak’taki ilk ciddi siyasal örgütlenmesi ise 1960 yılında Iraklı Müslüman Kardeşlerle birlikte Şii din adamlarının kurduğu Dava Partisi’dir. Dava Partisi, 1968’den sonra radikalleşerek Şii kimliğini önplana çıkmış ve bir Şii partisi haline gelmiştir. Partinin ilk lideri Muhsin El-Hakim 1970 yılında vefat edince yerine Ayetullah Muhammed Bakr Es-Sadr geçti. 1970’lerden itibaren Saddam Hüseyin’in Dava Partisi’ne yaptığı baskıların artması sonucu partinin pek çok üyesi idam edildi. 1980 yılında Irak yönetimi tarafından partinin başkanı Muhammed Bakr Es-Sadr idam edilirken Dava Partisinin faaliyetleri de yasaklandı. Bu dönemde Iraklı Şii din adamlarının genellikle İran’a gitmeyi tercih etmiştir. Bu din adamları arasında yeralan El-Hakim Ailesinin lideri Muhammed Bakr El-Hakim, 1982 yılında İran’da Irak İslam Yüksek Devrim Konseyi’ni kurmuştur. Bu döneme kadar El-Hakim ve Es-Sadr Aileleri arasında Dava Partisi aracılığıyla dönüşümlü gerçekleşen Şii siyasi liderlik müessesesi, Muhammed Bakr El-Hakim tarafından İran İslam devletinin de desteğini alan El-Hakim Ailesinin tekeline alınmaya çalışıldı. Günümüzde Sadr ve Hakim ailesi arasındaki liderlik mücadelesinin kökenleri bu yıllara dayanır. Irak Şiilerinin üçüncü güçlü ailesi de El-Hui Ailesidir. 1990’lı yıllarda ailenin lideri aynı zamanda El-Havza’nın da başkanı olan Büyük Ayetullah Ebu El-Kasım El-Hui idi. 1993’te Saddam Hüseyin tarafından cezaevinde öldürülen El-Hui’nin yerine aile lideri olarak oğlu Abdülmecid El-Hui geçti ve Londra merkezli El-Hui vakfını kurdu. El-Hui vakfı Şii din adamlarının siyasete karışmasını öngören seküler bir kurumdur. Bu arada El-Havza’nin başına ise Ebu El- Kasım El-Hui’nin öğrencisi İran asıllı Ayetullah Ali Es-Sistani getirildi.
Bu noktada biraz da El-Havza ve kutsal kent Necef’teki dini otoritelerden bahsetmek gerekiyor. Necef’te bulunan El-Havza El-İlmiyye, dini eğitim veren medreseleri denetimi altında tutan siyasi,ekonomik ve sosyal içeriği olan bir kurumsal yapılanmanın adıdır. Dünyanın pek çok yerinden Şiiler küçük yaşlardan itibaren buraya gelip uzun süreli bir eğitime tabi tutulmaktadırlar. Bu eğitim sonucu Şii öğrencilerin bir kısmı belli akedemik ünvanlara sahip olmaktadırlar. En üst ünvan Ayetullah ünvanıdır. Ayetullahlar arasında en geniş Şii çevreyle kendini kabul ettiren, Necef’in en büyük dini otoritesi yani Merci El-Ala pozisyonuna yükselir. Merci El-Ala (Merci El-Taklid) taklit edilecek, itaat edilecek siyasi ve dini kurumdur. Dini otorite, topladığı Humus denen zekatlar sayesinde ekonomik gücü de elinde toplar. Günümüzde Necef’deki en büyük otorite Ayetullah Seyyid Ali Es-Sistani’dir.
Irak’a ABD Müdahalesi ve Şiilerin Tepkisi
ABD’nin Saddam iktidarını askeri bir müdahaleyle devirmesinden sonra Irak’ta en fazla merak edilen soru, çoğunluğu oluşturan Şiilerin Irak’taki ABD askeri varlığına nasıl tepki göstereceği idi. Bu bağlamda Şiilerin yeni siyasi konjonktüre vereceği tepkinin, tek bir otorite altında olup olmaması da önem kazanıyordu.
ABD Müdahalesinin ardından Irak Şiilerinin Saddam’ın baskısından dolayı yurtdışında bulunan liderleri Irak’a geri dönmeye başladı. Ülkeye ilk dönem lider El- Hui vakfın başkanı Abdülmecid el-Hui oldu. Nisan 2003’te dönen El-Hui kısa bir süre sonra Necef’teki Hz. Ali Cami’nin önünde bir suikast sonucu öldürüldü. Ülkeye dönen ikinci önemli lider, yirmi yıldan fazla İran’da yaşayan Ayetullah Muhammed Bakr El-Hakim idi. El-Hakim gerek sahip olduğu dini otoritesiyle gerekse İran destekli örgütlediği 5-10 bin civarında olduğu söylenen askeri gücü Bedr Tugaylarıyla Şiiler arasından en güçlü lider adaylarından biriydi. El-Hakim Irak’a geldikten sonra, Irak İslam Yüksek Devrim Konseyi ile kurumsallaştırdığı siyasi gücünü de koruyabilmek için ABD’ye karşı yumuşak bir tavır almış ve en azından silahlı bir direniş gerçekleştirmeyeceğini göstermiştir. Irak İslam Yüksek Devrim Konseyi’nin ilk amacı, Irak’taki Şii dini ve siyasi otoriteyi kendi çatısı altında birleştirmekti. Fakat 2003 Ağustos ayının son günleri Muhammed Bakr El-Hakim, Abdülmecid el-Hui’nin üç ay önce öldürüldüğü yerde yani Necef’teki Hz. Ali Cami’nin önünde, bombalı bir suikast sonucu öldürülmüştür. Tarihsel bir açıdan baktığımızda Şii din adamlarının genellikle doğal ölüm yoluyla değil de başkaları tarafından acımasızca öldürüldüğüne şahit olmaktayız. Belki de bunu, daha önce bahsettimiz Şiilikteki ölüm paradigmasının, kendini feda etme felsefesinin bir uzantısı olarak düşünmek gerekiyor, galiba Elias Cannetti’nin dediği gibi Şiilik şu anda yeryüzünde yaşayan son ağıt dinlerinden biri olabilir. Suikastlerin dinsel ve felsefi yorumlarını bir kenara bıraktığımızda bu iki suikastin gözleri bir anda Necef’teki El-Havza’nın lideri Ayetullah Seyyid Ali Es-Sistani ve Es-Sadr Ailesinin genç ve karizmatik lideri Muktada Es-Sadr’a çevirdiğini söyleyebiliriz. İran asıllı olan Sistani, Irak’ta oluşan yeni siyasi duruma ve ABD askeri gücüne yönelik uzun süre herhangi bir açıklama yapmamış ve sessiz kalmayı tercih etmişti. Şiilerin bir kısmına göre Sistani, Irak’taki en büyük dini otorite olarak en son konuşacaktı, bazılarına göre ise siyasi rakiplerinin ortaya çıkmasını bekliyor ve güçlerini ölçüyordu. Muhakkak ki Muhammed Bakr El-Hakim’in kendini en yüksek dini otorite olarak açıklayamadan öldürülmesi Sistani’yi oldukça rahatlattı. Yine El-Havza’nın eski Başkanı Büyük Ayetullah Ebu El-Kasım El-Hui’nin oğlu olan Abdülmecid El-Hui’nin seküler düşünce tarzı ile siyasi liderliğe aday olması El-Havza liderinin gücünü aşındıracağı için El-Hui suikasti de Sistani’nin işine gelmiştir. Bütün bunlarla birlikte olanları, Irak’taki Şii siyasetini yönlendiren aileler düzeyinde incelediğimizde karşımıza genç bir isim çıkmaktadır: Muktada Es-Sadr. Muktada, 1999 yılında babasının ve iki kardeşinin Saddam tarafından öldürülmesinden kaynaklanan sempatiyi de kullanarak Şiilerin liderliğine oynamak istemektedir. Bu çerçevede en önemli rakipleri olan El-Hakim ve El-Hui Ailelerinin liderlerinin öldürülmesi Muktada’yı birinci şüpheli haline getirmektedir. Aslında Muktada Es-Sadr, Şii liderliğini ele geçirmek dışında ABD işgaline karşı hareket tarzıyla diğer Şii liderlerden farklılık göstermiştir. Muktada, ABD askeri varlığının hemen Irak’tan çıkarılmasını isterken, iki defa da kontrolü altındaki silahlı güç olan Medhi Ordusuyla ciddi bir silahlı direniş göstermiştir. İlk silahlı direniş Nisan 2004’te, ikincisi ise Ağustos 2004’da gerçekleşmiş ve ABD’yi oldukça tedirgin etmiştir. Her iki olayda da Sistani’nin araya girmesiyle Muktada ve Medhi Ordusu zarar görmeden eylemler sona ermiştir. Muktada, her ne kadar ABD karşıtı olarak siyasi süreç dışında bırakılmış olarak gözükse de, 30 Ocak Seçimlerinde Sadr yandaşlarının yoğun bir katılımla Sistani’nin oluşturduğu Şii İttifaka oy vermesi gibi olaylar Sistani ile Sadr’ın bir çıkar ortaklığı içinde olup olmadığı sorusunu sormamıza yol açmaktadır.
Sonuç olarak Irak’ın ABD denetiminde yeniden yapılandırılması süreciyle Irak Şiileri Orta Doğu’nun siyasi gündeminde tekrar bir güç olarak ortaya çıkmıştır. Özellikle ABD’nin bölgede uyguladığı etnik ve dini yapıları harekete geçiren otoriter dış politika anlayışı, yakın bir gelecekte bölgeyi ulusaltı bağların sıkılaştığı, etnik ve dini aidiyete dayalı bir parçalanma sürecine götürebilir. Yine Orta Doğu’da kimliklerin biçimlenmesinde ve çatışmalarda en önemli motivasyon aracının din olması ABD’nin bu politika anlayışıyla örtüşebilir. Bu parçalanma sürecinde Irak coğrafyasında dini referans alan bir Şii devletinin kurulması olasılığı ve Irak merkezli bölgede oluşan Şii yükselişi başta Suudi Arabistan ve Körfez ülkeleri olmak üzere içinde Şii azınlık bulunduran Sünni ülkeleri tedirgin etmektedir. Bu bağlamda ABD’nin Kum- Necef rekabetinden de yararlanarak İran’daki Şii İslam yapılanmasına karşı Irak’ta ılımlı bir Şii devletini destekleyebileceği söylenebilir. Irak iç yapısına baktığımızda son iki senedeki gelişmelerin ve ABD askeri varlığının Irak’a güvensizlik, istikrarsızlık ve parçalanma getireceğini iddia edebiliriz, bununla birlikte Irak’taki iç çatışmanın ve direnişin, şu ana kadar bölge ülkelerinin de katıldığı bir Şii-Sünni çatışımasına dönüşmemesi bölge açısından sevindirici bir olaydır. Teşekkür ederim..
SORU- CEVAP
SORU(Metin KÜLÜNK): Yasin Bey’e Irak Şiileri konusunda bir soru sormak istiyorum. Irak’taki Şii geleneğin uluslararası ilişkilerde oturduğu eksenler nelerdir? Yani İran ekseni, İngiliz ekseni, ABD, Avrupa, İran ve Türkiye eksenleri var mı? Daha doğrusu özellikle Türkiye’nin böyle bir derdi olmuş mu?
Yasin ATLIOĞLU: Batının Şiilere bakışı, Batının topyekün Doğu’ya, Orta Doğu’ya bakışının bir parçasıdır. 18.yy. oluşan sömürgeci mantık ve ekonomik hegemonya kurma arzusu, Batı’nın Doğu’yu tanımlamasında çıkış noktasını oluşturur. Bu düşünce tarzı uygulanabilir olma amacıyla kendi içinde profesyonel metodlar ve stratejik bir bakış açısı geliştirmiştir. Sömürgeci yönetim tarzı, zaman zaman sosyo-kültürel değerleri, etnik ve dini bölünmüşlükleri kendi çıkarları adına kullanabilmektedir. Birinci Dünya Savaşı sonunda bölgede hakim olan İngiltere’nin bölgeye yaklaşım şekli neyse şu an ABD kararalıcılarının yaklaşım şekli de odur.
Irak Şiileri özeline baktığımızda da ABD’nin Irak’a profesyonel-sömürgeci bir mantıkla yaklaştığını görmekteyiz. Bundan dolayı ABD için Şiiler bölgede kurulacak yeni yapılanmada ihtiyaç duyulan, olmazsa olmaz aktörlerden biridir. İlk başlarda sadece İyad Allawi ve Ahmet Çelebi gibi seküler Şii liderleriyle iyi ilişkiler içine geren ABD, Irak’taki askeri işgal başladıktan sonra Necef merkezli dini otoritelerin ve dini ailelerin önemini daha iyi anlamıştır. Sünni direnişin güneydeki Şii yerleşimlere de sıçrayabileceğinden tedirgin olan ABD yönetimi, Şii din adamları ve liderlerinin Şii toplumu üzerindeki tesirinden ve kitleleri yönlendirme kabiliyetinden dolayı sürekli iletişim kurma gayreti içerisinde olmuştur. Şii din adamlarının etkinliğinin en iyi ifadesi olarak 30 Ocak Seçimlerinden önce Necef’teki büyük Ayetullah Sistani’nin emriyle güçlü bir Şii ittifakın oluşturulması ve seçimlerde Şiilerin yüksek katılım düzeyi gösterilebilir. Yeniden yapılandırılan Irak devletinde Sistani’ye de ABD tarafından özel bir statü verilmesi pek şaşırtıcı olmayacaktır. Bu bağlamda Irak’taki Şiilere yaklaşım açısından ABD’nin ve bölgede etkili olmak isteyen bölgesel güçlerin Osmanlı tecrübesini örnek almaları yararlı olabilir diye düşünüyorum. Bağdat, Kerbela ve Necef 1534’te Kanuni Sultan Süleyman’ın Irak Seferi sonunda Osmanlı İmparatorluğu’nun topraklarına katılmış ve Birinci Dünya Savaşı’nın sonuna kadar Irak neredeyse kesintisiz İstanbul’dan yönetilmiştir. Osmanlı ile İran arasındaki mezhepsel mücadelenin kalbi olan bu bölgede Osmanlı hakimyetinde Şiiler kesinlikle devletle mezhepsel temelli bir çatışmaya girmemiş, daha doğrusu Osmanlı buna izin vermemiştir. Bunun temel nedeni Osmanlı yönetiminin Şii toplumuna ve din adamlarına yaklaşım şeklidir. Osmanlı yönetimi Şiilerin kutsal yerlerine gereken ilgiyi ve saygıyı göstermiş, Necef’teki din adamlarına özel ayrıcalıklar vermiştir. Örneğin 1638’de Bağdat’ı ele geçiren IV. Murad, Şiilerin kutsal yerlerine saygısını göstermek için Necef’e yalın ayak girmiştir. Yine Birinci Dünya Savaşında Basra’ya çıkan İngilizlere karşı Osmanlı birliklerile birlikte savaşan Şii din adamları (Seyyid Medhi El-Hayderi’nin fetvasıyla) öncülüğündeki 18 bin kişilik Şii mücahit birlikleri, Osmanlı yönetiminin bölgeye yaklaşımındaki etkinliğin ve vefanın bir göstergesidir. Günümüze dönecek olursak özellikle Muktada Es-Sadr’ın direnişi sırasında Necef’e ve Hz.Ali’nin türbesine yapılan saldırılar, Şii toplumda ABD karşıtı bire öfke yarattıysa da ortam dini otoriteler tarafından sakinleştirildi. Sistani’nin kontrolünda hareket eden Şii toplum şu an iktidara ulaşabilmek için sabır göstermekte ve hızlı tepkiler vermekten kaçınmaktadır. Fakat anayasanın yapılması sürecinde Şiiler istediklerini (ki bu istekler içinde federal bir Şii devleti de olabilir) alamazsa Şiilerin tepkisi Kürtler ve ABD üzerine olacak, belki de bölgede ikinci bir İran’ın ortaya çıkmasının kapısı aralanacaktır.
Biraz da Orta Doğu’nun Arap olmayan Irak’a komşu iki devleti, yani İran ve Türkiye açısından Iraklı Şiilerin algılanış biçimine bakalım. İran için Şii kimliği bölgesel etkinliğini yaymada önemli bir araçtır ve Irak’ın yeniden yapılanmasına özellikle Şii din adamlarını kullanarak dolaylı yollardan tesir etmeye çalışacaktır. Bununla birlikte İran ve Irak Şiiliği arasında siyasal hareket tarzlarında uyuşmazlık yaratacak pek çok fark bulunmaktadır. İran’da Şiilik tek bir “milli kimliği” ifade eder, Irak Şiiliğinde ise “Şii mezhepsel kimliği” ile “Arap ulusal kimliği” çoğu zaman ayrı ayrı veya birbirini bütünler şekilde değerlendirilir. Yine dinsel önderlik açısından Kum ve Necef arasındaki rekabetten kaynaklanan sorunlar su yüzüne çıkabilir. Son olarak da Türkiye’nin Şiileri ele alış biçimini ele alalım. Türkiye, 1990’dan sonra Irak politikasını Kuzey Irak politikası şeklinde ele almış ve bu bölge dışındaki Irakla ve Iraklılarla ilgilenmemiştir. Türkiye, Irak Şiileri konusunda bilgisiz ve tecrübesizdir. Irak’ın yeniden yapılandırılmasında Şiiler, Irak içinde ve bölgede önemli bir aktör konumuna yükselmişlerdir. Türk hükümetinin bölgede bu kadar önemli bir dini-mezhepsel grubun üzerinde durması ve Türkiye’nin Irak politikası dahilinde Şiilere yönelik özel bir stratejik planlaması ve diplomatik hamleleri olmak zorundadır. Bu diplomatik hamlelerin alt yapısı hazırlanırken elde varolan ortak paydalar iyi değerlendirilmelidir. Örneğin önce Irak İslam Yüksek Devrim Konseyi başkanı Abdülaziz El-Hakim’in ve sonra da oğlunun Türkiye ziyaretleri Türk-Şii iletişimi açısından önemli bir başlangıçtır. Bu ziyaret sırasında Iraklı konuklarımızın Türkiye devlet yetkilileri dışındaki durağı Türkiye’deki Şii cemaatin lideri Selahattin Akgündüz olmuştur. Bu ziyarette gösteriyor ki dini eğitimini Necef’te alan ve Necef’teki çevreleri yakından tanıyan Selahattin Akgündüz Türk-Şii ilişkilerinin geliştirilmesinde bir iyi niyet elçisi olarak kullanılabilir. Türkiye, yeni oluşturulacak Irak devletinin üst kademesinin önemli bir kısmını Şiiler işgal edeceğini unutmamalı ve Irak coğrafyasında bölgesel bir güç olarak etkin olmak istiyorsa Irak’ın iç dengelerini iyi inceleyip dış politikasını oluşturmalıdır. Teşekkür ederim.
NOT: Yukardaki metin Türk Asya Stratejik Araştırmalar Merkezi’nin Nisan 2005’te düzenlediği Irak ile ilgili gelişmelerin tartışıldığı konferansın bir bölümünü kapsamaktadır.