Yasin Atlıoğlu
15 Ekim 2005’te referanduma sunulan Irak’ın yeni anayasası, %78 evet oyu alarak kabul edildi. Irak’ın geleceğine büyük ölçüde şekil verecek olan ve federal bir siyasal sistem öngören anayasa, Orta Doğu coğrafyasında varolan diğer devletlerin siyasi ve toplumsal yapılanmaları ve ülkesel sınırları üzerinde potansiyel bir tehditin oluşmasını beraberinde getirmektedir. Küresel güç ABD’nin bölgede ulus-altı bağları ve etno-milliyetçiliği teşvik eden politikaları, Şii ve Kürt milliyetçiliğini kullanarak bölgeyi tehdit ederken bunlarla çatışacak Arap ve Türk milliyetçiliğini kışkırtan siyasal bir ortamın alt yapısını da hazırlamaktadır.
Anayasa Referandumu ve Sonuçları
15 Eylül’de Irak’ta yapılan anayasa referandumunda 15 milyon kayıtlı seçmenin yaklaşık 9 milyonu oy kullandı. Referandum günü ve öncesi direnişçilerin saldırıları ve güvenlik zafiyetleri ortaya çıksa da katılım % 60 gibi yüksek bir oranda gerçekleşti. Şiiler ve Kürtler, kendi bölgelerinde anayasanın onaylanması için referanduma yüksek bir katılım sağlarken anayasaya karşı olan Sünni Araplar ve Sünni Türkmenler de -ABD askerleri ve Irak güvenlik kuvvetlerinin operasyonlarının baskısı altında- yüksek oranda katılmak için çaba harcadılar. Bununla birlikte referandum öncesi Şiiler ve Kürtlerle anlaşan Sünni İslami Partisi ve Sünni Vakıf Divanı, anayasayı onaylayan hareket tarzıyla Sünni cephe içinde güç kaybına sebep oldu.
Referandumun sonuçları, Irak Bağımsız Seçim Komisyonu tarafından 25 Ekim’de gecikmeli olarak açıklandı ve Irak Anayasası %78’le kabul edildi. Irak genelindeki 18 eyaletten en az üçünde üçte iki çoğunlukla anayasaya hayır oyu çıksaydı anayasa reddedilecek ve anayasa hazırlanma süreci tekrar başlayacaktı. Referandumun ardından gelen ilk sonuçlarda iki Sünni yoğunluklu eyalet olan El Anbar ve Selahaddin’de anayasanın reddedildiği haberleri gelse de Diyala’da hayır oranı % 48’de, Ninova’da ise %55’te kalarak Irak’ın federal anayasanın kabulü Sünniler tarafından engellenememiştir. Böylece Sünni Araplar ve Sünni Türkmenler, Irak’ın geleceği konusunda sahip oldukları tek şansı bu referandum sonucunda kaybederek siyasal iktidarı Şii ve Kürtleri inisiyatifine terk etti. 15 Aralık’ta yeni bir parlamento seçimi yapılacak ve kabul edilen anayasa çerçevesinde ülkeyi yönetecek yeni bir hükümet oluşturulacak.
Anayasanın onaylanması ABD yönetimi ve Batılı devletler tarafından genellikle memnuniyetle karşılanırken 18 Ekim’de iki Sünni eyalette hayır oyunun çıkmasından sonra sonuçların açıklanmasının bir hafta ertelenmesi ve referandumda usulsüzlük söylentileri, referandumun eşitlik ve adaletten yoksun olduğu izlenimini vermektedir. Bu durum Sünni Arapların, Şiilere ve Kürtlere karşı olan düşmanlığını artırabileceği gibi Arap milliyetçisi duyguları da kışkırtabilir. Irak’ın yeni anayasasının Şiiler ve Kürtlerin siyasi, ekonomik ve kültürel varlıklarını güçlendirdikleri bir belge olmanın ötesine geçmesi zor gözüküyor. Bununla birlikte ülkede var olan sosyo-ekonomik sefalet ve yüksek güvenlik riskleri, Irak’ı istikrarsızlıkla besleyerek bölge için önemli bir tehdit kaynağı haline getirmektedir.
Irak’ta Yükselen Etno-Milliyetçilik
Irak’ın yeni anayasası, bölünmeyi ve etno-milliyetçilikleri teşvik eden genel bir karaktere sahiptir. ABD yönetimi, Irak’a yaptığı askeri müdahale sonrası, devlete vatandaşlık bağıyla bağlı Iraklılık kimliğini güçlendirmek ve ulusal düzeyde bir entegrasyon için çaba harcamak yerine ulus-altı kimliklerin ön plana çıkarılmasını tercih etmiştir. Bu çerçevede farklılığa saygı ve demokratik haklar, bölgesel içe dönmeyi (Irksal bilinç, etnik bağlılık, bölgecilik, kabilecilik) ve ABD politikalarını meşrulaştıracak bahaneler haline gelmektedir. Irak anayasasının kabulü ise bu sürecin hukuki çerçevesini oluşturmaktadır. Günümüzde Irak halkı, toplumsal kimliklerini ve siyasi duruşlarını tamamen etnik ve dini aidiyetlerine göre tanımlamakta ve karşıtlıklar üzerine konumlanan bir çatışma kültürü ülke geneline hızla yayılmaktadır.
ABD tarafından Orta Doğu siyasetine yeni iki aktör olarak sunulan Iraklı Şiiler ve Kürtler, federal bir Irak’ın kurulmasını sağlayacak anayasayı onaylatarak merkezi devlet yapısını zayıflatıp tam bağımsızlık yolunda stratejik bir hamle gerçekleştirmişlerdir. Küresel ve bölgesel güçler her ne kadar Irak’ın bütünlüğüne vurgu yapsalar da Irak’ın yeni anayasası çerçevesinde oluşturulacak siyasal sistem, merkezi yönetimin değil federe devletlerin kontrolünde olacaktır. Şiilerin ve Kürtlerin Irak’taki kazanımları bölge ülkelerindeki Şii ve Kürt unsurlar üzerinde harekete geçirici bir etki yapmaktadır. Bununla birlikte Şiilik ve Kürt milliyetçiliğinin bölgede yayılmacı bir tavır içine girmesi bunlara karşı savunmacı ve Amerikan karşıtlığını içinde barındıran Türk ve Arap milliyetçiliği ortaya çıkmasına yol açabilir.
Irak merkezli bölgede oluşan Şii yükselişi başta Suudi Arabistan ve Körfez ülkeleri olmak üzere içinde Şii azınlık bulunduran Sünni ülkeleri tedirgin etmektedir. Suudi Arabistan’daki petrol bölgelerinde önemli bir Şii azınlık yaşamakta ve Necef’teki El Havza El İlmiye’de eğitim almış birçok din adamı ülkedeki Şii azınlığa liderlik yapmaktadır. 2003’teki Irak müdahalesinden günümüze Suudi Arabistan’daki Şii azınlığın mezhepsel eşitlik isteklerinin ve başkaldırı eğiliminin arttığı söylenebilir. Suudi Dışişleri Bakanı El-Faysal yakın bir zamanda Irak’taki gelişmelerden ve İran’ın etkinliğinin artmasından duyduğu rahatsızlığı sert bir biçimde ifade etmiştir. Bu gelişmeler, Sünni-Şii çatışması olasılığının bir alt kanadı olarak değerlendirebileceğimiz Şii-Vehhabi çatışmasının tekrar gündeme gelebileceğinin işaretlerini vermektedir. Sünni ve Şii radikaller böyle bir çatışmayı kışkırtıp tarihsel düşmanlıkları tekrar ortaya çıkabilir.
Irak Şiilerine karşı çatışma potansiyeli taşıyan ikinci grup Iraklı Sünni Araplardır. Yeni oluşturulan sistemin dışında kalan Sünni Araplar, ülkedeki işgal koşullarının etkisiyle Anti-Amerikancılık, Şii ve Kürt düşmanlığıyla beslenen yeni bir Arap Milliyetçiliği akımının doğmasına neden olabilir. Referandumun oy sayımı sürerken yapılan mahkemede Kürt hâkime karşı devrik lider Saddam Hüseyin’in meydan okuyan tavrı yeni Arap milliyetçi akımı için bir ilham kaynağı teşkil edebilir. Saddam, Ağustos ayında bir arkadaşına yazdığı ve Ürdün’de iki gazetede yayınlanan mektubunda “ruhunun ve tüm varlığının, kıymetli Filistin ve acı içindeki Irak'a feda olduğunu” belirterek bir “şehit” paradigması yaratma çabası içine girmektedir. Saddam’ın bu tavırları iktidarını kaybetmiş ve yok olmuş bir diktatörün popülist mesajları olarak değerlendirebiliriz. Fakat Arap Dünyasının bölgede süren savaşları ve haksızlıkları sona erdirecek, Batılı güçlere karşı koyabilecek bir kurtarıcının arayışını sürekli bilinçaltında taşıdığını unutmamak gerekiyor. Öyle ki Saddam Hüseyin gibi bir diktatörün mahkemede sergilediği gururlu ve denetim altına girmeyi reddeden tavır, Irak’ta ve Filistin’de Saddam yanlısı gösterilerin yapılmasına yol açmıştır. Bu gösterilerin belli bir otoritenin denetimi altında zorlama ile yapılmaması ve bir Arap lidere destek veren heyecanlı bir kitlenin gösterisi olması dikkate değer bir durumdur. Saddam’ın içinde bulunduğu durumdan kurtulması imkânsız olmasına rağmen en azından Cemal Abdül Nasır tarzı bir lider ortaya çıkana kadar Arap milliyetçileri için bir simge olmaya devam edecek gibi görünmektedir.
Saddam rejiminin devrilmesinden beri ABD’nin en güvenilir müttefiki olan Kürtler ise yeni anayasayla Kuzey Irak’ta sağladıkları otonomiyi hukuki hale getirdi. Irak’ta ayrıcalıklı bir azınlık haline gelen Kürtlerin siyasi kazanımları, sınırları içinde Kürtleri barındıran Türkiye, İran ve Suriye’yi doğrudan etkilemektedir. Son iki yılda Türkiye’de terör örgütü PKK’nın tekrar silahlı eylem yapabilecek yeteneğe ulaşması, Suriye’de Kamışlı ve Şeyh Haznevi olayları, İran’da da zaman zaman Kürt bölgelerde meydana gelen ayaklanma girişimleri Kuzey Irak’ın Kürt milliyetçileri için bir çekim merkezi olduğunu göstermiştir. Iraklı Kürt liderler Talabani ve Barzani anayasa ile yeni siyasal sistemde sahip oldukları siyasi gücü ve ayrıcalıklı konumu, Kürtleri tam bağımsızlığı için tarihsel bir fırsat olarak görmektedir. Iraklı liderlerin benimsedikleri Kürt milliyetçiliği, ABD’nin koruyuculuğunda ve Türk ve Arap kimliklerini dışlayıcı bir şekilde gelişmektedir. Talabani’nin yakın zamanda verdiği demeçlerde Kürtlerin Orta Doğu’da bağımsız olamayan tek halk olduğunu vurgulaması ve ABD’nin Kürtler üzerindeki koruyucu rolüne verdiği önemi ifade etmesi mevcut durumun en açık göstergesidir. Talabani’nin ABD hamiliğine aşırı güveni, Molla Mustafa Barzani’nin 1975 yılında CIA’den aldığı parasal yardım sonrası Kürdistan’ın ABD’nin 51. eyaleti olması gerektiğini söylemesini hatırlatmaktadır. Bununla birlikte Barzani’nin Amerika ziyaretinde en üst düzeyde “kahramanlar gibi” karşılanması ve gördüğü itibar, ABD yönetiminin Irak’taki stratejik hedeflerinde Kürtleri vazgeçilmez bir faktör olarak gördüğünü ortaya koymaktadır. Şu an için Kürt liderler, bölgede bağımsız bir Kürt devletinin siyasi ve ekonomik olarak yaşamasının imkânsız olduğu gerçeğini bilerek siyasi eylemlerinde ve açıklamalarında temkinli ve uzlaşmacı davranmaktadır. Buna rağmen iki lider de uluslararası konjontürün elverişli olduğu gün gelene kadar bağımsız bir Kürt devletinin siyasi ve ekonomik alt yapısını oluşturmayı ihmal etmemekte ve üç ülkenin (Türkiye, Suriye, İran) çıkarlarının kesiştiği bir bölgede kendileri için yaşam alanı açmaya gayret etmektedir. “Kürdistan” olarak adlandırılan bu yaşam alanı üzerinde oluşturulacak siyasi yapılanmanın Kürt liderlerin bilinçaltında var olan “Büyük Kürdistan” ideolojisiyle desteklendiği söylenebilir. Barzani’nin Türkiye karşıtı söylemleri ve son olarak Habur sınır kapısının Irak tarafına Kürt bayrağının asılması gibi simgesel eylem biçimleri etno-milliyetçi söylemlerin sonucudur. Kuzey Irak’taki bu tarz etno-milliyetçi radikal söylemler terör örgütü PKK’nın Türkiye sınırları içindeki silahlı eylemleriyle birleşince Türkiye’de devlet düzeyinde olmasa da halk düzeyinde tepkisel bir Türk milliyetçiliğinin yavaş yavaş ama geniş kitleler halinde yükselmesine neden olmaktadır. Bu milliyetçilik, ülke içindeki Kürtlerden çok Kuzey Irak merkezli Kürt milliyetçiliğine ve terör örgütü PKK destekçilerine yönelik bir tepkiyi ifade ederken ABD’nin Orta Doğu politikalarına karşı anti-Amerikancı bir yönde barındırır.
Türk Dış Politikasının Irak’taki Gelişmelere Bakışı
Türkiye, Soğuk Savaş’ın bitişinden sonra bölgesinde var olan stratejik boşluk alanlarının doldurulmak ve Irak Müdahalesi sonrası bölgenin yeniden yapılandırılmasında bölgesel bir güç olarak etkin rol oynamak amacıyla özellikle 2003 yılından beri yeni çok boyutlu bir dış politika konsepti benimsemiştir. Bu konsept çerçevesinde dış politikadaki ilk amaç, Başbakanlık Başdanışmanı Ahmet Davutoğlu’nun “komşu ülkelerle 0 sorun ilişkisi” olarak adlandırdığı siyasi, ekonomik ve askeri kriz ve risk alanlarının uzağında durmaktı. Daha doğrusu bu politika, yakın çevresinde diplomatik ve ekonomik ilişkileri geliştirerek kriz çıkmasını engellemek ve var olan krizleri ortadan kaldırmak şeklinde özetlenebilir. Türkiye, 2004 yılı içinde Orta Doğu, AB ve ABD ilişkilerini dengeleyerek kısmen başarılı bir dış politika performansı ortaya koymuştur. Fakat bu dış politika stratejisinin en zayıf halkasını Irak politikası teşkil etmektedir. Çünkü sadece diplomatik ve ekonomik ilişkiler yoluyla Saddam sonrası Irak üzerinde etkili olmak kolay gözükmemektedir. Küresel güç ABD, Irak’ta işgal dönem boyunca otoriter ve askeri güce dayalı bir denetim ve etkinlik kurmuştur. Türkiye ise böyle bir politika karşısında etkisiz kalmış ve Irak’ı yeniden yapılandırma sürecini sadece izlemekle yetinmiştir. Irak anayasasının referandumda kabul edilmesi ise Türk dış politika stratejilerinin sonunu getirmiştir.
Irak’ta anayasanın kabul edilmesiyle Türkiye’nin Irak politikasında savunduğu kırmızı çizgiler, yani “Irak’ın toprak bütünlüğünün korunması” ve “Türkmen politikası” stratejileri büyük ölçüde anlamlarını yitirmiştir. Özellikle 2005 yılında ABD-Türkiye ilişkilerindeki gerilimin getirdiği esnek denge politikası ve sadece terör örgütü PKK’ya endekslenen Irak politikası, Türkiye’nin Orta Doğu’da sıradanlaşmasına ve inandırıcılığını yitirmesine neden olmaktadır. Başbakan Erdoğan’ın geçen hafta Irak konusunda yaptığı ani çıkış gibi hamleler ise süreklilik ve yaptırım özelliğinden yoksundur. Şu an Türkiye’nin karşısındaki yeni bir Irak ve yeni siyasi muhataplar bulunmaktadır. Aynı zamanda federal yapıda örgütlenecek olan yeni Irak tarihte hiç olmadığı kadar fazla belirsizlikler ve çatışma alanlarını içinde barındırarak siyasi, ekonomik ve kültürel olarak parçalanma riski taşımaktadır.
Türk karar alıcıların, Irak’ta yeni oluşan iktidar dengelerini iyi analiz edip belki de Türkiye’nin yeni dış politika konseptinin dışına çıkılarak Irak’a özel yeni bir dış politika stratejisi üretmeleri gerekmektedir. Türk karar alıcıların Irak iktidarındaki yeni muhatapları Şii ve Kürt liderler olacaktır. İki toplumun liderleri de devlet tecrübesi taşımamakla birlikte dini ve yerel lider misyonuna sahiptir. Bundan dolayı bu kişiler Türkiye tarafından siyasi, diplomatik ve askeri baskıyla denetim altında tutulmazsa radikal ideolojik söylemleri kullanmaya yatkındırlar. Liderlerin bu özellikleri göz önünde bulundurularak Türk kararalıcıların bu kişilerle siyasi ve diplomatik ilişkileri acil bir şekilde yoğunlaştırıp karşılıklı bir güven ortamı oluşturmaları gerekmektedir. Türkiye’nin yeni Irak politikası, diplomatik ve ekonomik ilişkileri içinde barındırdığı gibi askeri tehdit ve yaptırım gücünü gösterebilme yeteneğine sahip olmalıdır. Türkiye, güç politikasını uygularken mümkün olduğunca bölgedeki devletleri karşısına almamaya ve ortak bir mutabakat çerçevesinde hareket etmeye özen göstermelidir. Bununla birlikte Türkiye Irak’ta askeri olarak bir süre daha kalacak gibi görünen ABD ile işbirliğine açık olmakla birlikte ilişkilerde ani çıkacak krizlere de iyi bir kriz yönetimiyle cevap verebilmelidir.