"And I have found both freedom and safety in my madness, the freedom of loneliness and the safety from being understood, for those who understand us enslave something in us. But let me not be too proud of my safety. Even a Thief in a jail is safe from another thief. "

Khalil Gibran (How I Became a Madman)

Lübnan Marunîleri / Yasin Atlıoğlu

NEWS AND ARTICLES / HABERLER VE MAKALELER

Tuesday, October 11, 2005

Lübnan’da Yeni Dönem ve Suikastler

Yasin Atlıoğlu

Refik Hariri’nin 14 Şubat 2005 tarihinde bir suikast sonucu öldürümesiyle Lübnan’nın iç ve dış siyasetinde çok hızlı siyasi dönüşümlerin yaşandığı yeni bir dönem başladı. Suikast sonrası ABD’nin öncülüğünü yaptığı uluslararası toplum, Birleşmiş Milletler’in 1559 sayılı kararını sebep göstererek Suriye’nin Lübnan’daki işgalini acil bir şekilde sona erdirmesini istedi. Suriye yönetimine karşı uygulanan uluslararası baskı ve tehdit politikası, kısa sürede sonuç verdi ve Suriye Devlet Başkanı Beşşar Esad, Nisan ayının sonuna kadar Lübnan’daki Suriye askeri varlığını sona erdirdi. 29 Mayıs’ta başlayan genel seçimler ve seçim sonrası süreç ise ABD kararalıcıları tarafından genellikle bağımsız, demokratik ve istikrarlı Lübnan’ın başlangıcı hatta Orta Doğu’da Irak ile başlayan demokratikleşme sürecinin bir halkası olarak sunuldu. Oysa ki seçimlerin sonuçlanmasından bu yana geçen süre, dünya kamuoyuna Lübnan’da istikrarlı olanın sadece siyasi suikastler olduğunu gösterdi.

“Suikastler Ülkesi” Lübnan

Çok farklı kültürel ve dini kimlikleri içinde barındıran ve Fransızlar tarafından siyasi ve toplumsal yapısı şekillendirilen modern Lübnan, 20 yy. boyunca siyasi ve kültürel bölünme riskini üzerinde sürekli hissetmiş kırılgan bir siyasi yapıya sahiptir. Lübnan’daki toplumsal karşıtlıklar, çoğu zaman çatışma ortamını ve dış müdahaleyi beraberinde getirmektedir. Bundan dolayı Lübnan’da güvenlik ve istikrarın gerçekleştirilmesi oldukça zor olan iki kavram haline geldiğini söyleyebiliriz. Güvenliğin sağlanamadığı ülkede, güvensizliği daha da artıran siyasi suikastler, uzun zamandır Lübnan siyasal yaşamının önemli bir parçası olmaya devam etmektedir. Lübnan’da gerçekleşen siyasi suikastler, bazen iç siyasette rakipleri etkisiz hale getirmenin bir yolu olarak kullanılırken, bazen de dış güçlerin ülkeye siyasi ve askeri müdahalelerini kolaylaştıran bir etken haline gelebilmektedir. Siyasi ve toplumsal etki doğuran sonuçları itibariyle suikastler, Lübnanlıların siyaset kurumuna ve devlet otoritesine duydukları güvenin ortadan kalkmasına neden olmakla birlikte genellikle toplumsal bölünmüşlüğü de teşvik etmektedir. Bu genellemenin içine girmiyor gibi görünen Hariri suikasti sonrası oluşan Suriye karşıtı cephe ise daha çok toplumlarda şehid paradigması üzerinde şekillenen geçici çıkar birliktelikleri olarak ele alınmalıdır.

14 Şubat’ta gerçekleştirilen Hariri Suikastı, Lübnan ve Orta Doğu tarihinde çok önemli siyasi sonuçlar doğurarak, ülkelerin siyasi liderlerine yönelik suikastlerin o ülkenin dış politikası ve bulunduğu bölgedeki dengeleri ne kadar çabuk etkileyebileceğini gösterdi. Hariri suikastinin en önemli sonucu, suikastin arkasında olmakla suçlanan Suriye’nin Lübnan’daki askeri varlığını sona erdirmesi oldu. Başkent Beyrut’un merkezinde Hariri’nin konvoyunu hedef alan ve 300 kilo TNT türü patlayıcının kullanıldığı bombalı saldırıda, Hariri ile birlikte 15 kişi öldü, 100 yakın kişi yaralandı. Hariri suikastinin yapılış şekil ve zamanlaması, doğurduğu sonuçlarla birlikte düşünüldüğünde saldırının ne kadar profesyonelce yapıldığını ortaya koymaktadır.

29 Mayıs’ta Suriye’nin siyasi ve askeri denetimi olmadan yapılan Lübnan genel seçimleri, Hariri suikastine tepki olarak toplumsal alanda ortaya çıkan Suriye karşıtı cepheyi, Saad Hariri liderliğinde siyasi alana taşıdı. Suriye’nin Lübnan’daki seçimlere ülkedeki nüfuzunu kullanarak müdahale edip edemeyeceği tartışmaları arasında yapılan seçimlerde, Suriye karşıtı cephe neredeyse sorunsuz bir seçim zaferi kazandı. Fakat seçimler devam ederken Haziran ayı başında Suriye karşıtı Lübnanlı gazeteci Samir Kesir’in Beyrut’un Hıristiyan mahallesindeki evinin önünde arabasına yerleştirilen bombanın patlaması sonucu öldürülmesi Lübnan’da suikastlerin bitmediğinin ilk işaretini verdi. Seçimlerin sona ermesinin ardından 21 Haziran’da Komünist Parti’nin lideri Goerge Hawi’nin Beyrut’un batısında arabasına yerleştirilen bir bombayla öldürülmesi ise bombalı suikastlerin devamının gelebileceğini gösterdi. Bu iki suikast sonrası yine aynı tablo yaşanmış, başta Suriye, Lübnan ve ABD olmak üzere bütün dünya kamuoyu tarafından suikastler kınanmış, suikastlerle ilgili haberlerde Kesir ve Hawi’nin son zamanlardaki Suriye karşıtlığı özellikle vurgulanmış ve hemen ardından suikastlerin arkasında Lübnan’daki istikrarı bozmak isteyen Suriye yönetiminin olduğu iddiaları ortaya atılmıştır. Hatta Suriye karşıtı cephe, suikastlerle ilgili olan güvenlik birimlerini korumakla itham ettikleri Lübnan Cumhurbaşkanı Emil Lahud’un hemen istifa etmesini istedi. Bununla birlikte iki suikastin de yapılış şekli olarak benzerlik göstermesi -arabaların sürücü koltuğuna yerleştirilen bombalarla gerçekleştirilmesi- suikasti yapanların aynı olma ihtimalini düşündürebilmektedir.

Lübnan’da Haziran ayı sonunda başlayan yeni hükümeti kurma çalışmaları devam ederken 12 Temmuz’da yine Beyrut’ta Savunma Bakanı Elias El-Murr’un konvoyuna bombalı saldırı yapıldı. Murr, hafif yaralanırken saldırıda iki kişi öldü. Bu defa hedef alınan kişi, Lübnan Cumhurbaşkanı Emil Lahud’un damadı Suriye yanlısı Elias El-Murr idi. Bu suikast, Suriye’ye yakın siyasi isimlerin de tehdit altında olduğunu ve Lübnan siyasetindeki karmaşıklığı gözler önüne serdi. Yine Temmuz ayı başında ABD’nin Suriye İçişleri Bakanı Gazi Kenan ve Suriye’nin Lübnan’daki İstihbarat Şefi Rüstem Gazali’ye mali yaptırımlar uygulayacağını açıklaması ve ardından Suriye yönetiminin Lübnan’dan gelen kamyonlara geçiş izni verilmeyerek Lübnan ekonomisini yalnızca tarım ürünlerinde günde 300 bin dolar zarara uğratması ile suikast girişiminin aynı günlere denk gelmesi ilgi çekici bir rastlantıdır. Bu olayın ardından karşılıklı suikastlerin başlama olasılığı, Lübnanlılara iç savaş günlerini hatırlatarak psikolojik bir huzursuzluk yaratmıştır.

Yeni Lübnan Hükümeti ve Tepkiler

Murr’a yapılan saldırıdan bir hafta sonra Saad Hariri’nin önerdiği isimlerden eski finans bakanı Fuat Siniora liderliğinde Lübnan’ın yeni hükümet kuruldu. Siniora, yarısı Müslüman yarısı Hıristiyan olan 24 bakanlı bir kabine oluşturdu. Kabinede Suriye karşıtı ittifak dışındaki gruplardan da bakanlar yer almaktadır. Bunların arasında en ilgi çekici olan ABD’nin terörist örgütler listesindeki Hizbullah’ın kabinede bir bakanla temsil edilmesi oldu.

Hükümetin kurulmasından üç gün sonra 21 Temmuz’da ABD Dışişleri Bakanı Condeleezza Rice Lübnan’ı ziyaret etti. Rice, Cumhurbaşkanı Lahud, başbakan Siniora ve Suriye karşıtı cephenin lideri Saad Hariri ile görüştü. Başbakan Fuad Siniora'yla görüşmesinden sonra Rice, Suriye'yi Lübnan sınırında kontrolleri artırdığı ve Lübnan ticaretine zarar verdiğini söyleyerek eleştirdi. Fakat ABD Dışişleri Bakanı’nın Lübnan’a asıl geliş amacı, hem yeni kabineye verdiği desteği göstermek ve hem de BM’nin 1559 sayılı kararına göre Hizbullah’ın silahsızlandırılması gerektiğini yeni hükümete hatırlatmaktı. Oysaki Saad Hariri’nin seçimlerden sonra söylediği sözler, ülke gerçeklerini ve yeni hükümetin Hizbullah’a bakışını ortaya koymaktaydı. Saad, ''Hizbullah'ın durumu ülke içinde değerlendirilmeli. Hizbullah bir milis gücü değildir, bir direniş hareketidir. Tabii ki Hizbullah'ın müzakerelere katılmasını ve kendileriyle silahsızlanma konusunu görüşmeyi istiyoruz… Lübnan ile ilgili olarak şunun anlaşılması gerekiyor. Biz çok küçük ve kırılgan bir ülkeyiz. Herşeyi aynı anda yapmaya kalkarsak istikrarsızlığa sürükleniriz. Eğer Batı yapılması gerekenin bu olduğunu düşünüyorsa, Lübnan Irak'a benzer” diyordu.

ABD Dışişleri Bakanı’nın Lübnan ziyaretinin ardından Başbakan Siniora ilk yurt dışı ziyaretini Suriye’ye yaptı. Bu ziyaret, uzun yıllar birbirlerine siyasi ve ekonomik olarak bağlı kalmış iki ülkenin bir anda kopamayacağının bir işareti olduğu gibi ilişkileri normalleştirme çabası olarak değerlendirilmelidir. Siniora-Esad görüşmesinden sonra yapılan açıklamalarda iki ülkenin ortak çıkarlarına ve dostluğa vurgu yapıldı. İki ülkenin resmi düzeydeki ilişkilerinde her iki taraf, iyi niyeti vurgulasa da kamuoyu düzeyinde ciddi gerginlik mevcuttur. Suriye’de özellikle Büyük Suriye ideolojisini benimsemiş eski kuşak siyasiler, Suriye’nin Lübnan’ı ve Lübnan’daki ekonomik ayrıcalıklarını kaybetmesini hala hazmedememektedir. Suriye halkı Lübnan’a milli bir dava olarak baktığından dolayı içinde duygusal ve psikolojik bir tepki barındırmaktadır. Devlet denetimindeki Suriye medyası da çoğu zaman Lübnan’ın yeni hükümetini eleştirmektedir. Lübnan’da ise Suriye işgali döneminde etkinlik ve çıkar alanları daralan toplumsal gruplar, Hariri suikasti sonrası oluşan konjontürü bir fırsat ortamı olarak görmüş ve Suriye karşıtlığı çatısı altında taktik ittifaklar kurmuşlardır.

Hariri Suikasti Soruşturması ve Suriye

Hariri Suikasti bir başka boyutuyla da Lübnan’da siyasi iradenin ve bağımsız hukuk sisteminin işlerliği olmadığını gösterdi. Suikasti soruşturmak için, uluslararası baskı sonucu BM düzeyinde oluşturulan soruşturma komisyonu, Haziran ayının sonunda Alman Savcı Delvet Mehlis başkanlığında çalışmalarına başladı.

Soruşturmanın ilk aşamasında BM komisyonu başkanı Mehlis, olayla ilgili güvenlikten sorumlu Lübnanlı görevlilerle yaptığı görüşmeler sonunda suikastin patlayıcı yüklü bir kamyonetle gerçekleştirildiğini açıkladı ve Lübnanlı yetkililer tarafından yürütülen soruşturma sonucunda olay yerindeki kanıtların ortadan kaldırılmasını eleştirdi. Hatta Mehlis, Lübnan Cumhurbaşkanı Emil Lahud'un Cumhuriyet Muhafız Alayı'nın komutanı Mustafa Hamdan'ın temizlik emrini verenler arasında olduğunu söyledi. Beyrut’ta faili meçhul bombalama olaylarının artış gösterdiği Ağustos ayında çalışmalarına hız veren BM komisyonu, öncelikle Suriye yönetimini suikast konusunda işbirliğine yanaşmamakla suçlarken 25 Ağustos’ta BM'nin siyasi işlerden sorumlu yetkilisi İbrahim Gambari’nin ağzından bu suçlamalar Güvenlik Konseyi’nde dile getirilmiştir. ABD'nin BM'deki Daimi Temsilcisi John Bolton da Suriye’nin suikastle ilgili işbirliğine yanaşmayan tutumunun kabul edilemez olduğunu söylemiştir.

Ağustos ayının sonundaki en önemli gelişme ise Hariri suikasti soruşturması çerçevesinde beş Lübnanlı’nın gözaltına alınması oldu. Eski İç Güvenlik Kuvvetleri Başkanı Ali el Hac, eski istihbarat şefi Cemil el Said ve eski askeri istihbarat başkanı Raymond Azar 30 Ağustos’ta tutuklandı. Diğer iki isim olan Suriye yanlısı Cumhurbaşkanı Emil Lahud'a bağlı Cumhurbaşkanlığı Muhafızlarının eski komutanı Mustafa Hamdan ve eski milletvekili Nasır Kandil ise güvenlik güçlerine teslim oldu. BM komisyonu tarafından sorguya çekilen Nasır Kandil serbest bırakılırken Lübnan Başbakanı Fuat Siniora, diğer dört generalin “Hariri suikastının zanlıları olarak” gözaltına alındığını açıkladı. Gözaltına alınan beş isim, Suriye yönetimine yakınlığıyla biliniyordu ve bu gelişme yine eleştirileri Suriye’nin üzerine çevirdi. Bölgede ortam gerilirken ve Suriye’ye yönelik uluslararası baskı artarken Suriye yönetimi 12 Eylül’de gerginliği azaltıcı bir manevra gerçekleştirdi ve soruşturma boyunca Birleşmiş Milletler'le işbirliği yapacağını açıkladı. Bu davetin ardından Şam’a giden Mehlis başkanlığındaki BM komisyonu Suriyeli yetkililerle suikast konusunda görüşmelerde bulundu. Bu görüşmeler ortamı biraz yumuşatırken 26 Eylül’de Beyrut’tan gelen bir bombalı suikast girişimi Lübnan’ın bir suikastler ülkesi olduğunu herkese tekrar hatırlattı. Lübnan televizyonu LBC'de haber programları sunucusu olarak görev yapan May Şidyak uğradığı saldırıda ağır yaralandı. Hedef yine bir Suriye karşıtı Lübnanlı ve kullanılan yöntem yine arabanın sürücü koltuğuna yerleştirilen bir bomba idi.

Sonuç

Lübnan’daki suikastlerin arkasında kimin olabileceği konusunda suikastlerin sonuçları üerinden yola çıkılarak birçok tahminde bulunulabilir. Tabi ki dünya kamuoyunda ilk şüpheli konumunda Suriye yönetimi bulunuyor. Bununla birlikte uluslararası sistemin bu kadar değişime ve ABD askeri saldırılarına açık olduğu bir ortamda Suriye yönetiminin -Beşşar Esad’ın konrolünde veya kontrolü dışında- Lübnan’da bu tür seri suikastler düzenlemesi siyasi açıdan ancak intihar olarak nitelendirilebilir. Beşşar Esad’ın beş yıllık iktidar deneyimi ve liderlik anlayışı, iç ve dış politikada bu tarz siyasi intiharlara girişme olasılığını oldukça azaltmaktadır. Bu tarz bir eylem biçimi ancak Beşşar Esad’ın kontrolü dışında ve işgal döneminde Lübnan’da ekonomik ayrıcalıklara sahip olan ordu içindeki bir çıkar grubunun işi olabilir. Fakat, işgal döneminde Lübnan’daki istihbaratın uzun süre başında bulunan İçişleri Bakanı Gazi Kenan ve Lübnan’daki son istihbarat şefi Rüstem Gazali’nin haberi olmadan Suriye istihbaratının bu tarz suikastlere girişmesi imkansız gibi görülmektedir. İkisi de Nusayri olan Kenan ve Gazali’nin en azından şu an için Beşşar’a sadakat gösterdikleri söylenebilir. Bu olasılıklar dışında siyasi suikastlerin bölgede faaliyet gösteren istihbarat kurumlarının işi olabileceği de akla gelmektedir. Özellikle İsrail’in kuzeyinde istikrarlı ve güçlü bir Lübnan yerine parçalanmış bir Lübnan’ı tercih edecek olması ve İsrail gizli servisi MOSSAD’ın İsrail toprakları dışında yapılan bu tür saldırıları başarıyla gerçekleştirdiği düşünüldüğünde suikastlerin arkasından İsrail’in çıkması mümkündür.

Son olarak Lübnan-Suriye ilişkilerinin yakın geleceğine baktığımızda gündemi belirlecek olayların ve sorunların bölgesel ve uluslararası dengelerin etkisi altında oluştuğunu söyleyebiliriz. Muhtemelen BM’in Hariri suikasti soruşturması sonunda yayınlayacağı raporun niteliği, ABD’nin bölgede uygulayacağı otoriter dış politika stratejilerini meşrulaştırabileceği gibi Suriye üzerine kuracağı siyasi ve ekonomik baskının boyutunu belirleyecektir. Beşşar yönetimi ise Lübnan konusunda sert çıkışlar yapmaktan kaçınarak veya sessiz kalarak bölgesel ortamı sakinleştirmek ve kendi ülkesi üzerindeki ABD tehditini hafifletmeye çalışmaktadır. İşte bu noktada Lübnan’da işlenen suikastler, Suriye’ye karşı uygulanacak sert politikaların nedenini teşkil edebilir. 15 Ekim’de Irak’ta gerçekleşecek anayasa referandumunun sonucu da Suriye’nin bölgesel konumunu direkt etkileyebilir. Eğer referandumda hazırlanan anayasa taslağı kabul edilirse büyük bir ihtimalle ABD bu olayı bölgeye yine demokratikleşme çatısı altında sunacaktır. Bu durum, 15 Ekim sonrası Lübnan’da gerçekleşebilecek siyasi suikastlerin sayısını arttırabileceği gibi Suriye-ABD ilişkilerinde yıl sonunda yeni bir krizi de getirebilir. Bu kriz askeri müdahale boyutuna ulaşmasa da Beşşar yönetimini iç politikada yıpratmayı amaçlayacaktır.